“Tanrım, hayatım tıpkı romanlarımın ve öykülerimin izlekleri gibi… Bir PKD kitabının kahramanıyım ben!”
Philip K. Dick kimilerince yüceltilen, kimilerince de eserlerinin yeterince bilimkurgu olmadığı söylenen, fakat günümüzde ilgi odağı olmayı başarmış bir bilimkurgu yazarı. PKD eserlerinde kendi hayatını, kaybedenleri ve sıradan insanları başkarakterler olarak çıkartır karşımıza. Kurgusunun dayanakları arasında bilim ve mistik güçler iç içe geçmiş desek yeridir. Mistik güçlerden kastım kahramanlarının ya da anti-kahramanlarının bir anda gerçek dışı deneyimlerle karşımıza çıkıyor oluşudur. Buradaki gerçeklik kavramını alaşağı eden şey ise psikolojik rahatsızlıklar ya da çeşitli maddelerin etkisi altında yaşanan halüsinatif deneyimlerdir.
Son olarak Alfa Yayınları’ndan çıkan Gökteki Göz isimli kitabı Sönmez Güven’in başarılı çevirisiyle okuma fırsatım oldu. Gökteki Göz için ülkemizde tanıtımı yeterince yapılmamış bir PKD kitabı desek yeridir. Hikâye örgüsü oldukça sıra dışı olan Gökteki Göz’ü okurken, akla hayale gelmez bir PKD evreninde gezineceğinizi şimdiden belirtmek isterim.
Kitabımız 1959 yılının Ekim ayındaki olaylar zinciriyle başlıyor. Hamilton ve Marsha ikilisinin etrafında gezinen olaylar, ilk olarak Albay T. E. Edwards’ın Hamilton’a ulaştırılan notuyla gelişiyor. Hamilton, çalıştığı füze fabrikasının güvenlik şefi olan McFeyffe’nin Marsha hakkında edindiği istihbarat bilgileri ile yüzleşmek zorunda kalıyor. Hamilton böylesi bir suçlamaya hazır değildir ve McFeyffe, Hamilton’ın eşi Marsha’nın “amansız bir kızıl” olduğunu bildirmiştir. Hamilton umutsuzca eşini aklamaya çalışırken ulusal güvenlik sorunu hâline gelmek üzere olan yuvasını kurtarma derdindedir. Dönemin soğuk savaş ruhunun da işlendiği bu bölümde, Hamilton’a tek bir seçenek bırakılmıştır: Eşinin komünist olmadığına dair delilleri bulmak. Aksi hâlde görevine devam edemeyeceğini öğrenmiştir.McFeyffe, Hamilton, Marsha üçlüsü bu şokun ardından hep birlikte Proton Işın Saptırıcısının sergilendiği yere doğru yola çıkarlar. Yol boyunca Hamilton’un dalgınlığı ve McFeyffe’ye olan kırgınlığı dikkat çeker. Marsha ve Hamilton arasında başlayan fısıltılar kapitalizmin ve onun eseri olan yeni topluma yönelik alabildiğine eleştiriler barındırmaktadır. Toplum içinde dikkat çekmeden yaşamanın önerildiği bu hayat modelinde hakkınızda istihbarat toplayanların varlığı yaşayanları tedirgin eder.
Bevatron’a vardıklarında üzerinde gezinmekte oldukları platform aniden çöker. Büyük bir kazanın meydana gelmesiyle olay örgüsü de hiç hayal edemeyeceğiniz bir aşamaya sıçrar. Bu PKD’nin en bilindik özelliklerindendir; onu izlerken yolunuzu şaşırtmayı sever. Proton Işın Saptırıcısını izlemek için kurulan platformlar çöker ve kaçamayan talihsiz kimseleri bu dev mıknatıslar yutar. Bolca radyasyona maruz kaldıklarını düşündüğümüz bu insanlar artık romanın ana kurgu unsurları olurlar. Üçüncü bölüm Hamilton’ın güçlükle uyanmasıyla başlıyor. Kazayı ucuz atlattıklarını düşünürken korkularıyla yüzleşmek zorunda kalırlar. Peki, yaşadıkları bu an gerçek midir Grubun etrafında bulunan insanların bir çeşit leke gibi ve belli belirsiz önemsiz figürler yığını oluşu onları tedirgin etmeye yeter de artar bile. Başlayan bu nevrozun ilk işaretçisi Hamilton’a saldıran bir arı olur. Kazadan kurtulan sekiz kişi artık bir girdabın içine düşmüştür. Çekirge sürüsü, bulanıklaşan siluetler, derin yalnızlık hissi… Hamilton ve Marsha uyuşmuş zihinlerinden kurtulmaya çalışırken değişen evrenin henüz farkında değildir. Hamilton yıllar sonra ilk kez tanrıyla iletişim kurmayı dener ve garip bir gizemle platform görevlilerinden mihmandarla karşılaşır. Bill Laws isimli bu siyahi mihmandarla konuşarak neler döndüğünü anlamaya çalışan Hamilton, gittikçe bunaldığını fark eder. Laws, içinde bulundukları evrenin süper özellikleri hakkında Hamilton’a bilgi verirken, Hamilton şaşkınlığını gizleyemez. Marsha ise yaşadıkları an hakkında yorum yapamasa da bedenlerinin hâlâ Bevatron’daki kaza bölgesinde boylu boyunca yattığı iddiasındadır.
“Doktor Tilingford ve Dua Çarkları”
Hamilton iş aramak için yanına uğradığı doktorun dua çarkıyla bu yeni evrenin içine çekilmeye devam eder. “İkinci Bab” isimli kutsal kitaptan yayılan olağanüstü bu din, Hamilton’u şaşkına çevirir. Artık şüpheye yer kalmayacak ölçüde yabancı bir yerde bulunduğunu, gerçeğin değiştirildiğini anlar. Burada anlatılan düş evreni ülkemiz Müslümanlarının gözünden nasıl kaçtı bilinmez, PKD’nin hayranlık veren hayal aleminde seyre dalmışken kuralsız bir oluşun içine çekilmeye devam ediyoruz.
“Camiye gidin, sizi çağırıncaya kadar tefekküre dalın.”
Çok geçmeden Hamilton buranın “kâfirlere” karşı silah üreten bir yer olduğunu anlar. Bilimsel bir kuruluş olduğunu hatırladığı bu yeni yerin öteki dünya ile iyi ilişkiler kurmak niyetinde bir yer olduğunu ve dahası hafızasında yer edinmiş birçok bilimsel terimin bozuluşuna şahitlik ediyoruz. Bunlar arasında en fazla dikkatimi çeken ise “büyük nüfus merkezleri için düzenli bir lütuf akışı” isimli makale oluyor. PKD adeta zihinlerimizi ele geçirerek bilimkurgusal olguları ustalıkla çarptırıp onları garip bir anlamsızlığa çeviriyor. Hamilton iş aramak için girdiği EGA isimli kuruluşta yepyeni bir gerçekle karşılaşıyor ki bu mistik yaşantı okuru etkisi altına alırken, satırlar da su gibi akıyor. EGA tanrıya hizmet eden bir kuruluş olduğundan burada çalışanların da tanrı tarafından lütuflandırılacaklar listesinde olması artık okuru da şaşırtmıyor. Hamilton ve biz okurlar satır aralarında gezinirken bu yenidünyaya ait kavramları keşfediyoruz. Bulanık bir suda yitirilen önemli bir şeyi aramaya benzeyen bu durum hiç de kolay olmuyor. Tanrı, melekler, kâfirler, peygamberler, şifacılar ve aracılar arasında hoyratça itekleniyoruz.
“Bab’ın kim olduğunu bilmiyorum, bu bayat Arap dinini nereden bulup çıkardıklarını da ama dert etmiyorum.”
Altın Pırıltı Meyhanesinde karşılaştığı McFeyffe ile başlayan bu garip sohbet Hamilton’ın nereye düştüğü ile ilgili ipuçları da barındırır. McFeyffe bu işte Hamilton’a göre daha da uzmanlaşmıştır ve ceketinde taşıdığı muskalarla ve “Muhammed’in tarak kemiği” ile böbürlenmektedir. Artık romanın nereye varacağı konusunda okurun elle tutacak bir varsayımı kalmamıştır. Hamilton’ın aksine McFeyffe bu işten memnundur. Duvarında “Peygamber Seni Burada Görseydi Ne Derdi?” yazılı meyhanenin bir kötülük yuvası olduğunu ancak tanrıya da bir o kadar yakın olduğunu, muskalarıyla ve dualarıyla biraya para ödemediğini, doğru hamlelerle her zaman mutlu olacağını anlatıp durur McFeyffe, o halinden memnundur.
“Bu mekânda cihat olmaz, birbirinizi parçalamak istiyorsanız dışarı çıkın.”
Hamilton pes etmeyerek ne olup bittiğini anlamaya çalışır. Doktorun verdiği notta bulunan Tek Gerçek Tanrı’nın (Tetragrammaton’un) Peygamberi’ni bulmakta kararlıdır. Laws’ın çekiştirmesi ile yeni bir gariplikle karşılaşır Hamilton. Sigara ve çikolata makinelerinin çalışma prensibi hakkında kafa yoran Laws, “idealar” dünyasına göndermeler eşliğinde bu mucizevi olayı irdeler. İkilinin konuşmaları aslında gerçek birer şüpheci olduklarının ilanıdır. Laws ve Hamilton bu makineleri sökerek içlerine attıkları birkaç bozuklukla yoktan var olan sigara ve çikolata paketlerini görürler ve Laws bu düzeneğe olan hayranlığını çocuksu cümlelerle ifade eder. Ona göre bu sistem fabrikaları ve ham madde sorununu ortadan kaldıran harika bir şeydir. Sonrasında makine içinde bulunan temsili eşyaların yoktan var olacak maddeleri simgelediklerini keşfederler. Kısacası, sigara paketini bulunan temsili bir gazoz kapağıyla değiştirdiğinizde makine size gazoz kapağı vermektedir. İkili makineyi bilimsel bir merakla kurcalayarak hayallerini süsleyen bir buluşa imza atarlar. Makine artık gittikçe artan oranlarda aralıksız bir biçimde konyak vermektedir.
Burada anlatılanları PKD’nin gözünden “mucize” kavramına dair bir “dokunuş” diye okudum. Kitapta anlatıldığı gibi bazı olayların “Nasıl?”larını biliyor olsak da “Niçin?”lerini kaçırdığımızı anlıyoruz. Bu çılgınca evrende Hamilton pes etmez. Kendinden beklenildiği gibi bir bilim insanı olarak “Abuk sabuk tarikat, bir avuç Arap zırvası ikinci Bab” dediği bu gerçekliği ortaya çıkarmak adına tanrıyla konuşmayı kafasına koyar. Kuşkusuz McFeyffe, seçme şansına sahip olsaydı onu çoktan yarı yolda bırakırdı ancak bunu yapamaz ve Hamilton’a eşlik eder. Göğe yükseldiklerinde Güneş Merkezli Evren yerine ilkel bir evrenle karşılaşmaları bariz bir hayal kırıklığına uğratsa da tanrı katında olmak bilinmezlerin çözümü için önem kazanmıştır. Cennet ve cehennem tanrıya giden yolun ayrılmaz birer parçasıdır ve Hamilton her ikisini de süzdükten sonra yükselmeye devam eder. Burada Gökteki Gözle yani yaratıcı Tetragrammaton ile karşılaşırlar ve yeni baştan bir oluşun içine doğru düşmeye başlarlar. Bu sahnenin esinlendiği olay ise bana İslam Peygamberinin Miraca yükselmesini anımsattı. PKD miraç olgusundan mı beslenmiştir bilinmez ancak bölümde tasviri yapılan “yükselme” eyleminin sizlere de birçok şeyi çağrıştıracağına kesin gözle bakıyorum.
Tanrıyla karşılaşmalarının hemen ardından artık birer “hacı” olan ikili Horace Clamp Peygamberi‘ni görmeye hak kazanmışlardır. Sonrasında taşlar yerine oturmaya başlar ve kitabın ana kurgusu yavaş yavaş kendisini açık eder. Hamilton olan bitenin kafadan çatlak Arthur Silvester’in düş dünyası olduğunu keşfeder. Kendisi eski bir savaş gazisidir. Hamilton ve arkadaşları uzun uğraşlar sonunda Silvester’in marazlı düşünden kurtulmayı başarırlar başarmasına ama karşılarında yine bir gizem bulurlar.Bu yeni gizemli dünya başka bir kişinin düşüdür ve burada insanlar cinsiyetsizdir. Tarif edilen cinsiyetsizlik kısmı Black Mirorr dizisinin dördüncü sezon birinci bölümünde aynen resmedilmiştir. Artık bu yeni evrende Hamilton’a düşen ipuçlarını bulup toparlamak ve düş sahibini etkisiz hale getirmektir. İşe EGA’ya giderek başlar ve EGA’nın yegâne amacını duyar. EGA insanlığın bünyesine sanatı sokmayı hedeflemiştir. Evet, tam olarak böylesi bir amaca erişmek için çalışan bir kuruluş elbette düşvari bir yenidünyanın varlığının en net işaretlerinden birisidir. Bu dünyada sanatın engellenmesi ile başlayan anksiyetenin cinsellik yoluyla kendisini gösterdiğini öğrenir. Freud’un en bilindik tezleri de özenle çarpıtılmıştır burada. Katı ahlakçı bu dünyadan kurtulmanın bir yolu vardır ve Hamilton kimin düşüne esir düştüklerini bulmak zorundadır.
Hikâyenin bu aşamasından sonra artık nasıl bir kurgu okuduğumuzu iyice anlıyoruz, PKD ise bilinmezin açığa çıkmasıyla okurdaki heyecan ve merak duygusunu dindirmemek adına kurgusunu olağanüstü ayrıntılarla süslemeyi ihmal etmiyor. Hamilton’ın, Mrs. Pritchet’in düşünde olduklarını anladıktan sonra grubundakileri bu dünyanın gerçek olmadığına inandırması gerekiyor. Bu iş de öyle kolaylıkla çözümlenemiyor elbette. Mevcut düşü tek gerçekliği sanmak grup üyelerini rahatlatırken, onu yalanlamak ani anksiyetelere sebep oluyor. Mantıkla ve gerçeklik arasındaki mesafe uzadıkça uzuyor ve dahası eski evrene dair bilgilerin birçoğunun zihinlerden silinmiş olduğunu görüyoruz. Otoritenin her türlüsüne tepkili olan PKD satır aralarında yine mesajlar vermeye devam ediyor. Soğuk savaş nedeniyle aralarının epey kötü olduğu Rusya’nın hepten yok olması, yani hiç var olmaması ve benzer şekilde Mrs. Pritchet’in istemediği ya da sevmediği diğer bütün “şeylerin” kitlesel olarak var olmamış olması garip bir tikelliği çağrıştırıyor bizlere.
“Eğer fark edemiyorlarsa, önemi kalıyor mu?”
Yaşantılar ve sahipleri hep birlikte değişiyor, bazıları ve hatta çoğu siliniyor. Ancak onlar yani yaşayanlar bunu bilmiyor. Tanrıcılık sırasında Mrs. Pritchet, Tetragrammaton’u mumla aratıyor. Bütün bu olanlara karşı bir tepki olarak Hamilton, İpeksi’yi öpmek istiyor ve bom! İpeksi yok oluyor. İpeksi aniden siliniyor. “Küçük Yosma Kırıntısı Kategorisi” onun arkasından kullanılan bu sözcükler Hamilton’ı daha da dikkatli olmaya yöneltiyor. Tahmin edersiniz ki tanrıyı öldürebilmek hiç de kolay değil. Her şeyin sahibini gizlice enselemek: Hamilton’a düşen görev buydu. Şimdi grubun üyelerini tanrıya başkaldırma konusunda cesaretlendirmesi gerekiyor. Zenci Laws, bu yenidünyada tanrının lütfunu almayı başarmıştır. Laws, Hamilton’a şiddetle karşı çıkarak hayalindeki hayatın bu olduğunu yani Mrs. Pritchet’in kurduğu sabun fabrikasındaki yöneticilik rolünden vazgeçmek istemediğini haykırır. Burada PKD, Amerika’da yaşanmış beyaz baskısına değinirken oldukça etkili cümleler kuruyor. Hamilton ve grubundakiler tanrının yanında ona karşı gelme cüretini göstermekle birlikte hepten silineceklerini biliyorlar. Bu paranoya içerisinde tanrıyı öldürmenin imkânsızlığını deneyimleyen Hamilton, zekice bir çıkış yapmayı keşfeder.
Tanrıyı onun vasfıyla vuracaktır. Ama onun gönlünü okşayarak ama kışkırtarak bir şeylerin silinmesini salıklar Hamilton. Tanrı artık kendi gücüyle zehirlenmeye başlamıştır. Var oluş yavaş yavaş silinir. PKD tanrı sorunsalına dikkat çekiyor: Yitip giden her nesne kendisiyle birlikte bir parça da tanrıdan götürmez mi? Tanrı rüzgârı yok ettiğinde kendisinden bir şeyi de yok etmiş olmaz mı? Peki, bize aktarılan cehennem ve kötülükler tanrının birer parçaları değiller mi? Şüphesiz PKD’ye göre olan ve olacak olan her şey tanrının kendisidir. Mrs. Pritchet’i ve onun evrenini bu yöntemle sildirir Hamilton’a. Mrs. Pritchet’in evreni tuzla buz olduğunda kulaklarındaki cızırtılı sesle uyanan grubun yeni bir evrene hapsolduklarını anlamaları pek uzun sürmez. Bu kez düş tanrıcılığı Joan Reiss’in eline geçmiştir. Anlatı, Miss Reiss’in düş evreninde gerilim ve korku dolu satırlarla ilerlemeye başlar. Her yeni düş evreni bir öncekinden daha beter bir hal alır. Bu üçüncü evrenin de sahte bir gerçeklik taşıdığı çok geçmeden keşfedilir. Hamilton artık yapayalnız değildir. Grup üyelerini Miss Reiss’i öldürmek için cesaretlendirmek ister ancak öncesinde bu çarpık düşte esir düştükleri canavarlaşan evden kurtulmaları gerekmektedir.
“Eğer İnsan Değilsek Neyiz?”
Garip bir oluşla başkalaşan bedenlerde girişilen bu mücadeleyi el birliği yaparak kazanan grup üyeleri kadının çektiği azabı zevkle izlerler ve bu düş de sona erer. Dördüncü düş evreni kapitalizm ve sosyalizm mücadelesine sahne oluyor. