the peripheral

Zihin-Beden Problemine Bilimkurgusal Bir Yaklaşım: The Peripheral

Amazon Prime Video’nun özgün yapımlarından olan The Peripheral, bizi 2032 yılına, klasik banliyö manzaralarının bolca görüldüğü bir Amerikan kasabasına davet ediyor. Ana karakterimiz Flynne Fisher (Chloë Grace Moretz), hasta annesine bakmakta ve savaştan yeni dönen ağabeyiyle parçalanmış ailesini ayakta tutabilmek için insanüstü bir mücadele vermektedir. Bu süreçte abisi sanal gerçeklik oyunlarıyla para kazanmaya çabalarken, Flynne ise gelecek vaat eden, zeki ve hırslı bir genç olmasına rağmen 3D baskı yapan mütevazı bir dükkânda çalışmaktadır. Hâliyle içinde bulunduğu çetin koşullardan ötürü beklentilerini yitirmiş, karamsarlığa sürüklenmiştir. Ancak işler beklenmedik bir noktada değişecek ve ağabeyi Burton (Jack Reynor)’ın dâhil olduğu bir platformdan gelecek cazip ve etkileyici teklifle yolculuğu başlayacaktır.

Dizinin dört bölümünü Vincenzo Natali, dört bölümünü ise Alrick Riley yönetiyor. Böylece, sezonun iki parçası izleyiciye birbirinden farklı birer yapım gibi sunuluyor. William Gibson’ın etkileyici romanından uyarlayan ise Scott B. Smith.

Bilimkurgunun en belirleyici özelliği, bilimsel meseleleri gündelik yaşama dair sorun ve çıkmazlarla bağdaştırarak işlemesidir. Sözgelimi Interstellar gibi filmlerde ya da Vakıf gibi kitap serilerinde bir yandan evrensel ölçekli sorulara bilimin imkânları ölçüsünde yanıtlar aranırken, öte yandan sıradan ailelerin çatışmalarına da değinilir. Bu da bilimkurgunun bilimi, bize dair konularla hemhal ederek insanileştirdiğinin ve boyut kattığının bir göstergesidir. The Peripheral da diğer bütün bilimkurgu yapıtlarında olduğu şekliyle bahsi geçen anlatı geleneğinden faydalanıyor. Hem izleyicinin hayal gücünü gemleyecek hamlelerle evreni her adımda zekice genişletiyor hem de duygu uçlarına dokunduğu derinlikli yaklaşımıyla hayali bir evrenin şartlarıyla kolayca bağ kurmasını sağlıyor. Bu yolla William Gibson gibi çağının çok ötesinde bir zihnin ürünü olan yapıttan akılda kalıcı ve kendini izlettirmeyi başaran bir dizi çıkarmayı başarıyor.

William Gibson denince, akla siberpunk gelir ve zihinlerde hemencecik kavramın bilindik genel tutumu belirir. Böylesi dünyalarda teknoloji giderek gelişir, serpilir ve zirve noktasına ulaşır. Gösterişli şehirler, araçlar ve aygıtlar göze çarpmakta, iştah kabartmaktadır. Ancak aynanın öteki yanına bakarsak, insan da araçsallaştığı için bireyin refah seviyesi de aynı ölçüde düşmektedir. Blade Runner ya da The Matrix bu türün belki de en ünlü yapımlarıdır. O evrenlerde bahsi geçen ve The Peripheral ile bağdaştırabileceğimiz araç tabiri ise eşyanın özneyle, yani insanla arasındaki ilişkiye dair birçok çıkarıma tekabül etmektedir. Normalde araçlar amaca ulaşmak için vardır, ancak örnek üzerinden gidersek, siberpunk evrenlerinde teknoloji hem araç hem de amaç işlevini görür. Bu bağlamda konu William Gibson gibi bir yazarın derinliğiyle birleştiğinde, teknolojinin insan hayatındaki yeri de doğrudan felsefî bir tartışmaya evriliyor.

Bugünden bakıldığında, teknolojinin en kritik rolü bir statü göstergesi oluşturmasıdır. Gibson’ın eserleriyle The Matrix’in bir başka ortak noktası da hiç şüphesiz Jean Baudrillard’ın savlarıdır. Baudrillard’ın Tüketim Toplumu’nda sözünü ettiğine benzer şekilde, Neo ile Flynne’in gerçeklik algılarını kıran yolculuklar vesilesiyle bireyin var olma sebebini kıymetli kılanın “tüketici” kimliği oluşundan dem vurulur. Nesneler çağında yaşadığımız gerçeğine sürekli olarak değinen Baudrillard, insanın da özneliğinin değişimine vurgu yapar ve değer yitiminin yaşamını baştan aşağı şekillendirdiğini iddia eder. Yine Guy Debord’un deyimiyle gösteri toplumuna pornografik bir gösteriş hâkimdir ve içi boşaltılan bütün kavramların ardında devasa hiçlikler görülmektedir.

