Sinemada Author Kavramı

Sinema sanatı alanında yapılan işlerin giderek tek düze bir hal alması ve filmlerin endüstriyel bir ürün haline dönüşmesiyle birlikte yaratıcı ve kalıcı işler bulmak giderek zorlaşıyor. Author sıfatını hak eden büyük yönetmenler bile, stüdyoların kar gütme amaçlarının bir uzantısı olarak giderek daha az yaratıcı işlere imza atmaya başladılar. Son on, on beş yıldır yapılan eserlere bakıldığında, konu olarak birbirine benzer ve gişeye yönelik yapımların ağırlıkta olduğunu görüyoruz. Bir zamanlar sinemaya yön vermiş büyük isimlerin (Francis Ford Coppola, Steven Spielberg ve Brian De Palma) son işlerine baktığımızda artık o eski yaratıcılıklarını göremiyoruz. Belki de film stüdyolarının eserler üzerinde kontrol sahibi olma istekleri, yönetmenler üzerinde bir baskı oluşturmakta ve onların özgür olmalarını engellemekte. Tüm bunların sonucunda, “Sanat için Sanat” sözü giderek “Stüdyo için Sanat” sözüne kaymaya başladı.

Author, kelime anlamı olarak “yazar” ve “yaratıcı” anlamına gelmektedir. Sinema sanatında “yaratıcı” anlamıyla kabul görmüş bir sözcüktür. Kimdir author olan yönetmenler? Bu sorunun cevabı son derece göreceli olmakla birlikte, herkesçe kabul görüp, author diye anılan kimi isimlerden bahsetmek doğru olacaktır. Orson Welles (Citizen Kane – 1941), Fritz Lang (Metropolis – 1927), Francis Ford Coppola (The Godfather – 1972), Martin Scorsese (The Taxi Driver / Taksi Şoförü – 1976 ) ve Ridley Scott (Alien – 1979 ). Bu büyük yönetmenlerin ortak noktası, türe daha önce denenmemiş bir bakış açısıyla yaklaşarak sinema sanatına yön vermiş olmalarıdır. Bu yönetmenler, author kavramının ortaya çıkış sürecinde yer alan en önemli isimlerdir.

Steven Spielberg

Orson Welles, Fritz Lang ve Sergei M. Eisenstein için “erken dönem author sinemacılar” diyebiliriz. Günümüz sinemasının temel taşlarını ortaya koymaları açısından bu üç  ismin önemi büyük. Bu üç dev yönetmen, sinemada anlatımın ve biçimin yanında, alt metinler vasıtası ile sistem eleştirisi de yapılabileceğini kanıtlamışlardır. Günümüz sinemasının kurgu, çekim teknikleri ve eleştirel anlatımına yönelik ilk örneklerin bu yönetmenlerin sinemasından çıkmış olduğunu görüyoruz. Provokatif diyebileceğimiz bu isimlerin eserleri, bugün halen sinema derslerine konu olmaya devam etmekte.

Citizen Kane, Welles’in ilk sinema filmi olup aynı zamanda sinema tarihinin de en iyi filmlerindendir. Özellikle anlatım açısından dikkat çeken yapımda Welles, o döneme kadar kullanılmamış kurgu, ışıklandırma ve çekim teknikleri kullanarak 1941 yılından günümüze sinema sanatına çok şey kattı. Görkemli öyküsünün yanında anlatım tekniği ile de dikkat çekici bir yapım Citizen Kane. Walles’ın, Citizen Kane’de, Rus sinemacı Dziga Vertov’un Man With The Movie Camera (Kameralı Adam – 1929) belgeselinde kuralları konulan kurgu tekniğini bir adım ileri götürdüğü görülmekte. Rus sinemacı Vertov’a ait Kameralı Adam’ın dünya sinema tarihinde kurgu tekniği üzerine yapılmış ilk ciddi eser olduğunu belirtmekte fayda var.

Orson Welles

Fritz Lang’in bir sessiz sinema örneği olan Metropolis’i (1927), içeriğindeki öngörüler ve felsefesiyle sinema tarihinin ilk fütüristik eseridir. Kapitalizmi eleştirip işçi sınıfının yanında yer almasıyla Lang, bilimkurguyu kılıf olarak kullanıp sistem eleştirisi yapmıştı. Dönemin en pahalı yapımlarından olan eser, görkemli dekorlarıyla dikkat çekmekteydi. Avusturyalı yönetmen Lang’in yapımında, günümüz bilimkurgularında yer alan birçok detay fark edilmekte. Devasa gökdelenler, uçan araçlar ve sinema tarihinde ilk kez karşımıza çıkan yapay zekalı android bu yapımda mevcuttu. Lang, hem türün temelini belirlemiş, hem de alt metinleriyle 20’li yılların düzenine karşı tavrını ortaya koymuştur. Bu başyapıtıyla gerçek bir author işi ortaya çıkarıp, günümüz sinemasını da etkilemiştir. Sinemanın erken dönem yaratıcı sinemacılarını, yalnızca birkaç isimle sınırlandırmak elbette mümkün değil. Bu dönemde eserler vermiş birçok yaratıcı yönetmen başarılı işler ortaya koymuştur. Hepsini ele almak için birkaç sayfa yeterli olmaz.

Günümüz sinemasında, özellikle bu son on beş yıllık dönemde, en yaratıcı işlerin Uzak Doğu’dan çıktığı görülmekte. Dikkat edilirse Hollywood ne zaman konu sıkıntısı çekse, çareyi başarılı Uzak Doğu eserlerini uyarlamakta (The Grudge, Ringu, The Eye) buluyor. 2017’de, 1995 tarihli anime başyapıtı Ghost In The Shell‘in Rupert Sanders (Snow White and the Huntsman – 2012) yorumuyla yeniden gösterime girecek olması şaşırtıcı olmasa gerek. Bakalım bir diğer anime klasiği Akira‘ya (1998) ne zaman sıra gelecek?

Ghost in the Shell (2017 / 1995)

Joon-Ho Bong (Gwoemul – 2006), Jee-Woon Kim (I Saw The Devil – 2010 ) ve Chan – Wook Park (Oldboy – 2003 ) gibi yönetmenler, 2000’ler sonrası Güney Kore sinemasına damga vurdular. Yapımları yalnızca kendi ülkelerinde değil, uluslararası arenada da ses getirdi. Bu üç isim, yakın zamanda Amerika’da yönetmenliklerini üstlendikleri farklı projelerle şanslarını denediler.

Joon-Ho Bong, Gwoemul (Yaratık) ile yaratık filmlerini ti’ye alan ama kalburüstü bir yapıma imza attı. Jee-Woon Kim, I Saw The Devil’da (Şeytanı Gördüm) katili daha filmin başında gösterdi ve katilin nasıl yakalanacağından çok, bu katilin peşindeki kişinin intikam duygusuyla nasıl bir şeytana dönüştüğünü ön plana çıkardı. Chan-Wook Park ise, Oldboy (İhtiyar Delikanlı) ile, geçmişte başkası hakkında dedikodu yapmış birinin, bu davranışıyla başına ne gibi bir bela açabileceğini gözler önüne serdi. Batı sinemasında, bu tür benzer konuları işleyen yapımlarda, çoğunlukla benzer olay örgüsü ve klişeleri takip etmek zorunda kalıyoruz. Güney Kore sineması ise, ele aldığı türün klişelerini ters yüz ederek hem seyircisini ters köşeye yatırıyor, hem de her şeyiyle yeni olan bir eser ortaya çıkarıyor. Bu açıdan bakarsak, son yıllarda gerçek author sinemacıların Güney Kore’den çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Joon-ho Bong

Son tahlilde author kavramının, ele alınan tür sinemasının gerçek anlamda yeniden yorumlanması ile ilgili olduğu sonucuna varıyoruz. “Artık yeni bir şeyler üretmek zorlaştı,” diyen kimi yönetmen ya da stüdyoların bakışlarını Güney Kore sinemasına çevirmelerinde fayda var. Şu an gişe kaygısının yaratıcılıktan daha önemli olduğu bir zamandayız. Bu durum, ülkemizde de geçerliliğini koruyor. Her şeyin bir çırpıda tüketildiği günümüz toplumunda, önümüze konan sinema eserlerinin hemen tüketilmesi isteniyor ve stüdyolar da bu sayede kasalarını doldurmaya çalışıyor. Maalesef “İyi seyirler,” temennisinin yerini “İyi tüketin,” almış durumda.

Yazar: Buğra Şendündar

1979 İstanbul doğumlu. Sinemaya olan ilgisi daha yedi yaşındayken dedesiyle sabahlara kadar film izlemekle başlar. Daha önce çeşitli mecralarda sinema üzerine makale ve eleştiriler kaleme aldı. Günümüzde, Bilimkurgu Kulübü'nde yazarlık serüvenine devam ediyor. Ona göre sinema, insanın kendini keşfetmesidir.

İlginizi Çekebilir

AVP Alien vs. Predator

İki Evrenin Sinematik Çatışması: Alien vs. Predator

Shopping (1994) ile beyazperdeye adım atan İngiliz asıllı Paul W.S. Anderson, dikkat çekici bir başlangıç …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin