bilimkurgu iklim gezegen cevre

Yüzyıllık Bir Geçmiş: Bilimkurgu, Çevresel Etmenler ve İklim Değişikliği

Yirminci yüzyılın bilimsel ve evrimsel zaman ölçeklerini benimseyen bilimkurgu, gezegeni bizden önce var olmuş ve muhtemelen bizden sonra da var olacak bir şey olarak düşünmeye çoktan başladı. İklim değişikliği fikri ortaya çıkmadan önce bile bilimkurgu, türümüzün yok oluşuna sebep olabilecek dünyevi felaketlerin vizyonlarını hayallerden kelimelere aktararak bizlere sunuyordu.

Dünyanın bir bilimkurgu filmine dönüştüğünü artık söylememize bile gerek yok. Zaten hâlihazırda artık hayal ettiğimiz birçok şeyi deneyimliyoruz. Bizi konuşturan cep telefonları (Uzay Yolu hayranlarına tricorder’ları hatırlatan), genetiği değiştirilmiş yiyecekler, nesnelerin interneti ve sürücüsüz arabaların vaadiyle sanayi devletlerindeki insanlar teknolojiye gömülü bir şekilde yaşıyor. Günlük yaşam zaman zaman 1920’lerin ve 1930’ların pulp bilimkurgusundan fırlamış gibi görünebiliyor. Ya 1939 Dünya Fuarı’nın “Yarının Dünyası” temasıyla sergilenen teknolojiyle mükemmelleştirilmiş bir dünya ya da Aldous Huxley’nin “Cesur Yeni Dünya(1932) romanındaki gibi distopik bir kabus sanki yaşadıklarımız. Dünyayı saran bir kriz var. İklim değişikliği, gezegenimizi ve insanlığın geleceğini tehdit ediyor. Bu küresel soruna karşı mücadelede bilim ve teknolojiden faydalanmak elzem. Peki ya bilimkurgu bize bu konuda ne söyleyebilir? Ya da çoktan diyeceğini demiş midir?

Bilimkurguyu 21. yüzyıl kültüründeki önemli konularla bağlantıları açısından düşünürsek, hiçbir konu insan hayatının her alanını dönüştürmeyi vaat eden iklim değişikliği ve onun etkileri kadar acil değil. İklim değişikliği, yaşadığımız yerden yiyeceklerimizi yetiştirme biçimimize ve endüstrimizi hangi enerji kaynaklarının besleyeceğine kadar her şeyi etkileyecek, hatta etkilemeye başladı bile. Bu konu o kadar önemli ki, bazıları iklim kurgusu anlamına gelen “iklim-kurgu(cli-fi) terimini kullanmaya başladı – ancak bu modaya uygun terim, bilimkurgunun çevre ile olan etkileşiminin daha uzun olan geçmişini örtüyor ve bilimkurgunun çevresel gelecekleri düşünmek için neden bu kadar değerli bir tür olduğunu sorgulamadan avcumuza bırakıveriyor.

Gezegeni değişebilen bir çevre olarak kavramsallaştırmak, geçmişten beridir kıyamet edebiyatının geleneğini ilahi yargı yerine sıradan çevre felaketi vizyonlarına doğru yöneltti. Bu tür fikirlerin en erken bilimkurgusal örnekleri, Mars hakkındaki değişen hayal gücüyle beslendi. 19. yüzyılın sonlarında, teleskopik gözlemler gezegenin kanallarla kaplı olduğunu düşündürüyordu. Amerikalı astronom Percival Lowell, bu kanalların bir sulama teknolojisi olduğunu varsaydı ve bu fikir Edgar Rice Burroughs’un “Mars Prensesi(1912) adlı romanı da dâhil olmak üzere diğer kurgularda ele alındı.

Bu fikir daha iyi teleskoplarla çürütülünce bilimkurgu, Mars’ı bir zamanlar yaşanmış ancak kuraklık nedeniyle uygarlıkları yok olmuş bir gezegen olarak tasvir etmeye başladı ve bu da Dünya’nın başına gelebilecek bir kaderi, belki de kederi bizlere haber veriyordu. Kim Stanley Robinson’ın atmosfer yaratmak ve insan yerleşimi sağlamak için Mars terraformasyonunu anlatan “Mars Üçlemesi“nde (1993-1996), teknoloji bu kanalları somut bir gerçek hâline getirmek için kullanılmıştı. Üçleme, on yıllar süren yüzey değiştirme sürecinde farklı fraksiyonların bakış açılarını temsil ediyordu ve çevresini olduğu gibi bırakmanın savunuculuğunu yapan karakterleri de içeriyordu. Bu, gezegensel çevreleri ve hava durumunu tamamen insan kontrolüne verme fantezisini öne süren bazı fikirler başta olmak üzere, dünyalaştırma ilgili en bilinen bilimkurgu dizisiydi ve çevreyi koruma ve sürdürülebilirlik temalarına yoğunlaşıyordu.

Erken dönem bilimkurgu, şehirlerin ve nüfusların felaket tasvirlerini okuyucularına sunuyordu, ancak -daha yakın dönemdeki eserlerin aksine- bunun arkasında insan kaynaklı sebepler olduğunu öne sürmüyordu. Bu eserlerde insanlığın sonu olarak iklimden ziyade hastalık daha sık hayal ediliyordu. Mary Shelley’nin “Son İnsan” (1826) ve M. P. Shiel’in “Mor Bulut” (1901) adlı eserleri bunlara iyi birer örnekti. Shelley, eserinde bahsettiği felaketi doğanın dengesini bozan insanlığın kibirli ve yıkıcı davranışlarının sonucu olarak gösterirken, Shiel yazdığı bu felaketi doğanın insana karşı öfkesinin bir göstergesi olarak yorumluyordu. Bu tür devasa yıkım hikâyeleri, bazen Sydney Fowler Wright’ın depremden kaynaklanan sellerle mevcut kültürlerin yok olduğu ve kalan nüfusları daha dayanıklı bir suşa dönüştüren “Sel” (1928) adlı eseri gibi, fazla çevrecilik olmadan toplumu yeniden inşa etme fırsatları olarak hizmet etti hikâyelerde.

Bu motif, John Christopher’ın tüm tahıl ürünlerini öldüren bir mutasyonla ilgili “Çimenlerin Ölümü” (1956) gibi daha sonraki çalışmalarda da daha çevreci bir yönelim almaya başladı. Bu eser, insanlığın diğer türlere olan bağımlılığına dikkat çekiyordu ve George R. Stewart’ın “Dünya Yaşıyor” (1949) adlı eserinde de mevcuttu. Bahsettiğimiz eserlerde, mevcut insanlık hayatta kalamıyordu, ancak gezegen varlığını sürdürüyordu. Bu tür eserler antropozentrik odaklarından dışarı pek çıkmıyordu. Ancak, insan ve doğal dünya arasındaki bağlantılara vurgu yapmalarıyla dikkat çekicilerdi, literatüre geçmişlerdi ve çok sayıda çağdaş bilimkurgunun mekanize gelecekleri öngören teknofilik tonuna karşı direniyorlardı.

kristal dunya kapak

Daha deneysel “Yeni Dalga” dönemi ve çağdaş karşı kültürlerle ilişkileri olan bilimkurgu, açıkça çevreci bir akım ortaya çıkardı, ancak burada da kıyamet çöküşlerini anlatan hikâyelerin kurguları bazen kelimenin tam anlamıyla metaforik olabiliyordu. Bu tarz kurgular, J. G. Ballard’ın stilistik açıdan ilgi çekici felaket romanları “The Wind from Nowhere” (1961), “The Drowned World” (1962), “The Burning World” (1964) ve “Kristal Dünya(1966) için özellikle geçerliydi. Her biri dünyayı şu anda iklim değişikliği olarak adlandırdığımız şey tarafından yok edilen bir gezegen şeklinde tasvir ediyordu – sırasıyla yüksek rüzgârlar, sel, kuraklık ve maddeyi kristalize eden gizemli bir güç vardı başrollerde. Ballard, dönüştürülmüş ortamını, bu felaketlerden önceki dünyanın kısırlığını ve şiddetini sorgulamak için kullanıyordu, belirli çevresel temalar hakkında yorum yapmaktan ziyade sanayileşmenin, kapitalizmin ve sömürgeciliğin doğasında var olan canavarlıkları tasvir ediyor, genellikle aktivist yazarlar tarafından ele alınacak konuları yeğliyordu.

