tiyatro uzay

Bir Düşün Peşinde

Neden Oyun Oynarız?

Dünyaya dair algılarımız bizi merkezinde bulunduğumuz bir oyuna sürükler. Oyun, bilincimizin perdeleri aralandığında başlar. Lacan’ın aynası (1) bir semboldür. Alice’in ya da Neo’nun geçişini düşünün; değişkenlerle dolu geçişken bir âlemin işaretidir. 

Kendimizi inşa etmeye başlar, yatırım yaparak ortaya bir şahsiyet çıkarırız. Bu süreç daha sonra diğer şeyleri anlamlandırmaya ve tanımlamaya iter. Tanı zanları doğurur, zanlar ise yargıları. Böylece kendimize has bir dünyayı işaret ederiz. Oyunun işlevi ise en başından beri bütün bunların aracısı, taşıyıcısı ve aslına bakılırsa her adımında itici gücü olmasındandır. Oyun olmazsa gerçek de olmaz; oyun gerçeğin ta kendisidir.

Kahramanın Sonsuz Yolculuğu ya da bitimsiz oyunculuğun bin bir suratlı gölgeleri… Her birine farklı bir suret bahşedilmiş olsa bile, maskelerinin ardında yatanlar birbirine benzemektedir. Farklı sözleri çeşitli yollarla vurgular, ancak vurguladığı şey nihayetinde öncekiyle aynıdır. Aynılığı bir maceranın, yani düşün peşinde olmasıdır. Duvarlar, yollar ve peşi sıra sürüklediği anılar…

Oyuna Dair Yanılgılar…

Oyuna dair bütün saptamalarda ortak bir yanılgı göze çarpar. Oyunun yaşamdaki karşılığını bilmeyenler, yalnızca çocuklara özgün bir eylem olduğunu düşünür. Hâlbuki bu büyük bir hatadır. Ancak bu yaygın hata sadece oyunun yaş kıstasıyla ilgili değildir. Oyunun bizatihi kendisiyle birey arasındaki bağın doğru kurulamamasındadır.

Evcilik oynayarak büyüyen nesillere aile kavramı bu yolla öğretilir. Bir düş önce düşünce, ardından gerçek olur. Toplumun devamlılığı için gerekli kabuller bu vesileyle aşılanır. Masallar ve genel anlamda anlatılar nasıl ki gerçeğin farklı veçhelerini aktarma hususunda mahirse, oyunlar da iş başa düşünce pek geride durmazlar.

Bununla birlikte asıl dikkat çekici detay, oyuncunun oyunla kurduğu ilişkidir. Kimileyin bazıları kendini fazla kaptırır ve çevresinde akıp giden tüm bu saçmalığın ayırdına varamayacak kadar dibine çekilir. Oysa dipsiz bir kuyudan mı ibarettir hayat? Anlaması güç olmasa gerek!

Haddizatında oldukça basittir: Oyunlar, kişinin tüm bu saçmalığın farkına varmasını, gerçeğin soğuk yüzüyle karşılaşmasını ve nihayetinde kendini kaybetmesini önler, itidâl sağlar. Yani işlevleri çocukları eylemekten fazladır. Bedeni büyüyen, oyun alanı genişleyen herkese seslenir, meşgul eder. Gündelik sohbetlerin başkalarının hayatlarına dair yürütülen münakaşalardan ibaret olması boşuna mı sahi? Başkalarının yaşamını didiklemek ve eksiklerini ötekilerin gedikleriyle kapamak, kendi hayatını yaşamaktan evladır. Normal insanın eylemleri ne güzel…

Oysa delilik, gerçekliğin bir başka yüzü olarak oldukça sıradan görünür. Kendisini irdeleyen, bir tüneğe çöküp durmadan eşeleyen bu kontrolsüz akla hangi ölçü kâfi gelebilir ki? Şöyle bir çıkıp bakmaz dışarıya, tüm odağı kendi penceresine akseden yaşamdadır. Başkalarının gördükleriniyse onların insafına bırakır. Gerçi hak da vermek lazım. Onca şey yaşanıyor ve zihninden bunca fikir geçiyorken yenilerine kapılıp gitmek akıl kârı mı? Bir düşün peşine takıldın mı gerisi geliyor nasıl olsa!

Oyunla Bağımız Nedir?

İşte bu noktada oyun ile kurulan bağ, ölçütlerin yeniden ele alınması gereğini ortaya çıkarır. Bir düşünün: Sahnede onlarca oyuncu var, hepsi rolüne kaptırmış bir hâlde sağa sola koşuyor; ortada da biri durmuş seyircilere ve sahnenin dışında yaşananlara bakıyor. Bu durumda deli dediğimiz hangisidir? Perdenin ötesine bakan mı yoksa perde inene değin diğerlerine ayak uyduran mı?

Sinemada dördüncü duvarı yıkmak denir buna. Çizgi roman geleneğinden gelir. Karakter yaşananların senaryo olduğunu bildiği hâlde sırf eğlenmek için diğerlerine iştirak eder ama aslında her şeyin bilincindedir. Hâliyle hareketleri anlaşılmaz, tuhaf bulunur. Birileriyle konuşur, alışılmışın dışında davranışlar sergiler (Deadpool). O hâlde bu ayrıksı duruşu bir yere koymaları, oyunun gereğince tanımlamaları gerekir. Tanımlar, zanlar ve elbette hüküm.

Sahi, “İnsan aşılması gereken bir şeydir,” (2) diyerek neyi kasteder Nietzsche? Heidegger insana, “Yeryüzüne fırlatılmış bir ceset,”  derken yaşamla bağını kurduğu edimler bütünü oyuna içkin olmak durumunda mıdır? Ya da Sartre, “İnsan yapılması gereken bir seçimdir,” (3) diyerek ne söylüyor olabilir? Madem geldik ve sahneye çıktık, gerektiği gibi yaşayıp gitmek mi gerek.

Camus’nün yabancılaşan (4), eylemleriyle arasında vadiler boyu mesafeler açılan düşsel insanları da bunları yaşıyor olsa gerek. Şayet bir cesetsek ve yeniden ceset olacaksak, intihar ederek zaman kaybetmeye gerek yok, diyor (5). O vakit yaşayalım gitsin. İnsanlar içinde insanlardan biri olalım. İşte anahtar!

Ve oyunu anlamakla alakalı detayları kavrayan insanın vardığı nokta budur. Düşlerin peşinde koşmaktan yorulduğunu görmek de zor olmasa gerek. Bir fikrin ve arayışın ardında ömür tüketerek  vardığı yer yine hiçtir. Hiçliğe varır ve hiç olur. Yine de oyun oynayan Homo Ludens (6)’in neticede Homo Narrans (7) mı yoksa Homo Disconnectus (8) mu olacağı sorusu asla kesin bir cevap bulamaz. Nihayetinde her hikâye bir yola çıkışla başlar ve bir durağa varır. Kalanına yaşam denir.

Trene binersin, kompartımanına binlerce insan gelip gider. Her birinde oyuna dair farklı izler görürsün. Suskun, mağrur, mahzun, mağdur ve herkes kadar düşkün. Düşlerinin peşine düşmüş, kendine yoldaş arar. Sonra da ardına yaslanır, durağı gelene kadar akıp giden hayatı seyreder. Oyunu izlemeye gelenler koltuklarından olan biteni izliyorlardır, gözlerindeki meraklı ifade hiç silinmez. Hadi izleyelim bakalım, katılalım bu izlenceye; oyun başkaları için sürdükçe rolümüze bürünüyoruz nasıl olsa!

İleri Okuma ve Kaynakça:

  1. J. D. Nasio, Jacques Lacan’ın Kuramı Üzerine Beş Ders, Çev. Özge Erşen – Murat Erşen, İmge Kitabevi, Mart 2007, İstanbul.
  2. Friedrich Nietzsche, Böyle Söyledi Zerdüşt, Çev: Mustafa Tüzel, Ekim 2015, İstanbul.
  3. Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, Kaan H. Ökten, Agora Kitaplığı, 2008, İstanbul.
  4. Jean Paul Sartre, Varoluşçuluk, Çev. Asım Bezirci, Say Yayınları, Mayıs 1985, İstanbul.
  5. Albert Camus, Yabancı, Çev. Vedat Günyol, Can Yayınları, 1981, İstanbul.
  6. Albert Camus, Sisifos Söyleni, Çev. Tahsin Yücel, Can Yayınları, 2016, İstanbul.
  7. Johan Huizinga, Homo Ludens, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, 2000, İstanbul.
  8. İsmail Gezgin, Homo Narrans: İnsan Niçin Anlatır?, Redingot Kitap, Ekim 2020, İstanbul.
  9. Oğuz Atay, Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, 2014, İstanbul.

Yazar: Emre Bozkuş

ben bir şarkıyım/atlas denizlerinden geldim/önümde dalgalar vardı/arkamda dalgalar/dalgalar bitince/ben de biterim

İlginizi Çekebilir

İlk Doğan Hipotezi: Ya Samanyolu’ndaki İlk Gelişmiş Uygarlık Bizimkisiyse?

1950’de İtalyan-Amerikan fizikçi Enrico Fermi, Manhattan Projesi kapsamında 5 yıldır çalıştığı Los Alamos Ulusal Laboratuvarı’nda …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et