Star Trek’teki Ataların Kısa Tarihi

Star Trek: Discovery‘nin son sezonunda ekip, geleceği tehdit eden bir yapay zekâyla ya da galaksi dışından ölümcül bir güçle uğraşmıyor; Star Trek evreninde karşımıza çıkan çoğu türün neden az çok insana benzediğine dair temel gizemleri araştırıyor. Sezonun ilk bölümü Red Directive‘de, kadim Atalar tarafından kullanılan teknolojinin gizemi araştırılıyor. Peki kim bu Atalar? Jean-Luc Picard, türler arası uzaylı DNA’sının sırları hakkında ne biliyordu? Ve tüm bunlar Gene Roddenberry’nin Star Trek’e dair ilk fikirleriyle nasıl örtüşüyordu? Gelin, Ataların 1960’ların başlarından 24. yüzyıla, 2024’e ve 31. yüzyıla kadar olan tarihine kısaca bir göz atalım.

Atılgan yeni yaşamlar ve yeni uygarlıklar arayışına ilk çıktığında, çoğu uzaylı yaşam formunun insanla olan benzerliğine tanıklık ettik. Bunun iki ana sebebi vardı. İlki, insan oyuncular ekonomik açıdan daha makuldü, ikincisi ise Gene Roddenberry’nin “böcek gözlü canavarlar” klişesinden kaçınmak istemesiydi. Bu yüzden Roddenberry, 1964’de Star Trek’in orijinal fikrini sunduğu dokümanlardan birinde “paralel dünyalar” kavramını ortaya attı. Bu, senaryo ve prodüksiyon açısından bitki ve hayvan yaşamının yanı sıra insanların da Dünya’dakilere oldukça benzeyebileceği anlamına geliyordu. Sonuçta bu canlıların sosyal evrimleri de bizimkilerle ilginç benzerlikler taşıyacaktı. Star Trek’i o yıllardaki çoğu bilimkurgu yapımından farklı kılan, bize benzeyen canlıların yaşadığı tuhaf, yeni dünyalar vaadiydi ve diziye hümanist nitelik kazandıran unsurların temel taşı da buydu. Ama diğer yandan, elbette Star Trek evrenine dair şu soruyu da beraberinde getiriyordu: Bu uzaylılar neden bu kadar insansıydı?

Orijinal serinin ilk iki sezonu, uzak geçmişte galaksinin Federasyon’dan çok daha ileri teknolojiye sahip, süper güçlü uzaylılar tarafından ziyaret edildiğine dair ipuçlarıyla doluydu. İlk sezonda, “What Are Little Girls Made Of?” bölümünde, uzaylı tür Kadimler (The Old Ones) tarafından yapılmış bir android olan Ruk ile tanışıyoruz. Bu Kadim halk Kaptan Kirk’ün tabiriyle makinelerini, onlara gurur ve yaşama arzusu bile verecek kadar mükemmel yapmıştı; ancak mantık ve düzen isteyen makineler kendilerini tasarlayan mantıksız ve duygusal yaratıkları sıkıcı bulmuştu. Rok’un anlattığı üzere Kadimler, asırlar önce kendi eserleri olan makinelerden korkmaya ve onları kapatmaya başlamıştı. Ve hayatta kalma içgüdüsü kodlanmış makineler için yaratıcılarını yok etmek “zaruri” hâle gelmişti.

