İtalyan asıllı Amerikalı fizikçi Enrico Fermi, Manhattan Projesi kapsamında çalıştığı Los Alamos Ulusal Laboratuvarı’ndaki meslektaşlarıyla uzaylılar hakkında sohbet ederken tarihe geçecek bir soru sordu: “Herkes Nerede?” Aslında oldukça basit bir soru olan bu cümle, Fermi Paradoksu’nun da temelini oluşturacaktı. Öyle ya, devasa bir evrende yaşamamıza rağmen ortalıkta kimseler yoktu. O günden beri bu paradoksa çok sayıda çözüm önerisi getirildi. Bunlardan biri de yaşamın kalın buz tabakalarının altına sıkışmış olabileceğini iddia eden Okyanus Dünyaları Hipotezi‘ydi. “Okyanus Dünyası” terimi (“Su Dünyası” ile karıştırılmamalıdır) buzlu yüzeylere ve iç okyanuslara sahip astronomik cisimleri ifade eder. Üstelik ortaya çıkan yeni bulgular sayesinde evrende bu özelliğe sahip çok sayıda gezegen ve uydu olduğu da anlaşıldı. En basitinden, kendi Güneş Sistemimizde bile bu tanıma uyan bir sürü gök cismi var. Örneğin Jüpiter’in uyduları Europa, Ganymede, Callisto birer Okyanus Dünyası olmaya aday. Bu gök cisimlerinin yüzeyi kalın bir buz tabakasıyla kaplı, ancak daha derinlerde engin bir okyanus barındırabilecekleri düşünülüyor.
Hipotezle bağlantılı olarak, Kopernik İlkesi ile Antropik İlke savunucuları arasında süregelen bir tartışma da söz konusu. Eğer bir şey rastgele örneklenmişse, nadir veya benzersiz olmaktan ziyade çoğunluğu temsil etme eğilimindedir. Dolayısıyla, astronomi ve kozmoloji alanında (Kozmolojik İlke olarak anılır), Dünya benzeri gezegenlerin (ve karasal yaşamın) evrenimizde yaygın olduğu görüşü hakimdir. Antropik İlke ise Kozmolojik İlkenin tam tersini savunur ve yaşamın sadece belirli şartların bir araya geldiği özel durumlarda ortaya çıkabileceğini öne sürer.
Fermi Paradoksu kapsamında sürekli gündeme gelen ana sorulardan biri de doğru yere bakıp bakmadığımız tartışmasıdır. Ancak bu noktada bir başka sorun da gün yüzüne çıkıyor. Öyle ki, Dünya Dışı Zekâ Arayışı (SETI) bağlamında bir referans çerçevemiz yok. Zira yaşamı destekleyebildiğini bildiğimiz tek gezegen Dünya ve teknolojik açıdan gelişmiş tek tür de biziz. Elimizde başka bir örnek olmayınca, dünya dışı yaşamı aramak için tam olarak nereye bakmamız gerektiğini belirlemekte güçlük çekiyoruz. Bu çıkmazı ise kendimizden yola çıkarak aşmaya çalışıyoruz ve yaşamı genellikle “Dünya benzeri” gezegenlerde arıyoruz. Yani yoğun atmosfere sahip ve yüzeyinde sıvı su olan karasal gezegenlere yoğunlaşıyoruz. Oksijen, karbondioksit, metan ve yaşamla ilişkilendirdiğimiz diğer bazı kimyasalları tarıyor, biyolojik imza bulmaya çalışıyoruz. Ancak bilim camiasında bu görüşün hem sınırlı hem de kısıtlayıcı olduğunu savunan geniş bir kitle de var. Hatta bazı kişilere göre bizler, evreninin geri kalanına oranla ekstrem canlılar bile olabiliriz.
1979 yılında Voyager 1 ve 2 görevleri, Jovian Sistemi’nden geçerek Europa yüzeyinin detaylı fotoğraflarını çekti. Bu fotoğraflar, bilim insanlarını Europa’nın iç kısmında bir okyanus olabileceği ihtimalini düşünmeye itti. O zamandan beri bu ihtimali güçlendiren önemli bulgulara ulaşıldı ve hatta yüzeydeki buhar bulutlarının varlığını gösteren veriler, derinlerde yaşam olabileceğine dair yaygın bir umut ışığı doğurdu. Yine bazı Jüpiter ve Satürn uyduları ile Kuiper Kuşağı’ndaki diğer buzlu gök cisimlerinde de benzer koşulların keşfedilmesi, bilim camiasında buraların dünya dışı yaşam için en umut verici yerler olabileceği yönünde spekülasyonlara yol açtı. Son yıllarda bu argüman, gökbilimciler ve astrobiyologlar tarafından evrenin geri kalanına da uygulanmaya başlandı.
Gezegen bilimcisi ve Dawn, Europa Clipper ve Dragonfly bilim ekiplerinin üyesi Dr. Lynnae C. Quick, bir NASA basın bülteninde bu durumu şöyle izah etti:
“Europa ve Enceladus’tan su püskürüyor, dolayısıyla buz tabakalarının altında yer altı okyanusları barındırdıklarını ve su püskürmelerini sağlayan enerjiye de sahip olduklarını söyleyebiliriz. Bunlar, bildiğimiz yaşam için iki gereklilik. Eğer bu yerlerin yaşama elverişli olduğu anlaşılırsa, belki evrenin diğer yerlerinde de benzer bir durum söz konusu olabilir.”
Dr. Quick’in içinde bulunduğu grup, Europa’daki biyolojik imzaların araştırılmasını hedefliyor. Hedefleri arasında yüzeye yakın materyallerin analizi ve okyanusun derinlik tahminleri, yüzey/yer altı özelliklerinin karakterizasyonunu çıkarmak da var. NASA’nın Jet İtki Laboratuvarı’nda Güneş Sistemi araştırmalarından sorumlu bilim insanlarından Kevin Peter Hand’e göre hedefleri iç içe geçmiş durumda.
“Eğer yüzey materyallerinde biyolojik imza bulabilirsek, Europa ve benzeri gök cisimleri astrobiyolojinin süper starları hâline gelecektir. Olası ekosistemi ve organizmaları inceleyebilmek için Europa’daki yaşanabilir sıvı su bölgelerine erişebilecek robotik araçlar üretmek zorundayız.”
Benzer argümanlar, Harvard Üniversitesi araştırmacıları tarafından da ileri sürüldü. 2018 yılında “Subsurface Exolife” başlıklı bir çalışmada araştırmacılar, Jüpiter, Satürn ve diğer gaz devlerinin buzlu uydularını örnek göstererek geleneksel “yaşanabilirlik” kavramlarına meydan okudu.
“Yaşanabilirliğin geleneksel kavramı yaşanabilir bölgedir. Yani yüzeyinde sıvı su barındırabilmesi için bir gezegenin yıldızından doğru uzaklıkta bulunması gerektiği varsayılır. Bu tanıma göre yaşam, (a) yüzey temelli olmalı, (b) yıldızından uygun uzaklıktaki bir gezegene ihtiyaç duymalı, (c) sıvı su (çözücü olarak) ve karbon bileşiklerine dayanmalıdır. Yapılan çalışmalarda (a) ve (b) varsayımları gevşetiliyor, ancak (c) hâlâ korunuyor.”
NASA’nın Yeni Ufuklar baş araştırmacısı Alan Stern, Okyanus Dünyalarının Fermi Paradoksuna olası bir çözüm bile sunabileceği fikrinde. Yaşanabilir Dünyalar 2017 Çalıştayı’nda, “Okyanus Dünyalarının Yaygınlığı Fermi Paradoksunu Çözebilir mi?” başlıklı bir sunum gerçekleştirdi. Sunumunun ana odağında, yaşamın yaygın olarak okyanus dünyalarında ortaya çıkabileceği hipotezi vardı. Ne var ki bu canlılar, kalın bir buz tabakasının altına hapsoldukları için radyo sinyalleri gibi alışageldiğimiz iletişim yöntemlerinden de mahrum kalacaktı. Dahası, bu canlılar bir şekilde bilinç kazanıp uygarlık geliştirse bile kullandıkları teknolojinin bizimkinden bambaşka prensiplere dayalı olması kaçınılmazdı.
Bu varsayımlar, Avustralya Ulusal Üniversitesi’nden Charles Lineweaver’ın 2007 tarihli “Paleontolojik Testler: İnsan Benzeri Zekâ, Evrimin Yakınsak Bir Özelliği Değildir” başlıklı makalesinde öne sürdüğü iddiayı hatırlatıyordu. Makalesinde Lineweaver, yakınsak olmayan evrimi savunmak için Drake Denklemi hakkında uzun yıllar boyunca edindiği öğretilerden yararlandığını ve ara aşamaların mutlaka “kaçınılmaz” sonuçlar üretmediğini belirtiyordu. Drake, Carl Sagan ve Simon Conway-Morris ile yaptığı görüşmelere atıfta bulunarak, bunun SETI araştırmalarında yaygın ve hatalı bir varsayım olduğunu ileri sürüyordu.
“Drake, Sagan ve Conway-Morris gibi araştırmacıların yaptığı şey, bizim geçirdiğimiz evrim sürecini evrensel kabul edip genele uygulamaya çalışmaktı. Beyin ağırlığı vücut ağırlığına oranla (E.Q) yüksek olan her canlının kaçınılmaz şekilde teknoloji geliştireceğini veya yıldızlararası iletişim kurma girişiminde bulunacağını varsaymak doğru bir yaklaşım değil. En akıllı protostom muhtemelen ahtapottur. Örneğin ahtapotlar, 600 milyon yıllık bir evrimin ardından büyük beyinlere kavuştular ancak henüz radyo teleskopları yapmanın eşiğinde bile görünmüyorlar. Benzer şekilde yunuslar da büyük bir E.Q. oranına sahip. Hatta bir radyo teleskopu inşa etmek için milyonlarca yılları da vardı ve bunu yapmadılar. Kısacası, yüksek E.Q. radyo teleskoplarının yapımı için gerekli olabilir ancak yeterli bir koşul değildir. Dolayısıyla yüksek E.Q.’ya yönelik evrensel bir eğilim olsa bile, yüksek E.Q. ile bir radyo teleskopu inşa etme eğilimi arasında net bir bağlantı kurulamaz. Su altında yaşıyorsanız ve elleriniz yoksa, E.Q.’nuz ne kadar yüksek olursa olsun bir radyo teleskopu yapamayabilir veya yapmakla ilgilenmeyebilirsiniz.”
Okyanus Dünyaları Hipotezi, mevcut SETI çabalarımızın sonuç vermeyebileceğini, dolayısıyla etrafımızı kuşatan “Büyük Sessizliğin” altında yatan nedenleri anlayabilmek için farklı yöntem ve araştırmalara ihtiyaç duyabileceğimizi ileri sürüyor. Eğer evrendeki yaşam Okyanus Dünyaları adı verilen bu tarz gök cisimlerinde ortaya çıkma eğilimi gösteriyorsa, onları uzayı dinleyerek keşfetmemiz pek de mümkün görünmüyor. NASA, 2024 yılı sonunda başlayacak olan Europa Clipper görevi kapsamında göndereceği yörünge aracı ile Europa’nın yüzeyini analiz etmeye başlayacak. Bu görevle elde edilen veriler, aynı zamanda NASA’nın önerdiği Europa Lander gibi gelecekteki olası yüzey görevleri hakkında da bilgi verecek. Böylelikle bilim insanları, biyolojik imzalar bulma umuduyla Europa’nın yüzeyini inceleyecek. Eğer bu uğraşların sonunda yaşam izine rastlayabilirsek, dünya dışı yaşam arayışında yepyeni ufuklara da yelken açacağız.
Tabii tüm bu araştırmalar, beraberinde ciddi etik kaygılar da getiriyor. İçlerinde yaşam olup olmadığını belirlemek için Güneş Sistemimizdeki Okyanus Dünyalarına daha yakından bakmak istememiz gayet anlaşılabilir, ancak buralara araç göndermek oradaki olası yaşamı tehlikeye de atabilir. Öte yandan, evrendeki yaşamın büyük bir kısmı bu tarz gezegen ve uydularda bulunuyorsa, o zaman Dünya üzerindeki yaşam da sıra dışı ve ekstrem bir konuma bürünecek. Ancak buna sevinmeliyiz, çünkü karasal yaşamın büyük avantajları söz konusu. Zira kilometrelerce kalınlıktaki bir buz tabakasının altına hapsolmamanın nimetlerinden doyasıya faydalanabiliriz. Uzaya açılabilir, yıldızlara erişebilir, bakir bir galakside dilediğimiz gibi at koşturabiliriz… Oysa Europa benzeri gök cisimlerinin derin okyanuslarına sıkışıp kalmış canlılar için tüm bunları başarmak -imkânsız değilse de- çok zor. Ve eğer evrende yaygın olan yaşam bu durumdaysa, neden yıllardır herhangi bir öte-uygarlıktan sinyal alamadığımızın cevabına da ulaşmış olacağız. Belki de evrendeki “normal” ve yaygın yaşam biçimi budur, belki de biz “anormalizdir.”
Sonuç olarak, Dünya dışında canlı buluncaya dek yaşamın var olup olmadığını (ve hangi koşullarda var olabileceğini) kesin olarak bilemeyeceğiz. İşin güzel kısmı ise Fermi Paradoksu’nu aşmak için tek bir keşfe imza atmamızın yeterli olması. Bundan sonra keşfedeceğimiz her yaşam formu ve yaşam barındıran ortam, şüphesiz ki yaşam tanımımızı genişletip pekiştirecek. O günlere dek araştırmaya ve hayal kurmaya devam etmekten başka çaremiz yok.
Kaynak: Universe Today