bilimkurgu bilgisayar yapay zeka

Bilimkurgu Yapımlarındaki Habis Bilgisayarlar #3

18. yüzyılın kol ve duvar saatlerine olan hayranlığı, Endüstriyel Devrim’in getirdiği baş döndürücü teknolojik ilerlemelerle birleşince çoğunlukla bağımsız yaşam ya da düşünce yanılsamasını oluşturmak üzere tasarlanan bir dizi hünerli mekanik otomatın ortaya çıkmasına yol açtı. Elbette kurgu da gerçeklikten nasibini aldı ve çok geçmeden edebiyatta bir dolu otomatla karşılaşmaya başladık. Öyle ki, kurgusal bilgisayarların izini Jonathan Swift‘in 1726 tarihli ünlü eseri Gulliver’in Gezileri‘ne kadar sürmek mümkün.

Elbette zamanla bin bir türlü kurgusal bilgisayar ortaya konuldu. Kimisi iyi, kimisi aldırışsız ve tabii kimisi de habisti. Zekâları kadar acımasızlıklarıyla da nam salmış bilgisayarları hatırladığımız yazı dizimizin son halkasında da bu zalim düşmanlarımıza yer vermeyi sürdürüyoruz.

Sid 6.7 – Virtuosity (1995)

Bilimkurgu yapımları içinde, en “evlat olsa sevilmez” derecesinde antipatik yapay zekâ açık ara Sid 6.7’dir. Hatta kariyerinin başlarındayken bu antipatik rolle izleyicinin tiksintisine mazhar olan Russell Crowe’un, akabinde o kariyeri nasıl devam ettirebildiği bile şaşılacak bir durumdur. Virtuosity esasında potansiyelini değerlendirememiş, bazı yönlerden zayıf kalmış bir film olsa da, işlediği konu itibariyle yenilikçi ve öncü yapımlardan biri kabul edilmelidir. Kuşkusuz kendisinden iki yıl önce gösterime giren Demolition Man’le benzerlikler taşır, ama mesela o sıralarda henüz taslak aşamasındaki Matrix’ten önce davranıp fikri beyaz perdeye taşıyabilmiş, böylelikle Matrix’in, ve sonrasında nicelerinin de geçeceği yola taş döşemiştir. Fütüristik bir seri katil filmi olarak nitelendirebileceğimiz Virtuosity, ete kemiğe bürünmüş bir yapay zekâ ve onun peşinde koşan feleğin çemberinden geçmiş polis ekseninde bir hikâyeye sahip. Tabii ki elimizde olmazsa olmaz, standart bir “karısı-çocuğu öldürülmüş yaslı ve öfkeli polis” var.

Denzel Washington’ın oynadığı Parker Barnes karakteri, karısıyla kızının katilini öldürdüğü ve arada ölümle sonuçlanan birkaç küçük tatsızlık daha yaşandığı için 17 yıl hapse mahkum edilmiştir. Sid 6.7 ise elinde inanılmaz bilgiler bulunup, bu durumu daha da tehlikeli kılacak şekilde empati ve pek tabii ölüm korkusuna sahip olmayan sadist bir yapay zekâdır. Adı üstünde, Sid: “Sadistic, Intelligent, Dangerous” yani sadist, zeki ve tehlikelidir, çok sakat bir karışım. Sid bir Android bedeninde gerçek dünyaya “doğurtulduğunda”, ilk iş olarak kendi deyişiyle Oedipus gibi, babasını -aslında kendisini doğurttuğu için ebesini- öldürür. Ve ardından Charles Manson’a bağlayıp katliamlara başlar. Onu yakalamak için Parker Barnes’tan medet umulur. Barnes öncesinde, polis memurlarının eğitimi için tasarlanmış bir sanal gerçeklik sisteminin testinde Sid’le karşılaşmıştır. Ve şimdi Sid’i yakalamayı başarırsa cezası affa uğrayacak, özgürlüğüne kavuşabilecektir. Tabii küçük bir ayrıntı olarak, Sid’in kişilik profilini oluşturan sadistlerden biri de Barnes’ın karısını ve kızını öldüren katildir.

Icarus II – Sunshine (2007)

Alex Garland’ın yazıp Danny Boyle’un yönettiği 2007 yapımı bu bilimkurgu-psikolojik gerilim filminde Güneş’i yeniden yakmaya çalışan bir grup astronotun hikâyesi anlatılıyor. Filmin başrolünde Cillian Murphy rolüyle Oscar kazanan Oppenheimer’ı görüyoruz. (Tersi de olabilir ama rolünü oynamayıp yaşadığı için bu daha doğru gibi.) Esasında Sunshine, biraz 2001: A Space Odyssey, biraz Solaris, biraz da Alien esintisi taşır. Ama bütün bu mayanın üzerinde özgün bir şeyler ortaya koymayı başarabilmiştir. Yıl 2057’dir ve Güneşimiz artık ölmeye başlamıştır ve tabii ki onun ölümü Dünya’nın da donarak ölümü anlamına geldiği için insanlık bir müdahalede bulunmak zorundadır. Bunun için Icarus II adlı uzay aracı, Güneş’i yeniden ateşleyecek bir nükleer bombayla beraber yola çıkar. Icarus “iki” olduğuna göre bir de birincinin olması gerek. Bu görev için daha önce Icarus I yollanmış ama görevini yerine getiremeden kaybolmuştur.