İkinci sezonun Return to Tomorrow bölümünde ise zihinlerinin özünü birer kürenin içine aktarıp saf enerji formu şeklinde varlığını sürdüren üç kişiyle karşılıyoruz. Liderleri olan Sargon, ekibe ve aslında bütün insanlığa, “Çocuklarım,” diye hitap ediyor. Sargon, bir zamanlar -her ne kadar insandan daha gelişmiş beyinleri olsa da- kendilerinin de insan bedenine sahip olduğunu söylüyor ve neden ekibe, “Çocuklarım,” dediğini soran Kaptan Kirk’e, “Torunlarımız olmanız mümkün,” cevabını veriyor. Tıpkı Atılgan ve diğer yıldız gemilerinin keşif yolculuklarına başlayıp “uzak gezegenlere tohumlarını bıraktığı” gibi, 6 bin asır önce de Sargon’un halkı galaksiyi kolonileştirmiş ve ardında kendi tohumlarını bırakmıştı. Sargon, “Belki de sizin Adem ve Havva’nız bizim gezegenimizdendi,” diyor. Dr. Muhuall, dünyadaki hayatın bağımsız olarak evrim geçirdiğini dile getirip itiraz etse de, Mr. Spock uzaylıların hayat tohumları saçmasının, “Bazı tarih öncesi Vulcan unsurlarını açıklayabileceğini,” söyleyerek fikri destekliyor. Sargon, ikisinin de olabileceğini çünkü yolculuklarının kayıtlarının başlarına gelen afetle yok olduğunu ifade ediyor. “Akıl almaz amaçlar için akıl almaz güçlerin açığa çıktığı bir mücadele” sonucu türlerinin yok olma noktasına geldiğini söylediğinde Kirk, “Belki de zekânız o kadar da iyi değildi. İlk nükleer çağ başlarında benzer bir krizle karşılaştık, ama kendimizi yok etmemize engel olacak bilgeliğe ulaştık,” diyor. Sargon ise “Biz de kendi ilkel nükleer çağımızdan sağ kurtulduk evlat, ancak tüm türlerin başına nihai bir kriz geliyor, siz henüz bunu yaşamadınız,” cevabını veriyor.

Ardından üçüncü sezonda, The Paradise Syndrome‘da, Doktor McCoy ve Mr. Spock bu soruyu doğrudan ele alıyor. “Koruyucular” diye adlandırılan kadim bir türün galaksideki çeşitli insansı türlere yardım ettiğini fark ettiklerinde, eski bir uzaylı türün çok sayıda insansı türü yönlendirdiği ve “tohumladığı” fikri bir efsaneden ziyâde elle tutulur bir teori haline geliyor. Doktor McCoy, “Galaksiye nasıl olup da bu kadar çok insansı türün dağıldığını her zaman merak etmişimdir,” diyor. Spock da, “Ben de öyle. Görünüşe göre bunların birçoğunu Koruyucular oluşturuyor,” diyerek doktoru tasdikliyor. Böylece bu kadim insansı türle ilgili sorular yanıtlanmış oluyor. Yani, “The Next Generation”a  kadar.

Star Trek: The Next Generation’da Komutan William T. Riker karakterine hayat veren oyuncu Jonathan Frakes’in yönettiği ve Ronald D. Moore ile Joe Menosky’nin yazdığı “The Chase“, Yeni Nesil serinin altıncı sezon yirminci bölümüydü ve eleştirmenlerce “en Roddenberry tarzındaki” bölüm olarak değerlendirildi. Hikâye esasında ilhamını Carl Sagan’ın Contact eserinden almıştı ve uzaylıların insansı türlerin çoğunu tohumlamakla kalmayıp, aynı zamanda tüm bu türlerin DNA’sına birer de mesaj sakladıklarını öne sürmüştü. Bölümde Kaptan Picard’ın, arkeolojiye olan ilgisinden hareketle kendisinden yardım isteyen eski hocasının projesini onun adına bitirmesi ve gizemi çözmesi anlatılır. Bölümün başında, hocası tarafından Picard’a “Kurlan Naiskos” diye adlandırılan antik bir eser hediye edilir. Bu eser, tüm DNA iplikçiklerinin yerini tespit etme yolculuğunda ve oluşan bütüne gizlenmiş mesajı ortaya çıkarma arayışında metaforik bir öneme sahiptir. Picard bunu şöyle açıklar: “Kurlan medeniyeti bir bireyin bireyler topluluğu olduğuna inanmıştır. İçimizde her biri kendi arzuları, kendi tarzı, kendi dünya görüşü ile pek çok ses vardır.” Bölümün sonunda Klingonlar, Romulanlar, Kardasyanlar ve Federasyon’un temsilcileri hep birlikte hakikati öğreniyor. Salome Jens tarafından canlandırılan kadim bir Ata, galaksideki tüm insansı türlerin kendi soylarından geldiğini açıkça ortaya koyuyor.  

