“…Baudelaire, 1860’ların başlarında kendi dergisinde şunları yazıyordu: ‘Günü, ayı ya da yılı ne olursa olsun, herhangi bir gazeteyi açıp da herhangi bir haberin herhangi bir satırında insanın sapkınlığının en ürkütücü izlerini görmemek imkânsızdır… Her gazete, ilk satırından son satırına kadar, bir dehşetengiz olaylar silsilesinden başka bir şey değildir. Savaşlar, işlenen suçlar, hırsızlıklar, cinsel sapkınlıklar, işkenceler, prenslerin, ulusların ve tek tek insanların kötülükleri; tam anlamıyla evrensel bir vahşet orjisi. İşte, uygar insanlar her gün sabah öğünlerini yemeye bu iğrenç iştah açıcılarla başlıyorlar.’ Baudelaire bu satırları kaleme aldığı zaman gazetelerde henüz fotoğraf basılmıyordu. Ama onun, ‘burjuva’nın dünyanın dehşetlerini anlatan sabah gazeteleriyle kahvaltı masasına oturmasına getirdiği eleştiri, şimdilerde sabah gazeteleri ve televizyon aracılığıyla bizi hissizleştiren, giderek normal sayar hâle geldiğimiz dehşete maruz bırakılışımıza yönelik çağdaş eleştirilerden pek de farklı değildi. Yeni teknolojiler bizi dur durak bilmeyen bir bombardımana tutmaktadır ve biz kayıtsızca izlemeye devam ettikçe onların da bize felaket ve vahşet görüntüleri yağdırmaya devam edeceklerinden şüphe edilmemelidir.” Susan Sontag / Başkalarının Acısına Bakmak
Sontag’ın aktardığı üzere Baudelaire’den 60 yıl önce William Wordsworth de buna dikkat çekmişti. Şair, ülke genelinde duyulan büyük olayların, tekdüze hayat süren insanlarda olağanüstü durumlara karşı bir açlık ve beklenti uyandırdığını ve bu açlık, iletişim kanallarıyla doyurulmaya devam ettikçe de halkın duyarlılığının her gün daha fazla yozlaştığını söyleyip bu durumu sert bir dille eleştirmişti. Ona göre bu merak tatmin edildikçe aşırı uyarılan insan zihni olayları sağlıklı analiz edemiyor ve vahşi bir tembelliğe sürükleniyordu.
Yani ileri görüşlü şairlerin günümüzden tam 224 yıl önce yakınmaya başladığı sosyal yozlaşmanın bugün bu boyutlara varabilmiş olması şaşırtıcı değildir. Başka insanları, hayatları ve acıları merakla izleme çılgınlığı henüz gazetelere fotoğraf bile basılmayan yıllardan; attığımız her adımın dünyanın öbür ucuna naklen ulaştığı bugünlere bağıra bağıra gelmiştir. Peki, günümüz teknolojisinin de ötesine geçildiğinde bu çılgınlık daha nasıl akıl almaz formlara evrilecek? 1980 yapımı La Mort en direct bu soru karşısında kurgulanmış oldukça güzel bir cevap. İngilizce adı “Death Watch” olan, dilimize “Naklen Ölüm” ve “Ölümü Beklerken” isimleriyle çevrilen filmde, yakın gelecekte insanların merakı ve dram açlığının teknolojinin de şımartmasıyla nerelere varabileceği gözler önüne seriliyor.


Fransız yönetmen, senarist ve yapımcı Bertrand Tavernier’nin, İngiliz yazar David G. Compton’ın 1974’te yayımlanan “The Unsleeping Eye” (İngiltere basımlarındaki adıyla: The Continuous Katherine Mortenhoe) romanından uyarladığı film, Truman Show’un karanlık ve trajik bir öncüsü sayılabilir. Öncelikle yazar David Compton’dan bahsetmek gerek. Yakın zamanda, 10 Kasım 2023’te hayatını kaybeden yazar, eserlerinden hiçbiri Türkçeye çevrilmediği için Türk okurunun aşina olmadığı bir isim olsa da üretken ve tarz sahibi bir bilimkurgu emektarıydı. La Mort en direct dışında 1983 tarihli Brainstorm filmi de ismi zikredilmese de Compton’ın Synthajoy romanından açıkça esinlenmiştir. Ünlü yazar Theodore Sturgeon, The Unsleeping Eye için “Olağanüstü vaatlerinin tamamını yerine getiren bir roman” ifadesini kullanarak yazarını övmüştür. Tavernier filmde, her biri farklı tarza sahip ünlü oyuncuları başarıyla bir arada toplayıp uyumlu bir iş ortaya koymuş. Filmin başrolünde efsanevi oyuncu Romy Schneider’i görüyoruz. Schneider’e tecrübeli aktörler Harvey Keitel ve Harry Dean Stanton eşlik ediyor. Yine çok önemli bir ismi, Max von Sydow’u da finale doğru doyurucu ve teatral bir performansla izliyoruz.
Film yakın geleceğin İskoçya’sında geçiyor. Hastalıktan kaynaklanan ölümlerin neredeyse tamamen ortadan kalktığı, insanların yalnızca yaşlılıktan ya da kazalar gibi harici sebeplerle öldüğü bir dünya öngörülüyor. Yani eski usul ölümler halkın gözünde marazî bir cazibeye ulaşmış. Günümüzün Big Brother gösterileri kan donduran bir seviyeye atlamış. Bu fütüristik dünyada, Katherine’in dediği gibi, “Her şey ilgi çekici ama hiçbir şeyin önemi yok.” İnsanlar başkalarının acılarına saygı duymak şöyle dursun, pasif tüketiciler olarak ölüm döşeğindeki insanları röntgenlemekten zevk alır hâle gelmiş. Death Watch adlı, izlenme rekorları kıran televizyon programında hasta kişilerin adım adım ölüme gidişi an be an canlı olarak yayımlanıyor. Kişisel mahremiyeti yok sayan, insanî değerleri ayaklar altına alan bu şovun mimarı ise Harry Dean Stanton’ın oynadığı Vincent Ferriman karakteri. Karakter dediğimize bakmayın zira Ferriman kelimenin tam anlamıyla karaktersiz biri. Çaresiz durumdaki insanlara musallat olup, kendileri öldükten sonra yakınlarına kalması için çok da büyük rakamları bulmayan paralar karşılığında evlerine kameralar yerleştirip onlar yavaş yavaş ölürken bu en mahrem anları dünyaya naklen yayımlıyor.

“Bize bak, ölümden ne kadar utanıyoruz. Bu yeni bir pornografi. Çıplaklık artık bir şey ifade etmiyor. Ölenin üzerine incir yaprakları koyuyoruz.”
Gelelim karakter yoksunu bir diğer karaktere ki o da Harvey Keitel’in başarıyla canlandırdığı televizyon muhabiri Roddy, yani Ferriman’ın ilkesiz maşası. O kadar ilkesiz ki insanları arzuları dışında gizlice kameraya alabilmek için gözlerine ışığa duyarlı birer kamera yerleştirilmesine gönüllü oluyor. Getirdiği riskleri umursamadan, bile isteye taktırdığı “yeni gözlerinin” sürekli ışık alması gerekiyor, karanlıkta kalır veya gözlerini kapatarak uyursa kör olabilir. Bu tespiti mümkün olmayan kameralarla hasta kişinin, haberi bile olmadan gösteriye malzeme olması planlanıyor. Roddy bu “cerrahi canavarlık”la kendisi bir kameraya dönüşerek sürekli canlı yayın sunma imkânını elde ediyor.
İşte burada iştahla yeni kurbanlar bekleyen halk ve yapımcının ağzına layık bir av sahneye itiliyor: Romy Schneider’in ruh hâlini, kızgınlığını ve kırılganlığını incelikle perdeye yansıttığı Katherine Mortenhoe. Katherine ölümcül hastalıklara artık nadiren rastlanan bir dünyada piyango kendisine vurmuş gibi görünen bir yazar. Burada bir parantez açıp yazarlığın geldiği noktayı da kısaca anlatalım. Bugün edebiyatta yapay zekâ tartışmaları çoktan başlamışken filmin bize gösterdiği tarihte bilgisayarla ortak çalışan yazarlar mevcut. Katherine de bunlardan biri. Modern bir yayıncı şirket olan Computabook’ta çalışıyor. Bu çatı altında kitapları esasında bilgisayarlar yazıyor, yazarların/insanların yaptığı sınırlı bir editörlükten ibaret. Örneğin Katherine kurgunun gidişatı içinde yeni bir adım, fikir ortaya atıyor, ancak Harriet adlı bilgisayar kitabın kendi iç mantığı ve önceki planıyla çeliştiği için bu senaryo değişikliğini reddediyor. Bu noktada bilgisayarın onaylayacağı bir hamle bulmak zorunda. Üstelik Harriet, yazım aşamasında, senaryoya göre kitabın satış rakamlarını bölge bölge tahmin ediyor.

Katherine’in bu minvaldeki yazarlık kariyeri ve yoğun aşkın olmadığı ortalama bir mantık evliliğiyle örülü hayatı, doktorunun ona iki aydan az ömrü kaldığını söylemesiyle derinden sarsılıyor. Önce tedavi için diretse de, doktor hastalığının çaresi olmadığında ısrar ediyor. Katherine ölümü evinde sakince karşılamak istiyor. Ama açgözlü medya ona bu lüksü vermiyor. Hatta doktoruyla yaptığı görüşmeyi bile gizlice izliyorlar. Mesele sadece hasta gizliliğinin ihlâli de değil, doktor televizyoncularla beraber hastasına tezgâh kurabilecek kadar düşmüş. Etiğin esamisinin okunmadığı bu dünyada, hekimlerin de kesinlikle güvenilmez olduğunu görüyoruz. Öleceğinin söylenmesinin hemen ardından, kanal yetkilileri başına üşüşüp kendisini ölüme giderken kayda alma isteklerini ilettiğinde Katherine şiddetle reddediyor. Ancak televizyoncuların yaptığı esasında bir teklif değil, ne yaparsa yapsın bundan kaçamayacağının utanmazca beyânı. Çekime izin vermezse evi dışarıdan izleyip dedikodular çıkararak rahat bırakmayacaklarını söylüyorlar.
Katherine aklı selim sahibi her normal insan gibi, yaşamı kadar ölümünün de kendi mahremiyeti olduğunu düşünüyor, son günlerini kendi istediği gibi, kimseyi eğlendirmek(!) zorunda olmadan geçirmek istiyor. Bunu; yani hem makul hem hakkı olanı söylediğinde, televizyoncular pişkinlikle artık zamane arsızlığının kişisel hak ve özgürlükleri umursamadığını, tanımadığını ifade ediyor. Katherine sonunda anlaşmaya razı oluyor, ama bu ahlaksız televizyoncular için başka bir düşündüğü var. Kanalın ödediği parayı kocası Harry’ye teslim ediyor. Trajikomik şekilde, sanki kendi ölüm parası değilmiş gibi kocasından sadece biraz cep harçlığı istiyor. Ve bu çok küçük miktarda parayı alıp, kılık değiştirerek kaçıyor. Hatta kendisini yakalamaya çalışan kanal çalışanı limuzin şoförü olarak, kariyerindeki ilk filminde Robbie Coltrane’i görüyoruz.

Katherine artık bir kaçak, sadece kanaldan değil polisten de saklanmak zorunda. Çünkü kanalla yaptığı sözleşmeye ve paranın ödenmesine rağmen sözleşmenin gereklerini yerine getirmeyip kameralardan kaçtı. İşte kamera adam Roddy burada devreye giriyor. Katherine’i arayıp buluyor, güvenini kazanıyor, izliyor ve “izletiyor”. Katherine farkında olmadan bütün dünyanın gözü önünde ölüme gidiyor. Fiziksel ve ruhsal bütün kötüye gidişleri ekrana yansıyor. Ferriman başarısıyla övünüp izlenme rakamlarından duyduğu memnuniyeti dile getiriyor. Çünkü dünya genelinde her dört kişiden üçü gösteriyi izliyor.
“-Hiç kimse ona yaptığınızın müstehcen, iğrenç olduğunu düşünmüyor mu? -Evet, yüzde 47’si saldırgan buldu ve seyretmeye devam etti.”
Ancak işler Roddy ve Ferriman için umdukları gibi gitmeyecek. Katherine bu çarpık, sapkın eğlence anlayışını kökünden yıkmak için ipleri eline alacak. Finale doğru ise Katherine hâlâ kendi isteğiyle soyadını taşıdığı ilk kocasını ziyaret ediyor. Max von Sydow’un canlandırdığı Gerald Mortenhoe karakteri ve Katherine’le kitapta olmayan diyalogları filme ayrı bir derinlik katıyor. La Mort en direct, İskoçya’nın doyumsuz manzaralarıyla izleyiciye enfes bir görsel şölen sunuyor. Glasgow sokakları, İskoçya kırsalı, muhteşem bir doğa dekoru içinde Romy Schneider’in güzelliği ve güçlü oyunculuğuyla film, yalın ve çıplak bir gerçeklikle seyirciyi sarsıyor. Filmin üzerinden bir yıl geçmişken, Romy Schneider’in 14 yaşındaki oğlu David’in trajik bir kaza sonucu ölmesi, aktristin de oğlunun acısına dayanamayarak bir yıl sonra kalbine yenik düşmesi filmi daha da anlamlı ve duygusal hâle getiriyor. Kasiyer kızın Roddy’ye dediği aslında çok basit bir gerçek: “Programı kaçırmak istemiyorum, çünkü beni ağlatıyor.” İnsan doğası belki de gerçek sebebini kimsenin bilemediği şekilde başkalarının acılarına bakmak, onlara acımak, acıklı şeylerle eğlenmek, kurgunun yetmediği yerde gerçek dramlara gözyaşı döküp tatmin olmak istiyor. La Mort en direct röntgencilik diktatörlüğünü lanetlerken, içimizde gizli bu ilkel çirkinliğe ayna tutup bizi vicdanımızla baş başa bırakıyor.