Passengers’ı hiçbir beklentim olmadan izledim. Her ne kadar “bilimkurgu diye girdik, aşk filmi çıktı” gibi yorumlar okumuş olsam da, bilimkurgu filmlerine bir şans verme taraftarıyımdır. Bu film ne bir Arrival, ne de bir Interstellar ile karşılaştırılabilir. Öte yandan, genel kanının aksine filmi beğendiğimi söylemeliyim. Passengers bir aşk hikayesinden çok öte, The Quiet Earth’ü (1985) anımsatan bir yalnızlık filmi. İnsanoğlu başkalarının olmadığı bir dünyada, tüm ihtiyaçları fazlasıyla karşılansa bile, mutlu mesut yaşayabilir miydi? Hayattan bezdiğini söyleyen insanların esasen başka insanlardan bezdiğini düşünürüm. Sosyal ilişkilerin üzerimize bindirdiği yük ağır geldiğinde, insanları değil de bir bütün olarak hayatı suçlama eğilimindeyizdir. Ne var ki insan insanın kurdu olduğu kadar, yalnız da yapamayan bir varlık.
Dikkat ederseniz, ana karakter bir kaza eseri erkenden uyandığında “arkadaşlardan” söz ediyor. Daha doğrusu “arkadaşlar” sözcüğünü duyduğunda yüzünde bir tebessüm beliriyor. İnsan insana muhtaç. Bunu özellikle “madem hiç kimse yok ve madem burada öleceğim, o hâlde imkânların tadını çıkartayım” düsturuyla kendisini lüks tüketime ve eğlenceye vermesinin ardından depresyona girdiğinde görüyoruz. Başkaları yoksa, dilediğin kadar zengin ol, dilediğin kadar lüks tüketim malzemelerin, yüzme havuzların, suit odaların, yediğin önünde yemediğin arkanda olsun, en nihayetinde boğuntu duygusu tarafından ele geçirilmen kaçınılmazdır. Filmdeki ana karakter Robinson Crusoe gibidir bir bakıma. Kimseciklerin olmadığı tropikal bir adada küfelerce altının olması ne anlam ifade eder ki? O altını kime verip ne alacaksın? Başkalarının yokluğunda her şey anlamsızlaşır; zira tüm anlamlar, kişiler-arası bir uzlaşı ile inşa edilir. Altın değerlidir; çünkü onun değerli olduğunu herkes benimser. Kimse yoksa, değer de yoktur.
Neresi kuzey, neresi güney belli olmayan sınırsız uzayda salınmak kişinin bir böcek gibi hissetmesine sebep olabilir belki. Oysa bu klişeye varmadan evvel iki kez düşünmek gerekiyor. Sonsuzlukla kıyaslandığında küçük bir böceğiz, tamam. Ne var ki bir böcek de olsak, bilinçli böcekleriz ve o sonsuzluk dahilinde seyahat edebilen uzay gemileri yapabiliyoruz. Kuyruklu yıldızlara robot indiren, Dünya’nın yörüngesine uydular yerleştiren böcekler… Bu yüzden asla sıradan değiliz. Tanrı olduğunuzu düşünün. Kendi yarattığınız bu küçük şeyler, yeryüzünden yükseliyor, dışarıda neler olup bittiğini, varoluşun görkemini ve hayatın anlamını araştırıyor, bunun peşine düşüyor. Bu az şey midir?
Kızı tanımadığına göre, ilk görüşte aşık olduğu –ve bir bakıma aşkın dış görünüşle başladığı tezini doğrulayan- sahnelerin ardından, etik bir sorgulama içerisinde buluruz kendimizi. Kızı uyandırmakla doğru mu, yoksa yanlış mı yaptı? İyi mi, yoksa kötü bir adam mı? Bu soruya cevap bulma derdinde değilim. Ancak bu noktada android barmenin robot mantığının, yani sırf rasyonaliteye dayanan eğer’li, ise’li soyut akıl yürütmelerin insanoğlunu anlamakta ne denli yetersiz kaldığına dikkat çekmek isterim. Karar vermek sırf mantıksal bir edim değildir. Kararlarımızı verirken duygularımız da devrededir. Bazen mantıklı bulmadığımız tercihler yaparız. Duygusal Zeka adlı kitapta, rasyonel sandığımız tercihlerimizi yaparken dahi, tercih öncesinde onlarca şıkkı duygularımızla elediğimiz, nihayet rasyonel karşılaştırmayı kalan iki-üç şık arasında yaptığımız ayrıntılarıyla anlatılır. Tam da bu yüzden, adamın kadını uyandırıp uyandırmaması konusunda android barmenin verebileceği bir cevap yoktur. Karar anlarının dayanılmaz ağırlığı.
The Blue Lagoon (1980) filmini anımsatan sahnelerin olduğu filmde hoş bir ayrıntı daha göze çarpıyor. Evrendeki son çift de olsanız, kimse kimseye mahkûm değil. Her halükârda kendimizi sevdirmek, karşımızdakini bir şekilde etkilemek durumundayız. Belki de bu yüzden, evrenin kim bilir hangi ucunda, koca uzay gemisinde baş başa kaldıkları hâlde, yine de çiftimizin flört ettiklerini, yavaş yavaş yakınlaştıklarını, en güzel kıyafetlerini giyip yemeğe çıktıklarını filan görürüz. Mekânlar değişse de bazı şeyler değişmiyor anlaşılan.
I, Robot’u (2004) izlediğimde çok beğenmiş, hakkındaki olumsuz yorumları okuduğumda epey şaşırmıştım. Passengers için de benzer bir durum çıktı ortaya. Evet, filmin ikinci yarısını ben de pek beğenmedim. Yine de, sırf düşündürdükleri itibariyle bile izlemeye değer bir film olduğu fikrindeyim.
Hazırlayan: Tamer Ertangil