Trisolaris‘in zeki canlıları büyük bir problemle karşı karşıya: Gezegenleri, üç yıldızın etrafında kararlı olmayan bir yörüngeye sahip. Gezegenin iklimi, yaşama uygun istikrarlı dönemler ile tüm nüfusun uykuya zorlandığı aşırı sıcak veya soğuk dönemler arasında vahşi ve öngörülemez şekilde değişiyor. Durumu daha da kötüleştiren şey ise gezegenin üç yıldızdan birine çarpma ihtimalinin sadece bir zaman meselesi olması. Trisolarlılar, yaşanabilir bir gezegeni kolonileştirmek veya işgal etmek için filolar hazırlıyor. Ancak sorun şu ki, nereye gitmeleri gerektiğini bilmiyorlar; ta ki Dünya’dan bir mesaj alana kadar.
Yukarıdaki satırlar, Çinli yazar Liu Cixin imzalı 3 Cisim Problemi‘nin konusu. Kitap, aynı zamanda Remembrance of Earth’s Past üçlemesinin de ilk romanı.
Bir Çin bilimkurgu serisinin uluslararası arenada bu denli popülerlik kazanması pek de alışık olduğumuz bir şey değil. Çin, büyüklüğüne rağmen kültürel ihracatta Japonya ve Güney Kore gibi ülkelerin gerisinde kalmaktan kurtulamıyor. Dahası ülke, tarihsel olarak özellikle canlı bir spekülatif kurgu sahnesiyle tanınmıyor. Ancak son yıllarda bu durum, kısmen Liu Cixin eserlerinin de etkisiyle değişmeye başlamış gibi görünüyor. Yazarın özellikle 3 Cisim Problemi romanı, birçok Batılı okurda karşılık bulmayı ve doğru akoru yakalamayı başardı. Barack Obama, Mark Zuckerberg ve George R.R. Martin tarafından olumlu eleştiriler alan romanın İngilizce çevirisi, 2015 Hugo Ödülü En İyi Roman kategorisini kazandı ve kısa süre önce bir Netflix dizisine de uyarlandı.
Baştan belirtmekte yarar var: Çin asıllı Amerikalı yazar Ken Liu‘nun yardımı olmasaydı, Liu Cixin’in eseri Pasifik’i geçemezdi. Zira Ken Liu, 3 Cisim Problemi‘nin İngilizceye çevrilmesini bizzat üstlendi ve Batı’da hak ettiği ilgiyi görmesini sağladı. Roman, tüm büyük spekülatif kurguların o vazgeçilmez niteliğine sahip: Hayal gücümüze hitap ediyor. Hikâyenin en iyi anlarında yazar, klasik bilimkurgu ustaları gibi rotasını zor fikirlere doğru kırıyor ve bunu da tadı damakta kalan bir lezzet eşliğinde yapıyor. İçerdiği bazı bilimkurgu motifleri türün öncü eserlerinden kotarılmış olsa da, bu motifler son derece yenilikçi yöntemlerle harmanlanıyor. Dahası türün Batı temelleri, Doğu düşünce prizmasında kırılarak renklendiriliyor.
Ve artan jeopolitik gerilimleri de hesaba katarsak, üçlemenin bazı siyasi alt metinleri tam da bu curcunanın göbeğinden sesleniyor.
İlk kitabın çoğu günümüzde geçiyor ve Ye Wenjie adlı bir kadına odaklanıyor. Karakterimizin bilim insanı olan babası, kimi düşüncelerinden dolayı Kültür Devrimi sırasında partizanlar tarafından infaz ediliyor. Üstelik bu vahşet, o sırada henüz genç bir kız olan Ye Wenjie’nin gözleri önünde cereyan ediyor. Bu acı olayın ardından Ye, önce hapsediliyor, ardından da gizli bir SETI projesine alınıyor. Zekâsıyla kısa sürede üstlerinin güvenini kazanan Ye, sıra dışı bir yöntemle uzaylılara mesaj göndermeyi başarıyor. Üstelik uzaylılardan cevap alması da gecikmiyor. Aslında bu, uyarı mahiyetinde bir cevap ve eğer karşılık verilirse gezegenin istila edilebileceğinden dem vuruyor. Her şeye rağmen Ye, yıllarca acı çekmiş, insanlıktan umudunu kesmiş biri olarak Trisolarlıları Dünya’yı fethetmeye teşvik eden bir mesaj gönderiyor.
3 Cisim Problemi, sansürün bugünkü kadar sıkı olmadığı Xi Jinping döneminden önce yayımlandı. Ayrıca modern Çin’de Kültür Devrimi’ne yönelik eleştiriler bazen görmezden de gelinebiliyor. Yine de bunlar, Liu Cixin’in cesur bir yazar olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Eserde Mao rejiminin toplumda yarattığı travma ve çevreye verdiği zarar son derece sarsıcı bir şekilde aktarılıyor. Dolayısıyla 3 Cisim Problemi’nin tümüyle sansürden paçayı kurtarması mümkün değildi. Örneğin kitaptaki o cesur açılış sahnesi, Çin versiyonunda metnin ortalarına yedirildi ki kolayca fark edilemesin.
Kitabın sonunda Dünya, 400 yıl sonra gerçekleşecek işgale karşı hazırlanmak için çaresiz bir girişimde bulunuyor. Ancak insanların karşısında ciddi bir engel var: Sofonlar.
Sofon, Trisolarlıların proton büyüklüğündeki kuantum süper bilgisayarlarına verilen isim. Trisolarlılar, önceden Dünya’ya gönderdikleri sofonlar sayesinde anlık iletişim ve müdahale avantajına kavuşuyor. Casusluk faaliyetleri yürütebiliyor, bilimsel çalışmaları sabote edebiliyorlar. Böylece insanlığın bilimsel ilerleyişini sekteye uğratmayı ve 400 yıl sonra geldiklerinde ciddi bir direnişle karşılaşmamayı umuyorlar. Görüleceği üzere eser, bilimkurguda sıklıkla işlenen birtakım “bilimsel sihirlere” başvurmuyor. Kitapta atlama ya da sıçrama teknolojileri mevcut değil, uzayda seyahatler yüzlerce yıl sürüyor. Yine Batı toplumunun o çok sevdiği kahramanlara da bel bağlanmıyor. Mesela Luke Skywalker’ın Ölüm Yıldızı’nı patlatması gibi her şeyin seyrini değiştiren kritik zaferler de söz konusu değil. Evet, belki sıkıcı ama bir yandan da gerçekçi.
Anlaşılacağı üzere, insanlığın bu çok gelişmiş uzaylıları yenme umudu pek de yok. Tam bu noktada okuyucular, Dünya ve Trisolaris arasındaki çatışmanın Çin ile ABD arasındaki mevcut rekabetin bir izdüşümü olduğunu hissedebiliyor. Gerçi yazar, 2019 tarihli bir New Yorker röportajında bu tür spekülasyonları reddetmiş ve “Tüm mesele gerçek dünyadan kaçmak!” demişti. Ancak sözlerine şüpheyle yaklaşmakta yarar var. Zira Liu, edebiyatın gerçek dünyayı anlamak için bir mercek görevi üstlendiğinin de gayet farkında: “Gerçekte var olmasa bile hayal gücü bizi hep bir yere götürür, ancak onsuz hiçbir yere gidemeyiz.”
Hikâyenin en açık yorumu, Dünya’nın Çin’i, Trisolaris’in ise Batı’yı temsil ettiği yönünde.
Binlerce yıl boyunca Çin, neredeyse kendi başına bir gezegen gibiydi. Coğrafi olarak dünyanın geri kalanından izole edilmiş, daha küçük ve daha zayıf komşular tarafından çevrilmiş durumdaydı. Uzun, çok uzun yıllar boyunca kapalı bir sistem olarak işledi, iç politikası katı Konfüçyüs prensipleri tarafından dikte edildi. Elbette Çin, dış dünya ile her zaman temas hâlindeydi; uzun bir savaş, istila ve toplumsal çalkantılar tarihine sahipti. Ancak ülke, bu tür gelişmelerden sonra bile belirli bir statüko hâline geri dönüyordu. Moğollar ve Mançular gibi fatih güçler dahi birkaç kuşak içinde Çinli olmaktan kurtulamıyordu. Sonra, 1800’lerde, Çin ilk kez Batı ile temasa zorlandı. Avrupalı tüccarlar Çin limanlarında belirmeye başladı, afyon da dâhil olmak üzere birtakım egzotik ve tehlikeli yeni mallar satıyorlardı. Çin, afyon ticaretine karşı mücadeleye giriştiğinde teknolojik anlamda üstün olan Britanyalılar tarafından bastırıldı ve daha fazla limanını yabancı ticarete açmak zorunda kaldı.
Tüm bu gelişmelerin sonucunda Çin, dünyadaki tek güç olmadığını fark etti, sonraki on yıllarda çılgınca bir koşuşturma içine girdi. Batı ile teknolojik dengeyi sağlamak için geniş kapsamlı bir ulusal çabaya girişildi. Bu çabaların kısmi başarısına rağmen Çin, dıştan ve içten darbe üstüne darbe aldı, en sonunda da II. Dünya Savaşı’nda Japonya tarafından acımasızca istila edildi. Bu, Çin’in Küçük Aşağılanma Yüzyılı‘ydı ve 1949’da komünistlerin iktidarı ele geçirmesine kadar devam etti -ki bu da toplumda yeni ve başka travmalar doğurdu. Çin dünyanın en kalabalık ikinci ülkesi, Amerika Birleşik Devletleri’nden ise dört kat daha büyük olabilir, ancak bakış açısına göre kendisi Davut, Batı dünyası ise Golyat’tı.
Bu kırılmış gurur duygusu, Batı’ya karşı modern Çin zihniyetini anlamanın anahtarı konumunda ve Liu’nun kurgularında da yansımalarını buluyor.
Elbette tüm bunlar, Liu Cixin’in var gücüyle Çin hükümetine muhalefet eden biri olduğu anlamına gelmiyor. Örneğin New Yorker röportajında Liu, bir Çin yurtseverine yaraşır yanıtlar veriyor ve resmi Çin politikasının ezberlerini tekrarlıyor. Çin toplumunun demokrasi ile uyumsuzluğunu ve hatta Uygur Müslümanlarına yapılan baskıları mazur görüyor. “Onları tren istasyonu ve okullarda gerçekleştirilen terörist eylemlerde vücutları parçalanırken mi görmek isterdiniz? Hükümet ekonomik durumlarını iyileştirmeye ve onları yoksulluktan kurtarmaya çalışıyor,” diyor.
Elbette dünyaca ünlü bir yazar olmanız her şeyi korkusuzca ifade edebileceğiniz anlamına gelmiyor. Totaliter bir sistemin gölgesinde yaşayanlar için türlü tehlikeler olduğu akıldan çıkartılmamalı. Dolayısıyla yazar, başı belaya girmesin diye resmi açıklamaları tekrarlamakla yetiniyor olabilir. Aslında bu durum bile kurgu dünyasında karşılığını bulmuş diyebiliriz. Hatırlanacağı üzere insanlar, serinin ikinci kitabı Karanlık Orman‘da Trisolarlıları yenmek için tuhaf bir plan yapıyor. Sofonlar her şeyi izlediği için klasik askeri stratejiler işe yaramıyor. Bu ortamda güvende olan tek şey insan zihni. Böylece tüm insanlığın kaderi, Wallfacers adlı küçük bir gruba emanet ediliyor. Görevleri kendi zihin dünyalarında Trisolarlıları alt edecek plan ve stratejiler geliştirmek.
İlginç ama yazarın kendisi de neredeyse sofonlar gibi her şeyi gören totaliter bir panoptikonda yetişti ve gerçek düşüncelerini gizlemenin hayatta kalmak için gerekli olduğunu çok iyi biliyor. Hâliyle yazarın en iyi direniş stratejisi olarak Wallfacers sistemini yaratması çok da sıra dışı değil. Anlaşılan bir yandan Çin Komünist Partisi ile uyum içindeymiş gibi görünürken, diğer yandan da onu sorgulayan romanlar yazmayı sürdürecek.