“Kim olduğumuzu, bunu neden yaptığımızı, sizden çok uzun zaman önceki görüntünün karşınızda nasıl durduğunu merak ediyorsunuz. Gezegenimizdeki hayat galaksinin bu bölümündeki diğer gezegenlerden önce evrimleşti. Dünyamızı terk ettik, yıldızları araştırdık ve kendimiz gibi hiç kimseyi bulamadık. Medeniyetimiz yüzyıllar boyu gelişti, ancak uçsuz bucaksız uzanan kozmik zamana kıyasla tek bir ırk nedir ki? Bir gün gideceğimizi ve ardımızda bizden hiçbir şey kalmayacağını biliyorduk. Böylece sizi bıraktık. Bilim insanlarımız hayatın yeni oluşmaya başladığı birçok dünyanın ilk okyanuslarını tohumladı. Tohum kodları evriminizi bizimkine benzeyen fiziksel bir biçime yönlendirdi: bu karşınızda gördüğünüz beden şekline. Elbette sizi de kendisine göre şekillendiren bedene, siz bunun eserisiniz. Tohum kodları ayrıca pek çok farklı dünyaya serptiğimiz bu mesajı da içeriyordu. Umudumuz kardeşlik ve dostluk içinde bir araya gelerek bu mesajı dinlemenizdi. Ve beni görüp duyabiliyorsanız umudumuz gerçekleşmiştir. Siz bir anıtsınız; büyüklüğümüzün değil, var oluşumuzun anıtı. Sizin de hayatı tanımanız, anımızı canlı tutmanız dileğimizdi. Hepinizin içinde bizden bir şey var. Bu yüzden her birinizin içinde diğerlerinizden bir şey var. Bizi hatırlayın.”

Bölümün senaristlerinden Ronald D. Moore, senaryoda açıkça belirtilmese de “The Chase“teki Atalar ile orijinal serideki Koruyucular’ın aynı tür olmadığına inanmak için hiçbir neden bulunmadığını söyleyerek bu mantığın kendi içinde gayet tutarlı göründüğüne dikkat çekti.

Yeni Nesil seri, orijinal serinin ortaya koyduğu gerçeğin ardından “Neden?” sorusuna cevap veriyordu. Discovery’nin beşinci sezonuyla birlikte daha tuhaf ve daha karmaşık bir soru ortaya çıkıyor:  “Nasıl?” “The Chase” bize galakside neden bu kadar çok insansı türün bulunduğunu açıkladı, ancak Ataların farklı gezegenlerdeki yaşamları, hepimizin aşina olduğu yaşam biçimine doğru evrimleşmeye nasıl yönlendirdiğine dair fikrimiz yoktu. Discovery mürettebatı ve diğer güçler bu eski teknolojinin peşindeyken, Star Trek tüm zamanların en büyük sorularından biri hakkında cesurca spekülasyonlar yapıyor. Eğer yaşamın oluşmasının ardında üstün bir akıl varsa, bunlar nasıl bir yöntem kullandı? Bu tür sorular gerçek hayatta biraz kafa karıştırıcı olsa da Discovery’nin şu anda yaptığı şey, Star Trek’in başından beri söylediği şeydir: “Şimdi bildiklerimizin ötesinde kışkırtıcı sorular sorun, böylece belki gelecekte biz de bunu başarabiliriz. Geleceğe daha iyi hazırlanabiliriz.”

Ataların gerçekte var olup olmadığını bilmiyoruz, ancak “Panspermia Teorisi” oldukça gerçek bir bilimsel kavramdır. Evet, belki dost canlısı bir uzaylı, çağlar önce bilinçli olarak Dünya’daki yaşamı tetiklememiş olabilir, fakat yaşamın bazı yapı taşlarının yıldızlardan gelmiş olması gayet mümkündür.

Kaynak

Yazar: Münevver Uzun

Onu siz delirttiniz!

İlginizi Çekebilir

vampire-hunter-d-bloodlist kapak

Vampire Hunter D: Bloodlust ve Gotik Bilimkurgu

Vampire Hunter D: Bloodlust, 1985’te Toyoo Aşida tarafından yaratılan ilk anime filminin devam eseri. İlk …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et