Dolayısıyla kişi tüketmeden var olamaz, tükettiği müddetçe de tükenmeye mahkum hâle gelir ki, yaşamı zaten görülmekten ibaret olduğundan giderek solması kısır döngüye girmesine yol açar. Bundan dolayı kişinin kendi benliğine yüklediği ne varsa, başarının yanı sıra bir kusur yahut hatadır da aslında. Her an kirletir, yok eder. “Peripheral” kelimesinin etimolojik incelemesine bakıldığında, inorganik yapıdan ibaret siborg avatarlara karşılık geldiği görülür. Diziye ismini veren geçici suretler de bu tüketim anlayışının ve sonuçlarının bir tezahürüdür. Yok olmaya doğan önemsiz ruhlardır.

2099 yılına geçtiğimizde işleri karıştıran da tam olarak günümüzden ya da belirsiz bir zamandan yansıyanların müşterek oluşu gerçeğidir. Teknolojinin iyiden iyiye ilerlediği geleceğe bir şekilde adımını atan Flynne, basit bir simülasyonda olduğunu sanırken aslında geleceğe gittiğini öğrenir ve olaylar da gitgide çetrefilleşir. Duyuların yanılgısı, algının seçiciliği ve olgudan bağımsız kişiye bağlı oluşu… Bir çeşit yanılsamalar bütünü, Baudrillard’ın tabiriyle simülakr, yani gerçeğin çölüyle yalanın vahası arasında kalmak ve seraplarda gezinmek… The Peripheral’ın gözlerle yapılan bir nevi tebdil-i mekân vurgusuna sahip oluşu, bu noktada daha da önem kazanır. Ki böylesi yolculukların günümüzde mümkün oluşu bile pek çok etik meseleyi gündeme getirmekte gecikmez.

Dizide bahsi geçen Peripheral, çoğunlukla yapay zekâ tarafından kontrol edilmekte ve kimileyin bir insan tarafından da yönlendirilebilecek şekilde tasarlanmaktadır. İşte Flynne’in önce abisinin suretiyle, sonra da kendi beden yapısından uyarlanan avatarla atıldığı macera, kişinin kimliğini oluştururken dayanak bildiği normların da yıkımını ortaya çıkarmaktadır. Beden ve zihin arasında zamanı aşan bir açmaz yaratırken, diğer yandan çok eski bir tartışmayı da gündeme getirmektedir: Zihin-Beden Problemi…

Felsefe tarihi, Descartes dâhil pek çok filozofun bedenle bilinç arasındaki soru ve çıkarımlarıyla maruf. Bilimkurgusal yapıtlarda bunun yansıması ise bilinçle beden arasındaki iletişimin ve bunun algıya tesirinin hakkında bilimsel sorgulamalar yürütülerek inşa edilir. Zaten insanın yolu budur, yaşamı boyunca kendini tanımları üzerinden yorumlar ve bu vesileyle yaşama dair çıkarımlarda bulunur. Böylelikle bir nevi deneylerin şekli değişmiş ama özü aynı kalmıştır; bu da zamanla göstermiştir ki basit bir değiş-tokuş bütün tanımları alt üst ederek her şeyi kolayca değiştirebilir. Zaman, beden, bilinç ve hatta doğrudan varlık bile tartışmaya açılabilir.

Wachowskiler’in, The Matrix için bedenden kurtuluşa alegorik yorum demesi bu bakımdan anlamlıdır. Algımız gerçeğimizi belirliyorsa, algıyı değiştirmekle neler yaşanacağına dair fikrimiz var mıdır? Yahut bu meseleyi ne denli derin işleyebiliriz? İşte dizinin odak noktasında bulunan Peripheral mefhumu da bu hususta karşımıza çıkmakta. Yine Baudrillard, “Tercihler rastgele yapılmaz, toplumsal olarak denetlenir ve içinde gerçekleştikleri kültürel modeli yansıtır,” der. Öğrendiğimiz ne varsa, kararımızı ve peşi sıra vaktiyle kaderimizi şekillendirir. Öğrendiklerimiz de yaşadığımız çağın şartlarıyla doğrudan ilişkilidir. Yani ne düşünürsek düşünelim, zamanımızın insanı olmaktan öteye geçemeyiz. Zamansal geçişlerle değişen şartlar ise bu beden-bilinç sorunsalına dair yaklaşımları gözler önüne sererek derin çıkmazlarla baş edilmesi zor soruları meydana getirir. İşte asıl kritik mesele, bu vaziyetin yaratması muhtemel çatışmalardır.

Kısacası The Peripheral, felsefî bilinç deneylerini bilimkurgusal öğeler yoluyla harmanlayan ve ortaya da önemli sorular koyan göz alıcı bir yapım…

Yazar: Emre Bozkuş

ben bir şarkıyım/atlas denizlerinden geldim/önümde dalgalar vardı/arkamda dalgalar/dalgalar bitince/ben de biterim

İlginizi Çekebilir

80’li Yılların Black Mirror’ı: William Gibson’dan Yanan Krom

“Her şey bir sahneden ibaretti, gelecekteki yaşamı sahnelemek üzere özenle seçilmiş bir dizi dekordu.” 1948 …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin