Yönetmenlik kariyerine memleketi Almanya’da başlayan Roland Emmerich, henüz 29 yaşındayken çektiği ilk uzun metrajlı filmi olan Das Arche Noah Prinzip ile şöhreti yakalamayı başardı. Aslında bu film, Münih Sinema ve Televizyon Üniversitesi’ndeki eğitimi sırasında verdiği bitirme teziydi. 1984 Berlin Film Festivali’nde gösterilen ve yirmiden fazla ülkede vizyona giren filmin başarısı, kariyer basamaklarını tırmanmasında Emmerich’e büyük katkı sağladı. 1985 yılında kız kardeşiyle beraber kurdukları Centropolis Entertainment film şirketi sayesinde de kendi filmlerini çekmeye başladı.
Özellikle Joey filmindeki özel efekt başarısı dikkat çekiciydi. Sonrasında gelen Hollywood Monster ve Moon 44 gibi filmler, erken dönem kariyerinin son ürünleri olarak kayda geçti. 90’ların hemen başında, Moon 44 filminin başrol oyuncularından Dean Devlin‘in de girişimleriyle Hollywood‘a transfer olan Emmerich, peşi sıra çektiği dört bilimkurgu filmiyle Amerikan sinema sektörüne yuvalanmakta sıkıntı yaşamadı. Bu filmler Universal Soldier (1992), Stargate (1994), Independence Day (1996) ve Godzilla (1998)‘ydı. Kariyerinin zirve noktası olarak gösterilen bu dört filmin senaryosunu Dean Devlin ile birlikte yazmasıysa dikkat çekiciydi.
Roland Emmerich’in Hollywood kariyerindeki üçüncü filmi olan ve kadrosunda Will Smith, Bill Pullman, Jeff Goldblum ve Mary McDonnell gibi ünlü oyuncuları barındıran Independence Day (Kurtuluş Günü), gösterime girdiği 1996 yılının gişe canavarı oldu. 75 milyon dolar bütçeye sahip filmin dünya çapında 800 milyon dolardan fazla gişe hasılatı elde etmesi, Emmerich’e dev prodüksiyonların da kapısını araladı. Independence Day, H.G. Wells‘in Dünyalar Savaşı romanından bu yana sık sık karşılaştığımız bilindik bir temayı işliyor: Uzaylı saldırısı… Ancak film, adından da anlaşılacağı üzere uzaylılara karşı verilen savaşı ABD’nin bağımsızlık mücadelesiyle benzeştirerek turnayı gözünden vuruyor.
2 Temmuz’da dünyanın her yerindeki iletişim sistemleri tuhaf bir atmosfer olayı sonucu bozuluverir. Hemen sonrasında ordu tarafından birtakım devasa nesnelerin Dünya’ya doğru yaklaşmakta olduğu açıklanır. İlk başta meteor sanılan cisimlerin, çok geçmeden aslında dev uzay gemileri olduğu ortaya çıkar. Uzaylılarla her türlü iletişim denenir, ama başarı sağlanamaz. Derken kablo teknisyenliği yaparak yaşamını sürdüren eski bilim insanı David Levinson, uzaylıların kısa süre içinde Dünya’nın önemli noktalarına büyük bir saldırı gerçekleştireceğini fark eder. Temmuz’un 3’ünde, uzaylılar gerçekten de New York, Los Angeles ve Washington başta olmak üzere pek çok kente saldırır. Hayatta kalanlarsa konvoylar halinde 51. bölgeye doğru yola koyulur. Artık 4 Temmuz, Amerikan tarihindeki bağlamına da uygun olarak uzaylılara karşı verilen özgürlük mücadelesinde nihai gün haline gelecektir.
Sıkça Amerikan milliyetçiliği pompalamakla itham edilse de, en başından beri uzaylılara karşı verilen savaş ile Amerikan bağımsızlık mücadelesini bağdaştıracağı belli olan bir filmdi Independence Day ve buna uygun bir anlatım sergileyeceği de sürpriz değildi. Hakeza aksiyonun en ön sırasında yer alan bir ABD başkanından tutun da dünyayı kurtaran Amerika klişesine kadar her türlü jingoist anlatımla karşılaşmak mümkün. Bu durumu yumuşatmak için yerleştirilen uluslararası manzaralar ise uzaylı saldırısının küreselliğini göstermek dışında herhangi bir fonksiyona sahip değil. Dolayısıyla karşımızda, Amerikan toplumunun tam da istediği dozda bir film var. Zaten en iyi gişe açılışlarından birine imza atması da tesadüf olmasa gerek. Asıl ilgi çekici olan şey, Alman asıllı bir yönetmenin Amerikan şovenizmini bu denli coşkuyla sunabilmesi. Burada bir başarı olduğu su götürmez.
Politik tavrını bir kenara koyarsak, yapımın sinemasal anlamda attığı pek çok doğru adım söz konusu. Uzaylı saldırısının dehşetini aktarmadaki hüneri, filmi sinemada izleme şansı yakalamış birçok kişinin belleğinde derin izler bırakacak cinsten. Uzun uzadıya süren çatışma segmentleri, Patrick Tatopoulos‘un tasarladığı biyo-mekanik giysiler içindeki uzaylılar, heybetli gemiler, sıcak temaslar, akılda kalıcı hitabetler ve elbette David Arnold imzalı o şahane müzikler unutulacak gibi değil. Yine Volker Engel, Douglas Smith, Clay Pinney ve Joe Viskocil ekibinin görsel efektlerdeki başarısı takdire şayan. Zaten filme verilen tek Oscar ödülünün de görsel efekt dalında olduğunu anımsatalım. Özellikle Beyaz Saray‘ın imha edildiği o ünlü sahne, görsel efekt alanında bir kilometre taşı olarak nitelendirildi ve 90’lı yılların en ikonik sahnelerinden biri seçildi.
Will Smith ve Jeff Goldblum’un genel hatlarıyla başarılı oyunculuklar sergilediğini söylemek mümkün. Buna rağmen filmin diyalogları, arka plandaki hengamenin ciddiyetini yansıtma konusunda yer yer yavan kalıyor. Tabii bir de uzaylıları bertaraf etmemizi sağlayan o meşhur virüs bulaştırma hadisesi var. Hakkında bin türlü geyiğin döndüğü bu meşum sahne için fazladan bir şey demeye lüzum yok. Ama insan, Windows tabanlı virüsü tanıyan bir işletim sistemi tasarlamış uzaylıların, ister istemez bir virüs koruma programı kullanmasını da beklemiyor değil. Belli ki Emmerich ve Devlin ikilisi, teknolojik olarak üstün böylesi bir uygarlığı ancak saçma sapan bir yöntemle yeneriz diye düşünmüş. Tabii bunun Dünyalar Savaşı’na bilinçli bir gönderme içerdiğini de hesaba katmak lazım.
2016 yılında çekilen devam filmi Independence Day: Resurgence, ilk filmin başarısını ve heyecanını yineleyemeyen bir iş olarak tarihe geçti. Gişede uğradığı hüsran bir yana, Independence Day evrenini de çıkmaza sürüklemiş gibi görünüyor.