1994 yılında hayatlarımıza giren Stargate, Roland Emmerich ve Dean Devlin‘in birlikte yazdığı son derece ilgi çekici bir senaryoya sahipti. Mısır’da bulunan gizemli bir cihazı merkezine oturtan yapım, işin içine solucan deliklerini, yıldızlararası yolculukları ve mitolojik anlatıları ekleyince bilimkurseverlerin dikkatini çekmekte gecikmedi. Kadrosunda Kurt Russell, James Spader ve Jaye Davidson gibi başarılı oyuncuları barındıran Stargate, aslında bir üçleme olarak planlanmıştı. Ancak yapım şirketi Metro-Goldwyn-Mayer (MGM), bu özgün mitolojiyi bir diziyle devam ettirme kararı alınca, Stargate’in uzun yıllar sürecek televizyon macerası da başlamış oluyordu.
27 Temmuz 1997 tarihinde “Children of Gods” (Tanrıların Çocukları) adlı ilk bölümüyle Showtime kanalında yayın hayatına başlayan Stargate SG-1 başarılı karakterleri, doyurucu senaryoları ve yarattığı muazzam mitolojiyle gelmiş geçmiş en iyi bilimkurgu dizileri arasındaki yerini aldı. Tam on sezon boyunca devam eden dizi, o kadar kapsamlı ve derinlikli bir evren yaratmıştı ki, içinden iki televizyon dizisi daha çıkarabildi. Bunlar Stargate Atlantis ve Stargate Universe‘tü. 1994 tarihli başlangıç filminden bu yana çok uzun zaman geçse de, incelikle örülmüş bu kompleks evren hâlâ insanları cezbetmeyi sürdürüyor. Bu yazıda sizlere, Stargate evrenine dalmak için 9 neden sıralamaya çalıştık. Stargate’in yarattığı kurgusal dünyalarda buluşmak dileğiyle…
Uzun Soluklu Bir Serüven
Stargate’e başlamaya karar verdiyseniz, kendinizi uzun soluklu bir seyir maratonuna da hazırlamanız gerekiyor. Evet, günümüzün birkaç sezonluk dizilerinin aksine, karşınızda toplam 3 film ve 354 bölümden oluşan devasa bir yapım var. Ancak bu durumun gözünüzü kortkutmasına izin vermeyin. Çünkü Stargate, seyircisini peşinden sürükleme konusunda bir hayli başarılı. Hatta öyle bir an gelecek ki, sizi uzunca bir süre “bugün ne izlesem?” derdinden kurtardığı için şükran duymaya bile başlayacaksınız.
Tabii “nasıl olsa izlenecek yüzlerce bölüm var” deyip tempolu bir seyre girişmek isteyebilirsiniz, ama bunu yapmadan önce bir kez daha düşünseniz iyi edersiniz. Zira Stargate’i bitirip de elde avuçta izlenecek bir şey kalmadığında, kendinizi sevgilisinden ayrılmış bir çilekeş gibi hissedebilirsiniz; bizden söylemesi… Böyle bir boşluk ve yoksunluk duygusuyla boğuşmamak için yapılması gereken en güzel şey, diziyi zamana yayarak ve sindirerek izlemek. Bunca yapımı hangi sıraya göre izlemeniz gerektiğini bilmiyorsanız, şuradaki yazımıza göz atabilirsiniz.
Keşfe Dayalı Senaryo
Solucan delikleri, paralel evrenler, zaman yolculukları, hayal aşırı varlıklar, akıl sır ermeyen teknolojiler, muazzam savaşlar ve destansı ittifaklar… Bilimkurgunun en önemli özelliklerinden biridir keşif merakımızı merkeze alması. Bunu ustalıkla işleyen yapımlar, bilimkurgu literatüründe haklı bir üne kavuşmayı başarırlar. Stargate SG-1 dizisini uzun soluklu kılan şey de tam olarak buydu. Daha ilk bölümünde, filmin mitolojisiyle yetinmeyeceğinin sinyallerini veren bir yapımla karşı karşıyaydık. Beklenen de oldu ve çok geçmeden Yıldız Geçidi sisteminin tüm galaksiye yayılmış bir ağ olduğu keşfedildi. Artık dizinin önünde keşfe çıkılacak bambaşka dünyalar ve tanışılacak yepyeni uygarlıklar duruyordu. Dizideki karakterle birlikte biz izleyenler de her hafta yıldızlararası bir yolculuğa çıkıyorduk.
Bazen kendimizi kara delik tarafından yutulmak üzere olan bir gezegende, bazen anlaşılması güç bulmacaların orta yerinde, bazen yabancı bir uzay gemisinin soğuk koridorlarında, bazen misafirlerini dostça karşılayan gelişmiş uygarlıkların arasında ve tabii bazen de merhametsiz bir düşmanın ölümcül kollarında buluyorduk… Dizinin bizi götürebileceği yerlerin bir sınırı yoktu, artık tek sınır insanın hayal gücüydü. Keşif odaklı bu anlatım Stargate Atlantis dizisinde de sürdü. Pegasus Galaksisi’ne ulaşmayı başaran çok uluslu bir ekibin başından geçen maceraları anlatan Atlantis, dizinin mitolojisini daha da genişletirken, Stargate zincirinin son halkası Universe ise, evreni yaratan aşkın ve gizemli bir zekanın peşinde biz izleyenleri uzak galaksilere savurdu.
Başarılı Oyunculuklar, Unutulmaz Karakterler
Game of Thrones’un Khal Drogo’sunu canlandıran Jason Momoa‘dan tutun da Sanctuary’nin Helen Magnus’unu canlandıran Amanda Tapping‘e kadar Stargate’ten kimler geldi kimler geçti… Kuşkusuz başarılı bir yapımın en önemli özelliklerinden biridir ardında ölümsüz karakterler bırakabilmesi. Jack O’Neill‘ın esprileriyle kendinizden geçerken, Samantha Carter‘ın bilimsel izahatlarıyla ciddileşebilir, Daniel Jackson‘ın kurduğu mitolojik bağlarla tarihe merak salarken, Teal’c‘ın dışlanmışlığıyla Goa’uldlara kin güdebilirsiniz… Gerçekten de Stargate’in karakterleri gözlerinizin önünde gelişip derinleşirler. Hatta öyle bir an gelir ki, zamanla pek çoğunu aile eşrafından biri gibi kabullenip sevmeye başlarsınız. Herhangi birinin diziden ayrılması bile içinize dert olur.
Söz gelimi Rodney McKay‘in şişkin egosuyla neşelenmemek, John Sheppard‘ın vurdumduymazlığıyla heyecanlanmamak ya da Teyla Emmagan‘ın ağırbaşlılığıyla silkelenmemek ne mümkün! Stargate’in karakterleri bizdendir. Vurulurlar, aşık olurlar, korkarlar, hüzünlenirler; yeri gelir kanlarının son damlasına kadar savaşır ve yeri gelir pes etmesini de bilirler. Cameron Mitchell, Vala Mal Doran, Jonas Quinn, General George Hammond, Usta Bra’tac, Elizabeth Weir, Jennifer Keller, Nicholas Rush, Everett Young, Matthew Scott, Eli Wallace, Tamara Johansen, Thor, Apophis, Ba’al, Anubis… Yazılmış derinlikli arka planları ve başarılı oyunculuk performaslarıyla Stargate evreninde herkese hitap eden, herkesin kendiyle özdeşleştirebileceği bir karakter mutlaka vardır.
Mitoloji Harmanı
Tarih dediğimiz şeyin hepimiz üzerinde karşı konulamaz bir çekiciliği var. Sonuçta eski uygarlıkların yaşayışlarını, keşiflerini, eserlerini ve inançlarını araştırmak her meraklı insan için keyif verici bir uğraş. Hele de bu mitolojiler bilimkurgusal bir perspektifle değerlendirildiğinde, ortaya çıkan ürünün tadı daha bir başka oluyor. Zaten bu tip konulara meraklı olduğumuz da bir gerçek. Örneğin Erich Von Daniken, “Mısır piramitlerini uzaylılar yaptı” dediği Tanrıların Arabaları kitabıyla dünya çapında sansasyonel bir etki yaratmıştı. İşte 1994 tarihli Stargate filmi de buna benzer bir iddia ile çıkageldi. Filmin kurgusuna göre Eski Mısır tanrısı Ra, gelişmiş teknolojiye sahip bir uzaylıydı ve Yıldız Geçidi adı verilen bir aygıtla insanları başka gezegenlere götürüp işçi olarak kullanmıştı. Konu öylesine merak uyandırıydı ki, filmin gişede hatırı sayılır bir başarıya imza atması gecikmedi.
Devamında çekilen diziler, başlangıç filminin bu mitolojik dokusunu genişleterek sürdürdüler. İşin içine Yunan, İskandinav, Roma, Mezopotamya gibi birçok mitoloji de dâhil edilerek tam bir şölen yaratıldı. Bir bölümde Eski Mısır’ın ölüm tarısı Anubis ile karşılaşırken, bir başka bölümde İskandinav tanrısı Thor‘u görebiliyorsunuz. Geçmişle bugünü başarılı bir bilimkurgu potasında eriten Stargate, özellikle mitolojiye meraklı seyirciler için bulunmaz bir nimet olmayı sürdürüyor. Uygarlık tarihimizde yer etmiş kadim mitolojik figürlerin sil baştan kurgulanması, sadece mitoloji meraklılarını değil, aynı zamanda her türlü gizemden hoşlananları da cezbedecek nitelikte. Tabii Stargate, geçmişin mitolojisini işlerken kendi mitolojisini yaratmayı da ihmal etmiyor.
Dozunda Mizah
Az ya da çok, mizah her yapımda aranan ana ögelerden biri. İsteriz ki karakterlerimiz, yeri ve zamanı geldiğinde şöyle okkalı bir espri yapabilsin. Stargate’in bu konuda bir hayli tatminkar olduğunu belirtmek lazım. Evet, Stargate’in tüm ana karakterleri espritüel tiplemeler. Hatta en somurtkan ve ciddi karakter olarak gösterilebilecek Teal’c bile, yeri geldiğinde espri yapmaktan geri durmuyor. Ama özellikle değinilmesi gereken bir karakter var ki, hâl ve hareketleriyle sizi eğlencenin dibine vurduracak. Tabii ki bu kişi Jack O’Neill’dan başkası değil. Usta aktör Richard Dean Anderson‘ın doğal ve rahat tavırları ister istemez canlandırdığı karaktere de sirayet ediyor. Hatta Stargate SG-1 yapımcılarından Brad Wright, bir belgeselde Anderson’ın yazılı repliğe bile uymadığından yakınırken gülümsemekten kendini alamıyor. Jack O’Neill çoğu zaman neşeli, ekip arkadaşlarıyla şakalaşmaktan tuhaf bir haz duyan, kafası basmadığı için bilimsel ve teknolojik izahatlara karşı aşırı alerjisi bulunan ilginç bir tip. Öyle zamanlarda yaptığı öyle espriler var ki gerçekten kalitesiyle baş döndürüyor.
Tabii es geçilmemesi gereken karakterlerden biri de David Hewlett tarafından canlandırılan Rodney McKay. Stargate Atlantis’in en eğlenceli karakteri olan Mckay; her şeyin en doğrusunu bildiğini iddia edecek kadar egomanyak, Wraith’lardan kaçarken arkasına bakmadan ateş edebilecek kadar da ödlek. Buna rağmen birçok bölümde günü kurtaran da yine kendisi. Stargate dizilerinin bu olmazsa olmaz mizah anlayışı, yer yer kendiyle dalga geçmeye bile dönüşebiliyor. Misal tüm evrende İngilizce konuşulmasından tutun da, faz değiştirip her türlü cismin içinden geçebilme özelliğine sahip bir varlığın nasıl olup da zeminden aşağı düşmediğine kadar pek çok şeye gönderme yaparken aslında kendini iğnelemekten de geri durmuyor.
Askeri Bilimkurgu
Askeri bilimkurgu, bilimkurgunun en çok işlenen alt türlerinden biri. Bu alt tür genellikle uluslararası, gezegenlerarası, veya evrenlerarası silahlı güçlerin çatışması üzerine kurulur. Robert A. Heinlein’in Starship Troopers (Yıldız Gemisi Askerleri) romanı, türün öncüsü olarak kabul edilmektedir. Ancak gerek Yıldız Gemisi Askerleri’nde olsun, gerekse Uzay Yolu’nda olsun, insanlığın geliştiğini ve düşmanlara karşı birtakım kurgusal silahlarla (lazerler, foton torpidoları vs.) mücadele verildiğini görürüz. Stargate ise bize bu tip bir gelişmiş dünya manzarası sunmaz. İnsanlığın teknolojik düzeyi günümüzle aynıdır ve doğal olarak uzaylılara karşı yapılan savaşlar da topla tüfekle gerçekleşmektedir. Elbette bu durum zaman içinde değişir ve keşif seferleri sonucu birçok teknoloji elde edilir. Ancak bu sizi yanıltmasın. Çünkü karakterlerimizi her daim bir MP5 ile savaşırken göreceksiniz…
Stargate, ABD ordusunu karakterize ederken mümkün mertebe gerçekçi olmaya özen göstermiş bir külliyat. Eğitim süreçleri, kullanılan silahlar, üniformalar, rütbeler, armalar, ast-üst ilişkileri tamamen gerçekçi. Hatta bu temsil öylesine güçlüdür ki, Stargate SG-1 dizisinin başrol oyuncusu Richard Dean Anderson, başarılı temsilinden dolayı ABD Hava Kuvvetleri Komutanlığı tarafından “onursal tuğgeneral” rütbesiyle ödüllendirilmiştir. Öte yandan kimi bölümlerde, konuk oyuncu olarak gerçek generallerin oynatıldığını da anımsatalım. Yani Stargate içerdiği askerî teknoloji, prosedür ve törenleriyle bu alt türün en başarılı örneklerinden biri.
Yaratıcı Düşmanlar
Stargate’i bu kadar çok sevmemizin en önemli nedenlerinden biri de mitolojisindeki uzaylı türlerin ve karakterlerin çeşitliliği. Dizi boyunca hemen hemen her bölümde ilginç bir yaşam formuyla karşılaşıyor ve onlara dair sıra dışı bilgiler ediniyoruz. Tabii böylesi uzun soluklu bir macerada düşman edinmemek olmaz. Hatta bu düşmanlardan bazılarının nefesini sezonlar boyunca ensenizde hissedeceksiniz. Stargate evreninin erken dönemlerinde karşımıza çıkan Goa’uldlar acımasızlıkları, sinsilikleri ve özellikle de iktidar hırslarıyla en çetin düşmanlardan. Özgün görünümleri bir çeşit yılanı andıran bu uzaylılar; egomanyak, kendilerini “Tanrı” kabul eden, insan ve unas gibi birtakım canlıların vücüduna yerleşip vücudun kontrolünü ele geçiren parazit bir tür.
Elbette Goa’uld, görülebilecek düşmanlardan sadece biri. Her şeyi silip süpüren ve neredeyse durdurulmaları imkansız olan Çoğalıcı adlı robotik varlıklar ile, yarattıkları dini evrene hakim kılmaya çalışan ve kendilerine tapınmayı reddedenleri helaka uğratan Ori’lar, Stargate evreninin öne çıkan diğer düşmanları arasında. Bir de modern vampirlerimiz olan Wraith‘ler var… İnsanların yaşam güçlerini emen bu canlılar, karizmatik oldukları kadar da tehlikeliler. İnanın bir Wraith ile tokalaşmak istemezdiniz.
Felsefi Doyuruculuk
Stargate, kimi bölümünde hayatın anlamını sorgulayan, kimi bölümünde gelecek öngörüleri sunan ve kimi bölümünde de din ve tanrı kavramlarına değişik bakış açıları getiren; aynı zamanda yanıtlanmak üzere pek çok soru da ortaya atan bir perspektife sahip. Birey nedir? Yapay zeka mümkün müdür ve eğer mümkünse bunun epistemolojik durumu nedir? Gelişmişlik nedir, kıstası ne olmalıdır? Hayatta ulaşılması istenen en değerli amaç nedir? İnsan zekasının bir sınırı var mıdır? Bu kadar farklı inanışın ortaya çıkma nedeni nedir? Gerçek bilgi nedir ve ona nasıl ulaşılabilir? Teknoloji yoluyla canlı fizyolojisine müdahale edilmeli midir, edilirse sonuçları ne olabilir? Güç tek bir kişinin ya da grubun elinde toplanırsa, bu durum ne gibi sonuçlar doğurabilir? Robotların varoluş hakları var mıdır? Aşağı uygarlıklara müdahale edilmeli midir?… Görüleceği gibi Stargate’de her türlü kallavi konuyla karşılaşmak mümkün.
Dahası Stargate SG-1’de karşımıza çıkan Orilar, günümüz dinlerinin adeta bir temsili gibidirler. Dinsel hoşgörüsüzlük, fanatizm, sahte tanrıcılık gibi kavramlar üzerine inşa edilmiş bir tür olarak, tüm bilimkurgu yapımları arasında farklı bir yerde durmaktadırlar. Oriların aksine tamamen bilime yönelen ve evrim geçirerek saf enerji formuna dönüşen Kadimler de, üzerine düşünülesi bir başka uygarlık modeli olarak belirir. Zincirin son halkası Stargate Universe dizisinde ise, evrenin oluşumu ardındaki gizem masaya yatırılmış ve felsefi yoğunluğu yüksek bir bulmacalar silsilesinin içine dalınmıştır. Kısacası Stargate, bilimkurguda felsefeden ve sağlam konulardan hoşlananlar için ideal bir seyirlik.
Özgün Teknoloji ve Güçlü Bilimsel Altyapı
Stargate’de göreceklerinizin sadece birer bilimkurgu fantezisinden ibaret olduğunu sanırsanız yanılırsınız. Çünkü yapımların ardında çok ciddi bir bilimsel birikim yatıyor. Örneğin pek çok bilim insanına göre, dizinin merkezinde yer alan ve yarattığı solucan delikleri ile gezegenler arası ulaşım sağlayan yıldız geçitleri teorik olarak mümkün. Ancak kararlı bir solucan deliğinin yaratılması, belli bir süre açık kalacak şekilde ayarlanması, içinden geçilebilecek kadar büyütülmesi ve diğer tarafta tekrar tek parça hâlinde birleştirilmesi gibi uygulamalar, hiç kuşkusuz çok ama çok üstün bir teknoloji gerektiriyor ve bizim şimdilik bunu nasıl gerçekleştirebileceğimize dair en ufak bir fikrimiz bile yok.
Neyse ki tüm bu teorik kurguların ardında Mika McKinnon gibi genç ve önemli bilim insanları var. Hatta Stargate dizilerinde Neil deGrasse Tyson ve Bill Nye gibi önde gelen bilim insanlarının konuk oyuncu olarak yer aldığını görüp şaşıracaksınız. Bu da dizinin popüler bilime katkısını ve camianın nezdindeki ağırlığını gösteriyor kuşkusuz. Uzun lafın kısası astronomi, kuantum, zaman yolculuğu, dünya dışı yaşam, kolonileşme, terraforming, uzayda seyahat, robotik, klonlanma, bilinç transferi gibi yüzlerce farklı konuda temeli sağlam kurgulamalar göreceğinizden hiç endişeniz olmasın.
Hâlâ duruyor musunuz?