1962 yılında dünyaca ünlü bilimkurgu yazarı Philip K. Dick tarafından kaleme alınan Yüksek Şatodaki Adam (The Man in the High Castle) yayınlandığı dönemde büyük sansasyon yaratmayı başarmış ve sadece bilimkurguya değil, çağdaş edebiyata da adını altın harflerle yazdırmış bir eser olarak bilinmektedir. 2015 yılında Amazon Prime şirketi tarafından televizyon dizisi formatına uyarlanan eser dünya çapında büyük ilgi görmüş ve 2 sezonun ardından dizinin 3. sezonu da 5 Ekim 2018 Cuma günü itibariyle gösterime girmiştir.
Philip K. Dick tarafından bilimkurgunun alt türlerinden biri olan “Kurmaca Tarih” veya “Alternatif Tarih” (Alternate History) olarak da bilinen türde yazılan Yüksek Şatodaki Adam, 2. Paylaşım Savaşını Naziler kazansaydı nasıl bir dünya ortaya çıkardı sorusuna cevap veriyor. Böylece günümüz gerçekliğine tamamen zıt olacak şekilde alternatif bir gerçeklik yaratılıyor. Söz konusu alternatif dünya düzeni hayal gücünün sınırsızlığından ve fantastik unsurlardan uzak, son derece rasyonel ve gerçekçi biçimde kurgulanmıştır. Gerek kitabı okurken, gerekse diziyi izlerken: “Hadi canım, olur mu öyle şey?” dediğimiz neredeyse hiç olmuyor. Tüm kurgu, mekânlar, kostümler ve oyuncular gerçeğe uygun ve son derece profesyonel bir yapımın ögelerini oluşturuyorlar.
Washington DC.’ye atom bombasının atılmasına müteakip olarak ABD ve İttifak Devletleri, Mihver Devletlerine yani Nazi Almanya’sı, Japon İmparatorluğu ve İtalya’ya karşı koşulsuz teslim olur. Ardından ABD’nin Batı ve Orta Batı kesimi Naziler tarafından, Pasifik Okyanusundaki kıyı kesimi ise Japon İmparatorluğu tarafından işgal edilir. Naziler eş zamanlı olarak Avrupa’yı, Güney Amerika’yı ve Afrika’yı kendi topraklarına katarlar. Böylece savaş sonrasında yepyeni bir dünya düzeni ortaya çıkar ve bu düzenle 1960’lı yıllara kadar gelinir.
Philip K. Dick’in Yüksek Şatodaki Adam’da bizlere göstermekte ısrar ettiği en önemli unsurlardan biri Nazilerin ve Japonların kurmuş oldukları Faşist toplum düzenidir. Burada iki farklı faşist toplum düzeninden bahsedebiliriz çünkü her ikisi de Amerika’da geçmesine karşın biri Nazi faşizmini diğeri de Japon faşizmini temsil ediyor. Her iki faşist düzen yerli yerine oturmakla birlikte, artık iyiden iyiye rutine bağlamıştır. Bunların ikisi arasında ortak bir takım yönler olmakla birlikte bazı ciddi farklılıklar da bulunmaktadır.
Öncelikle ortak yönlere göz atacak olursak her iki düzenin temelinde yatan Faşist ideolojinin uygulayıcılarını görebilmekteyiz. Faşist düzenin en hayati unsurlarından biri olan baskı düzeni ve onu sağlayacak baskı aygıtları her iki tarafta da net bir şekilde vurgulanmaktadır. Nazilerde SS’lerin toplumdaki etkinliği ile Japonlardaki Kempeitai güçlerinin eylemleri arasında büyük fark görülmemektedir. Her iki örgüt birbirine denk ve eşdeğer biçimde işlev göstermektedir. Faşist düzene karşı gelenleri ortadan kaldırmak bu tip örgütlerin öncelikli görevidir. Esnek bir işlevi olan bu örgütlerin yeri geldiğinde polis, yeri geldiğinde ise mafya gibi hareket ettikleri dizide de gözlendiği gibi tartışılmaz bir gerçektir.
