Sophie Barthes’ın yönetmenliğini üstlendiği The Pod Generation, yakın gelecekteki insan üremesini merkezine alıyor. Game of Thrones‘tan hatırladığımız Emilia Clarke, başrolü The Man Who Fell to Earth dizisinden de tanıdığımız Chiwetel Ejiofor ile paylaşıyor.
Film, teknolojinin olumsuz ve distopik yönlerine eğiliyor. Çok da uzak olmayan bir gelecekte teknoloji devi Pegazus, çiftlere hamileliklerini ayrılabilir yapay rahimler veya kapsüller aracılığıyla paylaşma fırsatı sunuyor. New York’ta yaşayan çiftimiz Rachel ve Alvy, hiç beklemedikleri biçimde bu sürece dâhil oluyor. Rachel büyük bir şirketin tepe yöneticileri arasındayken, eşi Alvy ise botanikle uğraşıyor. Rachel bir süredir çocuk sahibi olma hayali kuruyor ve çalıştığı yerin de dolaylı desteğiyle Pegazus şirketiyle temasa geçiyor. Ardından da eşi Alvy’yi bu “hamileliğe” ikna ediyor. Alvy başlangıçta sürece kuşkuyla yaklaşıyor, ancak bir süre sonra baba olmaya kendini hazırlıyor. Ne var ki çiftimiz, bu “özgürleştirici” projenin yarattığı duygusal, ekonomik ve toplumsal problemlerle uğraşmak durumunda kalıyor.
Yapay Rahimler ve Kadınların Değişen Toplumsal Rolü
Filmin merkezine yerleştirdiği yenilik ise yapay rahimler. Bilindiği üzere insanlığın üremesi, kadınların hayli zorlu bir sürecin merkezinde olmasını gerektiriyor. Dokuz ay süren hamilelik, çocuğun büyümesi ve anne bakımına ihtiyaç duyması, kadınlar için çok özel bir deneyim olduğu kadar zorlu ve yıpratıcı da. Yapay rahimler yoluyla hamilelik ise kadınların bu “yazgısını” değiştiren bir teknolojik yenilik olarak sunuluyor. Yapay rahimler, tıp ve biyoteknoloji alanındaki ilerlemelerin bir sonucu olarak geliştirilen teknolojik cihazlar. Bu cihazlar genellikle kısırlık tedavisi için geliştiriliyor ve bazen de gebelik sürecini desteklemek amacıyla kullanılıyor. İnsan geleceğine etkileri ise çeşitli açılardan değerlendirilebilir. Film de zaten görece bu konuları farklı perspektiflerden ele alıyor.
Öncelikle kısırlık tedavisi çocuk sahibi olmak isteyen ancak çeşitli sorunlar nedeniyle hamile kalamayan kadınlar için bir fırsat yaratıyor. Yapay rahimler, hamilelik ve doğum süreçlerini kontrol etmek için daha fazla seçenek sunuyor. Bu, bazı durumlarda gebelikle ilgili riskleri azaltıyor ve anneyle bebeğin sağlığını arttırıyor. Aynı zamanda bebeğin cinsiyetini belirleme imkânı veriyor ve insanın konumunu çeşitli açılardan “tanrısal” bir niteliğe evriltiyor. Kısacası, hamilelik ve çocuk sahibi olmayı salt kadınlara ait bir yazgı olmaktan çıkarıyor. Filmde en öne çıkarılan biçimiyle yapay rahimler, kadınların doğurganlık dönemlerini kariyerlerine daha uygun bir şekilde yönetmelerine olanak tanıyor. Böylece kadınlar, doğurganlıkla ilgili sınırlamaları daha esnek bir şekilde deneyimleyebiliyor ve kariyer hedeflerine odaklanabiliyor. Rachel da ailenin ekonomik yükünü sırtlanmış kişi olarak bir yandan başarılı seyreden kariyerine devam etmek, bir yandan çocuk sahibi olmak istiyor.
Pazarlama Mantığı ve Etik
Başlangıçta çığır açısı olarak görünen bu teknolojik yenilik, zamanla olumsuz bir yapıya bürünmeye başlıyor. Filmin söylemi bu konuda eleştirel bir niteliğe bürünüyor. İlk eleştiri, yapay rahimlerin kullanımıyla ve hamilelik sürecinin doğallıktan uzak olmasıyla ilgili. Bu durum, en tipik biçimde kadınların bilinçaltından gelen ve rüyalarına yansıyan mesajlarda ortaya çıkıyor. Her ne kadar Pegazus şirketi ve gelecekteki yapay zekâya dayanan ruhsal danışmanlık işlemleri aksini iddia etse de, içgüdüler bu sürece karşı duruş geliştiriyor. Sadece Rachel değil, pek çok kadın bu olumsuz mesaj ve rüyalarla başa çıkmaya çalışıyor. Mesajların görmezden gelinmesi, filmin hangi tarafta durduğunu da ortaya koyuyor.
İkinci unsur, gelecekte toplumsal yardım ve sosyal devlet anlayışından uzaklaşıldığı eleştirisi. Pek çok kafası karışık çift, “sıraya” alınan şanslı anne-baba olmak istese de sürecin yönetiminde kamunun ve siyasal öznelerin pek bir etkisi yok. Dahası, şirketin konuya kâr mantığıyla yaklaşması, anne baba adaylarını sıklıkla manipüle etmeye çalışması ve genelde öznel ve insanlığa ait önemli bir yön olan rüya göremeyen çocukların durumunu ele alış biçimi gibi konular olayı daha da pekiştiriyor. Rüyalar pek tabii bilinçaltına inen yönleriyle benlik ve kimlik duygumuzu inşa eden özel insani yetenekler olarak sunuluyor ve insani nitelikleri tartışmaya açılmasa da rüya göremeyen çocukların durumu önemli bir noksanlığa işaret ediyor. Şirket ise tüm bu eleştirileri hemen geçiştiriyor, rahmi kendi malları olarak görüyor ve hiç de şeffaf olmayan bir biçimde süreci yönetmeye çalışıyor.
Teknolojiye Nasıl Uyum Sağlayabiliriz?
Yönetmenin konuya yaklaşımı, olguları ve yenilikleri kabul eden ancak bu teknolojik yeniliklere karşı da şüpheci olmamız gerektiğini vurgulayan bir tarzda. Barthes, uzun vadede yapay rahimlerin yaygınlaşmasını önemli bir teknolojik yenilik olarak zorunlu görüyor. Kadınların bireysel ve toplumsal ilişiklerinde rahatlık yaratıcı yönlerine dikkat çekiyor. Öte yandan ahlaki, toplumsal ve ekonomik saiklerle işleyen sürecin hızla bir distopyaya evrilebileceğine ve insan doğasını aşındırabileceğine dikkat çekiyor.
Sonu özellikle askıda kalsa da, filmin öngördüğü gibi yakın gelecekte iyiden iyiye hayatımıza girecek olan bu konu, yapay zekâ ve insanlar arasındaki ilişki hakkında düşünmek için iyi bir fırsat yaratıyor..