Ucuz Demol Tatili | Aydar Sahi (Kısa Öykü)

Demol Gezegeni belki dış baskılardan yıldığı, belki de kendi kendine yetmekte zorlandığı için yönetimde büyük değişiklikler yapmış ve sonunda Birlik’e katılmıştı. Öte yandan turistleri sevmeyi belli ki henüz öğrenmemişlerdi. Vize için bizi günlerce uğraştırdıkları yetmiyormuş gibi daha karşılama istasyonunda, gözümüzden kaçan önemsiz bir protokol yüzünden, çocuk gibi azarlandık. Ez’imoff’u gezegenin iki uydusunun da dışına park etmek zorunda kaldık ve servis jetlerinde yer bulmak çok zor oldu, ayrı ayrı geldik. Peki burada ne işimiz mi vardı?

Bunun yanıtını karıma bırakmam gerekir ya neyse… Kendisi sıradan tatil yerlerinden çok çabuk sıkılır; nerede tekinsiz, sıkıcı ve rahatsız bir yer varsa oraya gitmek ister. Burayı da bir iş arkadaşı çok övmüş; günübirlik turları, turistler için kursları çok iyiymiş falan.

Ez’imoff’u yörünge istasyonuna yanaştırabilseydik ben oradaki dükkanları bahane ederek geride kalacak, kendime bir bakım-onarım işi uyduracaktım.

Otel odamız stoacı bir filozofun ofisini andırıyordu. Somurtarak başımı iki yana salladım, Sara bana aldırmadan eşyaları yerleştirmeye girişti. Dar ve sert iki yatak, çeşitli kürklerle kaplı mobilyalar… İçerisi de iyi temizlenmemişti. Oluşturucudan tuhaf bir koku geliyordu. Bizden önce kalanlar baharatlı yemeklere düşkündü demek.

Havalandırmanın komutlarını öğrenmek için masadaki broşüre gittim, ardından vazgeçip balkon kapısını açtım. Ben tatile çıkmayı oldum olası sevemedim. Böyle yerlere gelmeyi hiç anlamıyordum, pekala kredilerimizi biriktirip bizim külüstürü yenileyebilirdik; ama şimdi buradaydık ve bu tartışmayı yeniden açmayacak kadar kafam çalışıyordu.

Ciğerlerime dolan temiz hava beni biraz neşelendirdi. Ayrıca, başka her şey kötü olsa bile manzaraya diyecek yoktu. Demol’ün güneşi ufuktaki alev denizinde şaşırtıcı bir hızla yitip giderken, mavinin çeşitli tonlarına bürünen dağlar görülmeye değerdi. Sara’nın elinden düşürmediği kitaplarda anlatılan yerler gibiydi. Böyle tatillere çıkmamızın ve örgü, resim, yemek pişirme kurslarına katılmamızın nedeni de hep o kitaplardı sanırım.

İçeri döndüğümde Sara ışıkları yakmamıştı, ses yoktu, resepsiyona mı inmişti? Bir yandan masada broşürü aranırken bir yandan şansımı denedim: “Hey ışık!” Tık yok. “Işıkları aç!” “Bilsiyayar, ışık!” “Işıklar!” Sonunda broşürü buldum, ekranın soğuk mavi aydınlığında komutları tararken omzumdaki bir dokunuşla irkildim.

“Işık getir!”

Sara muzip bir gülümsemeyle beni karşıladı. Minicik bir şort, kırmızı çizmeler giymiş ve bikinisinin üzerine sayısız cebi olan kısacık bir yelek geçirmişti. Ona biraz küçük gelen şapkasının altından sapsarı saçları taşıyordu.

“Yarın biraz balığa çıkmaya ne dersin?” dedi ve ellerini beline koyup durduğu yerde yavaşça döndü.

Birkaç saniye izledikten sonra onu kendime çektim.

“Işık getir?”

Kendisini kollarıma bırakıp kıkırdadı:

“Burada öyle diyorlar. Ne tuhaf, değil mi?”

Evet, ama tek tuhaflık konuşma biçimleri değildi, bunun öteki tuhaflıklar yanında önemsiz kaldığını bile söyleyebiliriz. Sara resepsiyondaki monokllü kadınla – dikkatinizi çekerim, monokl – konuşurken ben koltuklardan birine yerleşmiş, tutacağımız balıkların hayaliyle kendimden geçmiştim. Bu erken saatte bizden başka dört kişi daha vardı, belli ki onlar da evliydi, belli ki onlar da gece rahat uyumamıştı, belli ki onların da bir iş arkadaşı burayı önermişti, belli ki…

Sara döndü:

“Rehberi beklememiz gerekiyor, birazdan gelecekmiş. Servis jeti altı kişilik, tekne de öyle. Bizi buradan alıp bir adaya götürecekler. Ada kooperatifinde bilgilendirilme ve eğitim varmış.”