Icarus II, Merkür’ün yanından geçerken, yedi yıl önce kaybolan Icarus I’den bir yardım çağrısı alır. Bu çağrının peşine giderlerken ısı kalkanları zarar görür ve ardından gemide bir dizi arıza ve yıkım baş gösterir. Bilindiği üzere Yunan mitolojisinin bir figürü olan İkarus’un mucit ve mimar olan babası Daidalus, hapsedildikleri kuleden kaçmaları için oğluna kuş tüyünden kanatlar takar. Kanatları bir arada tutan balmumunun erimemesi için de çok yükseklere çıkmamasını, güneşe fazla yaklaşmamasını öğütler. Ancak İkarus uçmanın zevkine kendini kaptırıp güneşe fazla yaklaşınca balmumu erir ve denize düşerek can verir. Sunshine’da da kapıdaki kıyamet karşısında hezeyana uğrayan yalnızca insanlar değildir. Icarus II de adının hakkını vererek Güneş’e doğru rota çizip kendi bilinci olan bir kamikaze uçağına dönüşecektir. Tabii ki bu ateşle intihara gönüllü olmayan mürettebatla birlikte…

Main Computer “Thinker” – Logan’s Run (1976)

William F. Nolan ve George Clayton Johnson tarafından 1967’de kaleme alınan aynı adlı romandan beyaz perdeye uyarlanmış film tam bir bilimkurgu klasiğidir. 1976’da gösterime giren filmin yönetmeni Michael Anderson’dır.  Logan’ın Kaçışı, inanırsak bir ütopyadır. Gelecekte dünya, hedonizmi abartıp “hızlı yaşa, genç öl, cesedin yakışıklı olsun” mottosunu ciddi ciddi uygulamaya koymaya başlamıştır. Hem de biraz abartarak bu genç ölme sınırını 30 (kitapta ise 21) yaşa kadar çekmiştir. Böylelikle hem nüfus kontrol altında hem de nüfusun kaynaklardan yararlanması dengede tutulmaktadır. Üstelik atlıkarınca töreni gibi “eğlenceli” bir şekilde! Doğduğunda her insanın avucuna bir yaşam sayacı takılır, yaşlandıkça bu kristal sayacın rengi değişir ve son günlerinde de benzin ışığı gibi yanıp sönüp uyarı vermeye başlar. Bu ölüme gidişe “yenilenme” diye de bir kılıf uydurulmuştur. Tabii 30 yaşında ölümü herkes gülerek kucaklayamadığı, arada sırada birileri bu “yenilenmeden” huylandığı ve kaderinden kaçma cüreti gösterdiği için bu kaçakları yakalamakla görevli bir de tim vardır: kum adamlar.

İşte Logan bu kum adamlardan biridir. Ve filmin adına uyumlu ama vazifesine ters olarak o da bir noktadan sonra kaderinden kaçmaya çalışacaktır. Tabii bu dünyayı kontrol eden bir güç olmak zorundadır, o da kitapta Thinker diye adlandırılan bilgisayardır. Filmde bilgisayar Logan’a özel bir görev verir, asilerin arasına sızıp onları yok etmesini ister. Bunun için de Logan’ın avucundaki yaşam saatinden dört yılı şıp diye alıverir. Logan görevini tamamladığında bu dört yılın iade edilip edilmeyeceğini sorar ama cevap alamaz. Daha önünde upuzun dört yıl varken birdenbire yenilenme süsü verilmiş ölümle karşı karşıya kalan Logan kaçmasın da ne yapsın?

Auto – Wall-E (2008)

wall-e

Adını duyunca kalbimizin ısındığı koca gözlü minnoş dostumuz Wall-E… Nasıl ısıtmasın ki kalpleri? İnsan ona bakınca kendi içindeki yalnızlığı görüp hüzünleniyor. Sadece bir animasyon filmi deyip geçilemeyecek kadar dolu ve dikkate değer mesajlar yüklü bir cevher bu film. Dünya artık harap olmuş, insanlığın büyük çabalarıyla nihayet yaşanamaz hâle gelmiştir. Asırlar önce bu çilekeş evlerini terk edip gitmiştir insanlar. Artık Axiom adlı A’dan Z’ye her şeyin bilgisayarlarla kontrol edildiği uzay gemilerinde yaşamaktadırlar. Her zamanki ruhsuzluklarını perçinlemişlerdir, yan yanayken bile birbirlerinin yüzüne bakmazlar, iletişimleri makinelerledir (Ne kadar inanılmaz…). Wall-E ise insanın ruhsuzluğuna inat dünyada unutulmuş bir “ruh”tur.

İnsanlar Dünya’yı terk etmeden önce temizlik için programlanmış bir robottur. Harap dünyada asırlarca tek başına yapayalnız gezinir durur. Ta ki bir gün Dünya’ya Eve adında bir arama robotu gönderilene dek. Bu aşk hikâyesine evrilmeye başlayan gidişatta kötü adam kim midir? Auto, nam-ı diğer Otto yani otopilot. İşte filmin Erol Taş’ı, Wall-E’ciğin düşmanı bu bilgisayardır. Auto’nun misyonu, dünyayı temizleme görevi başarısız olduğu için ne pahasına olursa olsun dünyaya dönme girişimlerini engellemekti. İnsanlar onun deyişiyle “hayatta kalıyorlardı”. Yani “yaşamalarına” gerek yoktu. Derken anlaşılır ki artık Dünya’da bitkilerin yetişmesine olanak sağlayacak koşullar geri dönmüştür. Ama Hal 9000’in neslinden olan Auto için emir hâlâ geçerlidir, insanların dünyaya dönmesine engel olmak için elinden ya da kırmızı gözünden geleni yapacaktır.

The Matrix – The Matrix (1999)

the-matrix-code

Finali gelmiş geçmiş en büyük düşmanla yapalım. Matrix’i hem en büyük düşman yapıp aynı zamanda onu farklı kılan onun insanların içinde değil, insanların onun içinde oluşu. Her şey bir yanılsamadır, ne kaşık vardır ne kırmızılı kadın. İnsan dediğin kalem pilden hallicedir. Üstelik kendisini tüketen şeyi beslemektedir. İnsanlarla makineler arasındaki savaşın sonu insanın ileri zekâsının bir tezahürü olarak dünyanın karanlığa gömülmesiyle sonuçlanmıştır. Makinelerin güneş ışığıyla çalışmasını engellemek suretiyle onları yenmek isteyen insanlık, kimyasal silahlarla gökyüzünü karartmıştır.

Makineler, peki öyle olsun diyerek bu hamleyle kendi sonlarını hazırlayan insanları salamuraya yatırmış, onlar rüyalar aleminde gezerken onların etinden sütünden enerjisinden yararlanmaktadır. İnsan durup düşününce bir yerde makinelere hak vermeye başlar. Ajan Smith’in o meşhur tiradını hatırlayalım: “İnsanlık bu dünyanın kanseridir. Siz vebasınız, biz de çaresiyiz.” Bu sözler Planet of the Apes‘te maymun kutsal metinlerindeki insan tanımına nasıl da uyuyor! Demek ki zekâsı artan her tür -hayvan ya da makine- bu gerçeğe kâni oluyor. Aklın yolu bir dedikleri bu olsa gerek…

Makinenin ruhuyla yüzleşmeyi amaçlayan yazı dizimizin sonuna geldiğimizde, “acaba şu anda gerçekten salamuraya yatmış batarya şarj ediyor olabilir miyiz” diye düşünmeden edemiyor insan. Kim bilir, makineler belki de başladığından bile habersiz olduğumuz bu savaşı çoktan kazanmıştır. Belki de hepimiz Matrix’teyiz, hangi hapı seçtiğimizin bile bir önemi yok.

Biliyoruz ki burada zikrettiğimizden çok daha fazlası var, hepsine tek tek eğilmek elbette mümkün değil. Ama onlar da gücenmesinler diye hiç değilse isimlerini analım. Evet sizler de kötüsünüz, tebrikler!

  • Dexter Reilly – The Computer Wore Tennis Shoes (1969)
  • Bomb 20 – Dark Star (1974)
  • Xoanon – Doctor Who , The Face of Evil bölümü (1977)
  • V’ger – Star Trek: The Motion Picture (1979)
  • Main Cerebral – Lifepod (1981)
  • Bilgisayar – Evilspeak (1981)
  • Ultimate Computer – Superman III (1983)
  • Joshua – WarGames (1983)
  • Max – The Thirteen Floor (1984)
  • Edgar – Electric Dreams (1984)
  • Jobe – The Lawnmower Man (1992)
  • Karl – Ghost in the Machine (1993)
  • The X-Files – Ghost in the Machine (1993) / Blood (1994) / Kill Switch (1998)
  • İsimsiz Uzaylı – Virüs (1999)
  • Kızıl Kraliçe – Resident Evil (2002)
  • VIKI – I, Robot (2004)
  • Aria – Eagle Eye (2008)

Yazar: Münevver Uzun

Onu siz delirttiniz!

İlginizi Çekebilir

bilimkurgu bilgisayar yapay zeka

Bilimkurgu Yapımlarındaki Habis Bilgisayarlar #2

Bilgisayar denince edebiyatta, sinemada ve televizyonda büyük yer kaplayan envai çeşit hayali ve sahte cihaz …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et