Açıkçası nereden başlayacağımı ben de bilmiyorum. Independence Day‘i “Uzaylıların işletim sistemi hack edilir miymiş?“, “Savaş uçağıyla lazer atışından kaçılır mıymış?“, “Yumrukla uzaylı mı bayılırmış?” gibi yüzeysel eleştirenlerden değil; tam aksine ilk filmi izlediğinde gözlerine inanamamış, defalarca izlemiş ve o günden sonra izlediği her filmde bu filmden bir şeyler aramış biri olarak yazıyorum bu yazacaklarımı. Haliyle söyleyeceklerimin samimiyetinden kuşku duymanıza gerek yok. Ayrıca benzer durumların Emmerich‘in Stargate‘inde de göze batmasına rağmen, Stargate’in Independence Day kadar yerden yere vurulmayışının sebebini bulmayı size bırakayım.
Independence Day 2, nam-ı diğer Resurgence ilk duyurulduğunda duyduğum heyecan tarif edilemezdi. Dile kolay; henüz bir ortaokul öğrencisiyken İstanbul’a ateş etmeye hazırlanan uzaylılarla dolu afişleriyle gaza getiren, o zamana dek örneği çok nadir görülmüş maliyet/hasılat korelasyonuna sahip bir filmin, 10. yıl dönümünde olmasa da 20. yıl dönümünde dönüşüne şahit olacaktık. Dahası yönetmen Emmerich, Independence Day’in ardından gelen Godzilla, The Day After Tomorrow ve 2012 ile birlikte artık kemerleri sıkmak zorunda değildi ve bize tüm çekirdek kadronun korunacağı bir film vaat etmişti. Fakat ilk darbe, IMDB’ye yansıyan doğrulanmış oyuncu kadrosunda Will Smith‘in ismini görememek oldu. Ardından, ilk teaserda 1996’daki filmin maket – özel efekt hibridiyle oluşturulan görselliğini göremeyişimizle sarsıldık. Sonuçta bu Independence Day’di; hala aynı çekirdek kadronun geneli ve aynı yönetmenle sunulacaktı. Dahası bir değil iki film geliyordu, haliyle kötü olan ne olabilirdi ki? İşte bu cümlelerle, gösterimin ilk gününde işten çıkar çıkmaz koşa koşa gittiğim filmin yaşattığı hayal kırıklığını betimleyebilmem istesem de kolay değil.
Karşımızda maalesef ilk filmin doğru yaptığı her şeyi yanlış anlamış bir film var. Daha ilk dakikadan yenen gol, tıpkı bir fanmade trailer denemesi gibi, son saldırı öncesi Başkan Whitmore‘un yaptığı ilham verici konuşmayı sample haline getirip katletmeleri olmuş. Film boyunca defalarca duyuyoruz bu sample’ı ve açıkçası ilk filmdeki o kısmın tüm gaza getiriciliği güme gidiyor. İlk filmdeki uzun denebilecek çatışma segmentleri de, yerini aksiyon sahnelerinde dahi uyutacak türden kısa ve kopuk kolajlara bırakmış. Pilotlarla yapılan yakın plan çekimlerde, orada insanlığın son direnişinin sergilendiğini hissedemiyorsunuz. Sanki stüdyoda değil de fi tarihinin Fame City’sindeki Afterburner koltuğunda gibiler.
Emmerich, filmin hiçbir yerinde yönetmen otoritesi hissettiremiyor. Bir uzaylı istilasının orta yerinde görmek istemediğiniz tüm olaylar kombine şekilde üst üste geliyor. Bir noktadan sonra gözünüzdeki 3D gözlüğün varlığını, hatta karnınızın guruldamasını bile hissediyorsunuz. Kısacası, film bir uzaylı istilası ambiyansı yaratmak yerine kolaya kaçıp, Emmerich’in 2012’sinde olduğu gibi, Michael Bay’in Ninja Turtles ya da Transformers film serisi boyunca yaptığı kaotik sinema anlayışının bir tekrarı haline geliyor.
“Vaat edilen şeylerden hiçbirini filmde görmek mümkün değil mi?” derseniz, “zor” diyebilirim. Öncelikle uzaylı-insan teknolojisi ürünü hibrid uçaklar görmek RoboTech’ten bu yana tecrübe etmek istediğimiz bir fantezi iken bu potansiyel fena harcanmış. Uçaklar, özellikleriyle pilotlarının önüne geçmiyor, başrol karakterlerin kullanmadığı hiçbir birim sahne doldurmak için orada olan copy/paste edilmiş ögelerden fazlası değil ve uzaylıların teknolojisiyle bizim teknolojimiz arasındaki farktan doğması gereken gerilim ilk karşılaşma anında bile hissettirilememiş. Hal böyleyken, 1996’daki ilk filmi izlemiş çoğu seyirci Revell ya da benzeri maket firmalarının F/A 18 Hornet’lerini almaya akın etmişken, Independence Day 2 izleyicisi filme ilişkin hiçbir yan ürünün varlığını bile tahayyül etmek istemiyor halde buluyor kendini.
İlk filmin kadrosu korunsa da bu, Bill Pullman ve Jeff Goldblum‘un film boyunca alınlarında “bitse de gitsek” yazıyor gibi dolaşmalarına, Judd Hirsch ve Brent Spiner‘in karanlık atmosferi dağıtalım derken filmi stand up komedi haline getirmelerine, Liam Hemsworth ve Jessie T. Usher‘ınsa filmi eşine 80’lerde bile az rastlanır türden bir “aykırı ikili” formatına sokmasına engel olamamış.
Senaryonun nasıl bir editöryal kontrolden geçtiğini akılda canlandırmak bile olası değil. İlk filmde sadece 2-3 sahnede striptizci olarak gördüğümüz Vivica A. Fox, bu filmde hastane doktoru ya da baş hemşire olarak karşımıza çıkıyor. İnsan, “madem o eğitimi alabiliyordun, neden ilk filmde fanservice materyali olarak kullanıldın?” diye sormadan edemiyor mesela. Ya da başkan Lanford üzerinden neocon’lar mı eleştiriliyor, yoksa neocon güzellemesi mi yapılıyor belli değil. Nükleer sığınak patlatıldıktan sonra bir ara herkes otorite olarak Whitmore’a gidiyor ve sanki vahiy inmiş gibi General Adams yemin edip devletin başına geçiyor. Normalde bu süreçte bir komuta gerilimi yaşanması gerekir, ama olmuyor.
Öte yandan, uzaylıların ilk gelişinde bir sürü insanla telepatik iletişime girip sonrasında aynı dominant çizgiyi koruyamamaları ve filmi yeni bir viraja sokacak o tek gelişmenin de önceden tahmin edilebilir oluşu kurgunun en can sıkıcı tarafları olarak beliriyor. Zaten film boyunca oradan buradan fırlayan Çinlilerin varlıklarını da tıpkı 2012’de olduğu gibi “Çin gişesinden beli doğrultma çabası” dışında bir şeye bağlamak olası değil. Will Smith filmde olsaydı en azından bir devamlılık kaygısı güdülür, senaryo bu kadar savruk olmazdı diye düşünüyorum. Peki film şu an olduğundan daha iyi mi olurdu? Bu soruya cevap vermek zor.
Filmin tümüyle berbat ve zaman kaybı olduğunu söylersem haksızlık etmiş olmayabilirim. Neticede film, 1996’daki filmin devamını sağladığı kadar, yeni Stargate filmleri için bir bütçe çıkarma denemesi olarak da önem taşıyordu. Fakat film, şu haliyle nereden baksanız aceleye gelmiş, detaylarına uğraşılmamış ve düz ilerleyip düz biten bir yapım olarak kalmış. Filmin yegane başarılı sahnesi kraliçeye yapılan son saldırı; fakat o bile filmi tek başına kurtarabilecek uzunlukta değil. Sonuca gelirsek, filmin J.J. Abrams ya da Josh Whedon gibi, düz bir kurguyu daha eğlenceli, daha detaylı ve daha hareketli hale getirebilecek bir yönetmence verilmesi gerekirken, Emmerich tarafından bir gayrı resmi Michael Bay filmi haline getirilmiş. Bunu söylemek istemezdim ama durum bundan ibaret.
Eğer 1996’daki filmi benim gibi çok sevdiyseniz bile, göreceğiniz şey başlarda da söylediğim gibi ilkinin doğru yaptığı her şeyi yanlış yapan bir film olacak. Hal böyleyken Resurgence, ilk filminden habersiz şekilde izleyecek jenerasyonu hedefleyen, manevra gücü düşük, balans ayarı bozuk bir yapım görünümünde. Sağlam bir senarist ya da yönetmen dokunuşu gelmediği sürece, üçüncü filmin bundan daha iyi olacağını ummamanızı öneriyorum.
Hazırlayan: Hamit Gökalp