“Balık tutma eğitimi mi?”

“Evet, birtakım şeyler işte.”

Rehber kırk beş dakika sonra geldi, kendisini Tenmar olarak tanıttı. Özür diledi ve gecikme nedenini ayrıntılara girerek açıklamaktan geri durmadı. Onu dinlerken hepimiz başımızı salladık. Diğerleri bizden daha iyi baş sallıyorlardı. Adamın aksanını sökmek kolay değildi. Anladığım kadarıyla durum şuydu: Neymiş, balık sürüleri yer değiştiriyormuş, neymiş bizim kendi gezegenlerimizde yerleşim yeri kısıtlamaları varmış ya, onlarda okyanuslar için de geçerliymiş bunlar, balıkları ürkütmek olmazmış, rota kurgulayıcı bilgisayar güncellemeye girmiş, rehberler jetleri eski sonarlar aracılığıyla dolambaçlı yollardan geçirmek zorundaymış…

Sonunda küçük jetin arka koltuğuna yerleştiğimizde içim içime sığmıyordu. Yirmi yıldır balık tutmamıştım. Bana olta kullanmayı Sara’nın babası öğretmişti. Biz on beş yaşımızdaydık ve aynı okula gidiyorduk. Gölden dönerken babasına çaktırmadan onu öpmeye çalıştığım aklıma geldi, bunu şimdi de yapmaya çalıştım ve Sara düşüncelerimi okumuş olmalı ki tıpkı o zamanlar yaptığı gibi kafasını kaçırıp işaret parmağını salladı.

Jetin okyanusa ulaşması birkaç dakikayı geçmemişti. Demol’de kara parçaları gerçekten küçüktü. Rehberimiz Tenmar, sonarın biplemelerine göre bizi görünmez bir labirentin duvarları arasında dolaştırırken anons düğmesine bastı ve bir terslik çıkmazsa bize atanan adaya – Öyfar’a – doksan dakikada varacağımızı söyledi.

Onu anlamakta güçlük çektiğimizi görünce Dünya aksanı kullanmaya özen gösterir olmuştu, ben bunu bir yandan gülünç bir yandan güzel buluyordum. Tenmar balık tutmaya gelen turislere rehberlik yapmak için aşırı eğitimli birine benziyordu. Gezegendeki az sayıda deneyimimden yola çıkarak şunu söyleyebilirdim: Burada hemen herkes işinin gerektirdiğinden fazla nitelikliydi. Bu yüzden mi sürekli somurtuyorlardı?

“Senin onlardan aşağı kalır bir yanın yok,” dedi Sara.

Tüh. Yine sesli düşünmeye başlamıştım. Heyecanlanınca böyle oluyordu. Utanarak başımı çevirdim ve iri dalgaları izlemeye koyuldum.

Öyfar Balıkçı Kooperatifi epey büyüktü. Jetimiz alçalırken oluşan bulutların arasından görebildiğim kadarıyla adanın hemen hemen tüm kıyı şeridini kaplıyordu ve okyanusa uzanan boy boy sayısız iskele adayı pusmuş bir kirpiye benzetiyordu. Balıkçı teknelerinin küçüklüğü de dikkat çekiciydi, büyük tekneler yok denecek kadar azdı. İndiğimiz alanın epey uzağında, iskelesiz kıyının açığına demirlemiş kocaman gemiler büyük olasılıkla donanmaya aitti.
Eğitim alacağımız yapıya yürüdük Havadaki koku ve gelip giden tekneler olmasa balıkçılık akla gelmezdi. Ne ağlarla, şamandıralarla süslü duvarlar ne de deniz kabuklarıyla çevrili bahçeler vardı. Asfalt dar sokaklarda karşılaştığımız tek tük kişi de – tıpkı rehberimiz gibi – kravatlıydı.

Neyse ki bilgilendirilme ve eğitim çok uzun sürmedi. Bu sezonda yakalamayı umabileceğimiz iki tür balık vardı. Dibe yakın avlanacaktık. İlişken sularda zoka kullanmayı bilmeyenlere temiz havanın tadını çıkarmaları öğütleniyordu. Bizi açığa götürecek teknenin adı Fnösnügg’dü.

Altı turist yarım saat sonra 3284. iskelede teknemizi bulunca bir sürprizle karşılaştık. Kaptanımız, gömlekle kravatının üzerine turuncu bir yağmurluk geçirmiş Tenmar’dan başkası değildi. Öbürlerini bilmem, ama ben bu adama ısınmaya başlamıştım. Herkes güverteye çıkınca Sara, her zamanki gibi, bir sohbet başlattı. Ben Tenmar’a yakın durdum. Pek konuşmuyordu. Ben de konuşmuyordum. Böyle iyiydi.

Az önce öğrendiğimiz üzere teknemiz gezegende yüz yıldır kullanılagelen bir modeldi. “Littstill” denen bu tekneler saydam alüminyum yelkenler ve sessiz hava motorları kullanıyordu. Sanırım kısıtlı kaynaklar bu gezegenin sakinlerini doğaya aşırı saygı duymaya zorlamıştı.

Çok geçmeden turistlerden biri yanımıza sokuldu. Berk adındaki adam eşiyle birlikte ACB Sistemi’nden geliyordu ve oturduğu yerde su bulunmuyordu. Okyanusu, tekneleri ve balıkları yalnızca filmlerden tanıyordu.

“Astroid kuşağından buz taşıyan madenciler bu okyanusu görse ağlardı,” dedi.

Tenmar onu sabırla dinledi, kendisi de ACA ve ACB sistemleriyle ilgili birkaç soru sordu. Çok yıldızlı sistemler konusunda hayli bilgili görünüyordu.

Ben sandıktaki oltaları düşünüyordum. Onlar da tekne kadar antikaysa bugün şansımız yaver gitmeyebilirdi. Bu arada kaptanla Berk balıklardan konuşmaya geçmişti.

“Rellmak,” dedi Tenmar, “epey küçük bir balık, bir kol boyunda ya var ya yok. Fakat karnının altında, nasıl diyorsunuz, hazne var, bu sıkıştırılmış gazı kullanarak…”

Kulak kabarttım. Bu balığı belgeselde görmüştüm. Zokaya yakalandığı zaman çok çırpınıyor, avcıyı epey yoruyordu; ama en önemli özelliği “gazlaması” idi. Tenmar’ın da dediği gibi karnındaki sıkıştırılmış gazı kullanarak büyük bir hızla atılıyor, bazen oltadan kurtup gidiyordu. Bu gezegende zokaları balıkların kolayca kurtulacağı biçimde tasarladıklarından kuşkum yoktu her nedense.

Tenmar konsoldaki mikrofonu kullanarak “Geldik,” diye kısaca bildirdi ve sessiz hava motorlarını ayarlayıp tekneyi bulunduğumuz yere şöyle böyle sabitledi. Derken sandık açıldı ve oltalar dağıtıldı. Zokalarımızın üzerinde 20 yazıyordu, umarım bu çekebilecekleri balık ağırlığıdır diye düşünmeden edemedim. Tenmar’ın açıklamasına göre zokanın pil süresi otuz dakikaydı ve menzili yüz metre derinliğe dek yatay düzlemde iki kilometreydi, derinlik arttıkça bu uzaklık azalıyordu. Oltalar ise iki yanında denetimler bulunan birer ekrandandan oluşuyordu, aile tipi uzay gemisi ehliyeti olanlar için bu oltaları kullanmak çocuk oyuncağıydı.

Diğerlerinin biraz açığında durup zokamı usulca suya indirdim. Radyo oltamın ekranında dört ayrı kamera akışı belirdi. Teknenin hemen altında su çok berraktı. Zokayı üç yüz metre doğuya ilerletip dibe doğru bir dalış yaptım. Güzel bitkiler ve kaya oluşumları görme umudum ürkütücü bir karanlığa saplanıp kaldı. Bu sırada, sonarını kullanan kaptanımız turistlerin zokalarını balıklara yönlendirmesine yardım ediyordu. Ben kulak asmadım, ama yanımdaki adamın birkaç dakika sonra çektiği iri balığa kıskanarak bakmadım diyemeyeceğim.

Birkaç irili ufaklı balık daha yakalandıktan sonra sıkılmaya başladılar, oltaları ağır bulan kadınlar kenara çekilmişti. Sara ayıp olmasın diye onların yanına gitti, ama balık tutmayı istediğini yüzünden okuyabiliyordum. Ben su altının büyüsüne kendimi kaptırmış, zokamla keşfe çıkmıştım, bu sırada yine kendi kendime konuştuğum için olacak, boğazım kurumuştu.

“Sevgilim,” dedim. “Bana bir içecek getirir misin?”

“Hangisinden istiyorsun?”
“Adını unuttum şimdi. Kırmızı kutuydu galiba. Neyse, gelip oltayı tutarsan ben alırım.”

İçeceğim elimde döndüğümde Sara güverteye oturmuş, oltayı bacaklarının arasına sıkıştırmış, ekrana bakıyordu.

“Bir şey oldu,” dedi.

Olan şuydu: zokaya bir balık vurmuştu. İkinci ve üçüncü kameralar fırlatılmış olmalıydı, ama çok hızlı bir balıktı bu. Görüntü kesilmeden önce yalnızca bir dalgalanma görmüştü Sara. Şimdi ekranda yalnızca bir numaralı kamera vardı ve ne olduğunu çıkaramadığımız bu görüntü balığın ağzının içinde kanlı bir noktaydı muhtelemen.
Oltayı kaptım. Tenmar da yanımıza gelmişti.

Sara’dan olayı dinleyince “Bütün tutucuları kökle,” dedi.

Beni ne sandığını sormak geçti içimden, ama kendimi tuttum. “Baksana şuna,” deyip ekranı gösterdim.

İki elini kafasına götürdü. “İnanmaya gelmez,” dedi. “Bu mevsimde.”

Ona kalırsa bir spökpolar yakalamıştık. Bu aşağı enlemlerde çok ender görülürdü, ama yakalamıştık işte. Büyük olasılıkla zokayı alıp gidecekti, onu menzilde tutmak mümkün değildi.

Şimdi herkes çevremizi sarmıştı. Olta Sara’yla aramızda mekik dokuyordu. İticiler ve tutucuları değişik dokularda çalıştırarak Bay Spökpolar’ı zokanın menzilinde tutmaya çabalıyorduk.

Ellerini çırpan Tenmar dümene yöneldi. “Yok,” dedi. “Zokanın ardından uzun bakın. Gitti artık.”

Ben vaçgeçmeye her nedense gönüllü değildim. Karım ya benim huyumu bildiğinden ya da olağanüstü biri olduğundan oyunuma katılmıştı, o da oltayı bırakmaya yanaşmıyordu. Turist değil miydik, eğleniyorduk…

Derken direncimiz kırıldı. On beş dakika geçmişti ve zokanın, alıcılarının çoğu gibi, uzaklık okuyucuları da devre dışı kalmıştı: Balığın yarı yolu geçtiğine, pilin yetmeyeceğine kesin gözle bakabilirdik. Oltayı yeniden Sara’ya devrettim. Küpeşteye yaslanıp tadı çileği andıran içeceğimi yudumladım.

O sırada sular yarıldı. Ve neredeyse teknemiz kadar – tamam, balıkçı abartısı var işin içinde, belki biraz daha küçük – bir balık yüz metre kadar önümüzde takla attı. Derisi yarı geçirgendi ve organları güneşte bir çiçek dürbünü gibi parlıyordu.

“Yavaybe!” diye haykırdı Tenmar. “Spökpolar! Hem de dişi!”

Sonradan öğrendiğimize göre dişiler erkeklerin iki katı oluyordu ve yakaladığımız balık zokanın menzili içindeydi kesinlikle.

Tenmar koşarak yanımıza geldi. Oltayı Sara’dan almak için can atıyordu, ellerini ceplerine sokup çıkardı, balığın bir daha yüzeye çıkacağı yeri kestirebilmek umuduyla çevreye bakındı.

Sara iticilerle tutucuları biraz daha ayarladı. Islak alnına yapışan saçlarının rengi koyulaşmıştı. Tıpkı bir çocuk gibi gibi uğraştığı işe varını yoğunu veriyordu. Dilini çıkarıp ısırmadığı kalmıştı bir tek. Bu sırada balık pruvanın hemen açığında yüzeye çıktı. Herkes haykırdı. Ben bakana dek dalıp gitmişti. Balığı gören Sara gözlerini kocaman açtı ve hiç düşünmeden oltayı Tenmar’a uzattı.

“Yok,” dedi Tenmar. “Av senin.”

Sara gülümseyerek başını salladı. Birkaç dakika sonra kakıçlar ve kriko robotları kullanarak spökpoları güverteye çıkardık; bize yer kalmamıştı, balığın kuyruğu teknenin arkasına takılmış devasa bir hilal gibi parlıyordu. Derisi kuruyunca saydam sarısı yerini mat bir yeşile bıraktı.

Bu sırada Tenmar kooperatife bilgi verdi. Söylediğine bakılırsa bizi bir gazeteci ordusu karşılayacaktı. Su Ürünleri Bakanı bile gelebilirdi.

Sara gelip elimi tuttu, “Yarın örgü kursuna geliyorsun, değil mi?” diye sordu.

“Kesinlikle,” dedim. “Hiç kaçırır mıyım!..”

Kapak Görseli: Giorgi Kadagishvili

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

nebula

Spinoza’nın Hayaleti | Varlık Ergen (Kısa Öykü)

Varsayım. Bu kelimeyi herhangi bir yerde herhangi bir insandan duymuşsundur. Hatta sen de sık sık …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et