Faşizmin olmazsa olmazı propaganda başka bir ortak unsurdur. New York’ta bulunan Times Meydanından ülkenin en önemli anıt ve binaları Nazi sembol ve bayraklarıyla donatılmıştır. Aynı şey Japonlar için de geçerlidir. Pasifik devletlerinin başkenti San Francisco’da bulunan Golden Gate köprüsü imparatorluğun bayrak ve flamalarıyla süslenmiştir. Toplumun bireylerine otoriteyi ve baskı her daim hatırlatmak ve kişilerin bilinçaltına girerek onların beyinlerini yıkamak ve böylece psikolojik üstünlüğü sağlamak hedeflenmiştir. Propagandayla birlikte sürekliliğin esas hale geldiği ve evlerin içlerine kadar giren bir gözetim sistemi de faşist düzenlerde sıkça başvurulan aygıtlar arasındadır. 2. Sezon’da Juliana Crain New York’a sığınma talebinde bulunduktan sonra Obergruppenführer John Smith tarafından bir daireye yerleştirilir. Bu dairenin her köşesinde gizli gözetleme kameraları hiç durmadan kayıt yapmaktadır. Vatandaşlar her daim izlenmektedir ve artık izlenmeseler dahi gözetlendiklerini düşünmekten vazgeçemezler.
Medya açısından Nazi toplumunu ele aldığımızda ise, tüm yayın organlarının parti ve onun yetkileri tarafından kontrol altında tutulduğunu, tüm haber ve yayınların Nazi ideolojisine uygun biçimde filtrelendiğini ve ancak üst bir onaydan geçtikten sonra ana akım televizyonlarda yayınlanmaktadır. 2. Sezonun son bölümünde Hitler öldüğünde bu haberin halka açıklanması Almanya’dan yapılan merkezi bir yayınla tüm dünyada aynı anda gerçekleşir. Nazilerin medya üzerinde sağladıkları kontrol Reich’ın en büyük propaganda araçlarından birini oluşturmuştur. 1930’lu yılların sonuna gelindiğinde, Nazilerin propaganda Bakanı Joseph Goebbels, Almanya’da bulunan her eve dağıtılması planlanan ucuz radyoların seri üretimi için düğmeye basmıştır. Radyo’nun propaganda için en etkili araç olduğunu düşünüyordu. “19. Yüzyıl için Basın neyse, 20. Yüzyıl için Radyo o olacaktır” sözü Goebbels’e aittir.
Eğitim, kültür ve sosyal yaşam açısından analiz ettiğimizde Nazilerin toplumun her alanına damgalarını vurduklarını gözlemleyebiliyoruz. Nazi ideolojisi toplumun her alanına nüfuz etmiş durumdadır. Bu yüzden toplumun dinamikleri ideoloji tarafından şekillendirilmektedir. Dizide Nazi ideolojisinin kayıtsız şartsız egemenliği görülmektedir. Nazi Kadınlar Ligi, Hitler Gençliği gibi kuruluşlar Nazi partisinin sivil toplum kuruluşlarını oluşturmaktadır. Böylece Nazi faşizmi ideolojinin çok ötesinde bir yaşam biçimi haline gelmiştir. 2. Sezonda Obergruppenführer John Smith’in oğlu Thomas’ı okula giderken ve Hitler Gençliğine hazırlık yaparken görülmektedir. Kahverengi üniformasıyla sınıfa giren Thomas’tan öğretmeni tarafından Nazi andını okuması istenir. Sınıfın tam ortasında yer alan Hitler resmine Nazi selamı vererek hep bir ağızdan andı söyleyen öğrencilerin böylece Nazi ideolojisine olan bağlılıkları tekrar tekrar sağlamlaştırılmış olur.
Aile yaşamında kadınların baskılanması ve “kadının yeri ailesinin ve çocuklarının yanıdır” gibi sloganlar Nazilerin kadınları pasifize etmeyi görev bildiklerinin somut bir kanıtıdır. Nazi ideolojisine göre kadınlar mutlak suretle evcil, itaatkâr ve sadık olmalıdırlar. Sarışın, renkli gözlü kadınların mükemmel olarak tasvir edilmesi dizide gayet başarılı biçimde işlenmiş. Örnek Nazi Kadınını temsil eden SS. Komutanlarının eşleri söz konusu tarif ile birebir uyumludurlar. Başta John Smith’in eşi Helen olmak üzere diğer komutan eşleri de mükemmel yemek yapan, çocuklarına bakan, evini çekip çeviren ve arada bir Nazi kadınlar liginde diğer kadınlarla sosyalleşmeyi ihmal etmeyen basmakalıp Nazi kadın modelini temsil etmektedirler.
Sağlık açısından baktığımızda Reich’ın her toprağında çok katı bir “Ari Irk” politikasının uygulandığını görebiliyoruz. Bu politika, Ari olmayanların Reich topraklarına girişini sert bir şekilde yasaklıyor. 2. Sezonda Juliana Crain, Reich topraklarına siyasi sığınma talebinde bulunduktan sonra çok sıkı bir muayene sürecinden geçirilir. Bu sağlık taraması kapsamında Juliana’nın Ari ırktan olup olmadığı ve sığınma için uygunluğu tetkik edilmiştir. Nihayetinde John Smith’in özel desteği sayesinde sağlık kontrolünü kolayca atlatır. Nazi Devlet anlayışına göre sağlık, sadece bireylerin sağlık hizmetlerini yerine getirmekten ibaret olmayıp, tüm sağlık anlayışının Ari Irk standartlarına uygun olarak gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda Nazilerin Ari Irk, ya da başka bir deyişle “Übermensch” felsefesi kanıksanmış olup sıkı biçimde uygulanmaktadır. Üstün veya mükemmel insanı yaratma çabası olarak görülen bu felsefeye göre insanlar fiziksel olarak belli özelliklere sahip olmak zorundadırlar. Dış görünüşün dışında herhangi bir kronik hastalık ya da deformasyon asla tolere edilmemektedir. Naziler bu tip vakalarda hasta bakımı yerine hastayı iğne ile uyutup ardından krematoryumda cesetleri hunharca yakarak yok etmeyi tercih etmişlerdir. New York’ta her Salı günü rüzgar ile tuhaf maddelerin esmesi bu korkunç gerçeği canlı tutarak, toplumun böyle akıl almaz bir vahşeti ne kadar kolayca kanıksadığına ve buna seyirci kaldığına yönelik muazzam bir eleştiriyi dile getirmektedir.
Dizide Thomas’ın tedavisi olmayan bir hastalığa yakalanması, John Smith’i bir SS. komutanı olarak oğlu ve Nazi ideolojisi arasında seçim yapmaya zorlamıştır. Beklendiği üzere Smith, tercihini oğlundan yana kullanır ve oğlu yerine doktorunu öldürür ancak onun bu hamlesi oğlunu acımasız Nazi ideolojisinden kurtarmaya yetmeyecektir. Thomas’ı Güney Amerika’da Hitler Gençliğiyle birlikte kamp kazandığı yalanıyla kaçırmak ister fakat hesaba katmadığı bir şey tüm hesaplarını alt üst eder: Thomas’ın Nazi ideolojisine kendisinden daha fazla bağlı olması onun vicdanen rahatsızlık duymasını ve daha fazla dayanamayarak kendini Nazi sağlık otoritelerine ele vermesine yol açar.
Japon Pasifik devletlerinde ise Nazilerden farklı olarak Japon Faşizminin ideolojik boyutunun Almanlara kıyasla daha sınırlı olduğunu fark ediyoruz. İşte tam olarak bu noktada Japon faşizmi ile Nazi Faşizmi arasındaki farklar ortaya çıkıyor. Japonlar da Nazilerde olduğu gibi işgal ettikleri Pasifik kıyısında bulunan eyaletleri son derece katı bir baskı rejimi ile yönetiyorlar. Başta başkent San Francisco olmak üzere, diğer kentlerde de ekonomi, sağlık, kültür, eğitim, sosyal hayat gibi alanlar Japon kültürünün egemenliğine göre düzenlenmektedir. Para birimi Yen’dir, okullarda ve kurslarda Japonca öğretilmektedir, kültürel ve sosyal yaşam Japonya’ya yakın bir şekilde seyretmektedir. Origami, Aikido kurslarından tutun, Sumo güreşlerine kadar akla gelebilecek her türlü etkinlik Japon kültür ve adabına göre uygulanmaktadır. Hatta buraya Yakuza’yı bile taşımışlardır. Japon kültürü ve geleneklerinin toplum üzerinde mutlak bir egemenliği vardır.
Fakat gerek kültürel, gerekse ideolojik farklılıklardan ötürü Japon Faşizmi Nazi Faşizminden farklılıklar taşımaktadır. Her şeyden önce Japonlarda, Nazilerde olduğu gibi temeli ırkçılığa dayanan bir Ari Irk Politikaları yoktur. Bu yüzden insanların ırkıyla, kökeniyle ilgilenmezler. Onlar için başta imparatora ve Japon imparatorluğunun tüm değerlerine bağlılık esastır. Vatana ihanet eden uyruğuna veya topludaki konumuna bakılmaksızın infaz edilmektedir. Dizide Japon prensinin suikaste uğraması Japonlar açısından tam bir felaket senaryosudur. Asla kabul edilemeyecek ve aydınlanması gereken bir olaydır. Şunu da söylemeden geçmeyelim ki imparatorluk sınırları içerisinde yaşayan ve Japon olmayan diğer insanlara (başta Amerikalılar olmak üzere) açıkça 2. Sınıf vatandaş muamelesi yapılmaktadır. Yaşamın her alanında, örneğin otobüs durağında beklerken gibi günlük rutinlerde Japon vatandaşlara her zaman öncelik tanınmaktadır. Burada Japon olmayanlara yapılan ayrımcılıklar, ABD’de Martin Luther King dönemi öncesinde siyahilere karşı yapılan ayrımcılığı andırmaktadır.
Japon faşizmini, başlıca müfettiş Kido ve Ticaret Bakanı Tagomi-san ile yardımcısı Kotomichi ile gözlemliyoruz. Dizideki Japon karakterler, Nazilere kıyasla daha sofistike, maneviyata değer veren, entelektüel, içe dönük ve sessiz ancak aynı düzeyde acımasız bir portre çiziyorlar. Japon yetkililer için vatanseverliğin sınırı yok. Öyle ki onlardan beklenildiği gibi telafisi olmayan hatalarda kılıçlarını çıkarıp hara-kiri yapmaktan geri kalmıyorlar. Japonlara göre vatanseverlik sözle değil, icraat ile ölçülmektedir. Dolayısıyla Nazilerde ideoloji, Japonlarda ise vatanseverlik ve vatana bağlılık öne çıkıyor. Doğal olarak belli bir süre geçtikten sonra bu iki süper güç birbiriyle çatışmaya girmekten kendilerini bir türlü alıkoyamazlar.
Sonuç itibariyle dizide izleyicilere sunulan iki faşist toplum tasviri mevcuttur. Nazi Amerika’sı ile Japon İmparatorluğu Amerika’sı iki farklı faşist toplum tasvirini temsil etmektedir. 1960’lı yıllarda geçen kurguda bu iki tasvirden hangisinin 1960’ların gerçek ABD’sine daha yakın olduğu sorusu bana göre büyük önem taşımaktadır. Bu sorunun cevabını bulmak için diziyi izlemiş olmak yeterli olacaktır. Nazi Amerika’sı, 1960’ların gerçek Amerika’sı ile Japon Amerika’sına kıyasla şüphesiz çok daha fazla benzerlik taşımaktadır. Bunun arkasında ise yazar Philip K. Dick’in Amerikan toplumuna yöneltmiş olduğu üstü kapalı bir eleştirinin yer aldığı kanaatindeyim. Bu eleştiri çok keskin olmakla birlikte, Dick, özgürlükler ülkesi olarak adlandırılan ABD’nin özünde Nazi Almanya’sına sanıldığı kadar uzak olmadığı imasını beyinlere yerleştirmek istemiştir. Elbette Almanlar ile Amerika toplumu arasında kültürel benzerlikler Japonlara kıyasla daha yoğun biçimde mevcut ancak meseleyi salt kültürel açıdan ele almamak gerekmektedir. ABD’nin dahi Nazilere teslim olduğu ve bunun sadece askeri anlamda değil, sosyal, kültürel ve günlük yaşamın her alanında Nazi ideolojisiyle mükemmel bir uyum içinde rutine bağlanan muazzam bir alternatif gerçeklik örneği sunulmuştur yazar Philip K. Dick tarafından.
Hazırlayan: Cenk Tan