Kabaca aynı zamanda Rachel Carson, tarımda pestisitlerin kullanılmasına karşı sert bir eleştiri olan “Sessiz Bahar“ı (1962) yayımladı. “Yarının Masalı” başlıklı girişle açılan eser, Carson’ın gelecekteki felaketi önceden tasvir ettiği bir hikâyeydi. Bu felakette bir hastalık, Anytown, ABD’deki tüm yaşamı yok etmişti ve Carson bu sonucu pestisitlerin ekosistemde yarattığı bozulmalara bağlıyordu. Carson, kurgusal ve fütüristik anlatıların kamuoyunu şekillendirmedeki retorik gücünü gösteriyordu okurlara. Bilimsel anlatıyı itibarsızlaştırmaya ve kişisel karakterini küçümsemeye çalışan muhalifleri, herhangi bir Ballardian antagonisti kadar gürültülü ve aşağılıktı. Yine de çalışması, bir on yıl sonra yayımlanan “Kulübün Büyüme Sınırları” raporunun yanı sıra, sürdürülebilirlik üzerine kurulu yeni ekolojik gelecekler hakkında düşünmeyi teşvik etti. “Sessiz Bahar“, önemli ölçüde çağdaş anti-savaş ve nükleer karşıtı aktivizmle örtüşen çağdaş bir çevre hareketini canlandırdı.

ekotopya kapak

İlk Dünya Günü 1970’te, hava ve su kirliliğini ana akım bir kamu endişesi hâline getirmeyi amaçlayan bir gün olarak önerildi ve sonunda ABD Çevre Koruma Ajansı’nın kurulmasına; kirlilik ve nesli tükenmekte olan türlerle ilgili yasaların çıkmasına zemin hazırladı. Dünya Günü, hem Carson’ın fütüristik anlatı kurgularında hem de John McConnell tarafından gezegenin birbirine bağlılığını iletmek için tasarlanan ve ilk Dünya Günü bayrağında kullanılan uzaydan Dünya’nın görüntüsü gibi hayal gücüne dayalı manzaralarda karşımıza çıkıyordu. Hayal gücünün çevre hareketinde güçlü bir retorik teknik olarak kullanılmasına dönüş, 1968’de başlatılan ve 1998’e kadar yayımlanan karşı kültür dergisi Whole Earth Catalog‘un lansmanında da görülebiliyordu. Bu derginin ilk kapağında da uzaydan Dünya’nın bir görüntüsü yer alıyordu – bu görüntü, derginin adını taşıdığı “Bütün Dünya“ydı. Erken bir DIY aktivizmi örneği olan dergi, daha sürdürülebilir bir şekilde yaşama fikrine dayalı hayali bir topluluk oluşturdu ve bu sayede geleceğin sakinlerine hitap etti.

1960’lar ve 1970’ler feminizminde olduğu gibi, çevre aktivistleri de karşı kültür ve ütopik gelenekle olan bağlantısını açıkça bilimkurguya ve onun ütopik geleneğe olan yatkınlığına çevirdi. Bu bağlamda en ünlü örnek ise Ernest Callenbach’ın “Ekotopya(1975) romanıydı. Roman, 1999’da William Weston adında bir gazetecinin sürdürülebilirlik, geri dönüşüm, fosil yakıtlara minimum kullanım, yerel gıda üretimi ve cinsiyet eşitliği ile ünlü bir Pasifik Kuzeybatı toplumunu ziyaret edip kaleme aldığı not defteri olarak yazılmıştı. 19. yüzyıl ütopyalarının yazarları gibi Callenbach, farklı bir şekilde yaşamanın nasıl mümkün olabileceği konusunda hayali bir olasılık gösteriyordu anlatısında. Ayrıca roman, çevresel ideallere olan tutum değişikliklerinin, patriyarka ve kapitalizm gibi sosyal yaşamın diğer yönlerinde de dönüşüm gerektirmesi gerektiğini öne sürüyordu. Bu temalar, hâlâ günümüz ekolojik bilimkurgusunda da devam ediyor.

John Brunner’ın “Koyunlar Yukarı Bakar(1972) adlı eseri gibi distopik bilimkurgu çalışmaları da bu alanda kendini gösteriyordu. Adını Milton’ın “Lycidas” şiirindeki açgözlü kilise tarafından beslenemeyen aç koyunlar hakkındaki dizesinden alan roman, kirlenmiş hava, su ve gıdalardan kaynaklanan riskleri hafifletmek için tasarlanmış ürünler pazarlarken aynı zamanda çevreyi yok eden köklü kapitalist sistemi sert bir şekilde eleştiriyordu. Hikâye, gelişmekte olan ülkelere Amerikan yardım paketi kapsamında gönderilen üretilmiş gıda Nutripon’u konu alıyordu. Bir sevkiyat, şiddetli davranışları körükleyen halüsinasyonlara yol açıyordu ve bazıları bunun siyahi insanları ortadan kaldırmak için kasıtlı bir girişim olduğuna inanıyordu. Bu arada, Amerika Birleşik Devletleri’nde para, zenginleri kirlenmiş gıdalardan ve sudan giderek daha az koruyabiliyordu. Sonunda, Nutripon sevkiyatının fabrikadaki su kaynağında kazayla zehirli atıklarla kontamine olduğunu öğreniyorduk. Hikâyenin kıssadan hissesine göre, sorumsuz kirleticilerin her şeyden önce kârı önemsediği bir dünyada soykırım yapmak için komploya gerek yoktu. Brunner’ın eseri, küresel kapsamı ve sömürgeciliğin yarattığı hasarın kirlilik tarafından devam ettirildiği ve şiddetlendirildiği gerçeğinin farkındalığıyla dikkat çekmişti.

Frank Herbert’ın “Dune(1965) romanı ise çöl ortamı ve minimum suyla hayatta kalmak için icat ettiği çeşitli teknolojiler özelinde, genellikle iklim değişikliği hakkında yazılmış öngörülü bir eser olarak kabul edildi. Bu seri, geniş bir franchise hâline gelen orijinal bir anlatıydı. İlk roman, genç Paul Atreides’in bir komplo sonucu mirasından mahrum kalıp göçebe yerli halklarla birlikte yaşarken psikokinetik güçlere kavuşma ve sonunda da bir çeşit kurtarıcıya dönüşme hikâyesiydi. Robert Heinlein’in Mars’tan Dünya’ya gelen bir özgürlükçüyü anlattığı “Yaban Diyarlarda Yabancı(1961) adlı eseri gibi, “Dune” da yayımlandığında bilimkurgu çevreleri dışında geniş bir kitle tarafından okundu. Heinlein’in tuhaf kahramanı Valentine Michael Smith, romanın icat ettiği “grok” terimiyle aslında bir hippie felsefesini vaaz ediyordu. Her iki roman da, kendi anti-kurum değerlerini yansıtan genç kolejli, kablolu TV izleyicileri tarafından da kucaklanmıştı. Hâlâ da popüler kültür tarafından kutsanmış bir metin gibi kucaklanmayı sürdürüyorlar.

Ancak 21. yüzyıla kadar kirlilikten iklim değişikliğine ana itici güç olarak geçiş kesinleşmemişti. İkinci nesil yazarlar, genellikle iklim değişikliği hakkında kurgusal eserler yazan ve aktivizmle ilgilenen yazarlar olarak, çevreci aktivizm için bir araç şeklinde gördükleri bilimkurguya açıkça yönelmişti. Wanuri Kahiu’nun gelecekteki Afrika’nın yenilenmesini tasvir eden önemli kısa filmi “Pumzi(2009), bu temaları ele alan yeni seslerin gücünü izleyicilere çarpıcı bir şekilde gösteriyordu. Paolo Bacigalupi, iklim değişikliğinin küresel etkilerine değinen bir başka önemli örnekti mesela. Gençlik üçlemesi – “Gemi Sökücü” (2010), “Boğulan Şehirler” (2012) ve “Savaş Aleti” (2017) hikâyeleri; deniz seviyesinin yükselmesiyle değişen bir dünyada geçiyor ve hem artan ekonomik belirsizliği hem de bu koşullarda otoriter hükümetlerin yükselişini tasvir ediyordu. Bacigalupi’nin bugüne kadar yazdığı en güçlü romanı, “Suda Bıçak İzleri” (2015), California, Arizona ve Nevada halklarının azalan Colorado Havzası kaynaklarını kontrol etmek için savaşmasını ve yakın gelecekteki su savaşlarını konu alıyordu. Temel olarak, su haklarını elitlerin elinde tutan yasal manipülasyonları suçlayan roman, yoksulların karşılaştığı zor ahlaki seçimlere sempatiyle yaklaşıyor ve Çin hükümeti tarafından dağıtılan yeşil teknolojilere dair bir umut ışığıyla sona eriyordu.

Octavia Butler’ın “Parable” serisi (1993-1998) ise iklim değişikliği hakkında gerçekten öngörülü bir eserdi. 20. yüzyılda bu alanda öne çıkan az sayıda siyahi yazardan biri olan Butler, 2006’daki ölümünden sonra yıllar içinde okurlar nezdinde daha da yaygınlaştı. Yazdığı bu seride, iklim değişikliğiyle beslenen ve kitlesel göçlerle boğuşan gelecekteki bir Kaliforniya’yı hayal ediyordu. 20 yıldan fazla bir süre önce yayımlanmış olmasına rağmen, yazılan serinin kitapları artık her zamankinden daha fazla olası gelecekler olarak okurları kalbinden vurmaya devam ediyor. Bacigalupi’nin umutsuzluğunun aksine, Butler’ın romanı umut üzerine kuruluydu, ancak yine de eşit derecede kasvetli bir gelecek tasvir ediyordu. Parable serisi, Butler’ın bilimkurgusunu alternatif yaşam tarzları için bir el kitabı gibi gören ve bir gelecek dini olan Earthseed’i bu yeni tür topluluğun çekirdeği olarak hayal ediyordu. Butler’ın vizyonu, yirmi yıl sonra bile çevresel adalet ve sürdürülebilirlik hareketlerine ilham vermeye devam ediyor.

Margaret Atwood’un “Antilop ve Flurya” (2003) adlı eseri de distopik bir gelecekte geçiyordu. Eserde, genetik mühendisliği ve biyoteknoloji yoluyla insanlığın yok oluşu anlatılıyordu. Bu eser, çevresel yıkımın insanlığın en temel biyolojik sistemlerini nasıl bozabileceğini gösteren bir uyarı hikâyesiydi aslında. Antilop ve Flurya da dâhil olmak üzere Atwood’un birçok çalışması, çevresel adalet ve sürdürülebilirlik hareketlerine ilham vermeyi sürdürüyor. Bilimkurgu, çevresel tehlikeler ve insanlığın bunlara karşı potansiyel tepkileri hakkında düşünmek için uzun zamandır değerli bir araç oldu. Erken eserler, kıyamet senaryoları sunarken, daha yakın dönemdeki eserler iklim değişikliğinin karmaşık nedenlerine ve etkilerine odaklanıyor. Bilimkurgu, hem gelecekteki tehlikelere karşı uyarmaya hem de alternatif, daha sürdürülebilir yaşam biçimleri için vizyonlar sunarak çevresel aktivizmi desteklemeye devam edecek gibi görünüyor.

Bilimkurgu yazarları ise hayal güçlerini kullanarak bize gelecekte neler olabileceğine dair fikirler verebiliyor. Bu fikirler bazen korkutucu olsa da, aynı zamanda bizi harekete geçmeye ve dünyamızı korumaya teşvik edebiliyor. Bilimkurgu eserlerini sadece eğlence olarak değil, aynı zamanda birer uyarı ve ilham kaynağı olarak da görebilmeliyiz. Bilimkurgu yazarlarının sunduğu vizyonlardan bazıları, şu an hayal bile edemeyeceğimiz kadar çarpıcı ve ütopik olabilir. Ancak bu vizyonlar, bize daha iyi bir gelecek için neler yapabileceğimizi de gösterebilir.

Sonuç olarak dünyamızı korumak için harekete geçmemiz gerekiyor. Bilimkurgu bize ilham verebilir ve bu yolda rehberlik edebilir; dün ve bugün olduğu gibi, yarın da…

Kaynak

Yazar: Ceren Demirkılınç

Ürün tasarımcısı. 10 yıldır yapay zekânın bilişsel gelişimi üzerine çalışmalar yapıyor. Teknoloji alanında çalışmayı, bilimsel gelişmeler üzerine düşünüp yazmayı seviyor. Robot hakları aktivisti. Çeşitli yerlerde öyküleri, kitap eleştirileri yayımlandı. Yaşamını kedileri ile seyahat ederek sürdürüyor.

İlginizi Çekebilir

Omelas ve Um-Helat

Edebi Bir Karşılaştırma: Omelas vs Um-Helat

Ursula K. Le Guin‘in kısa hikâyesi Omelas’ı Bırakıp Gidenler (The Ones Who Walk Away from …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin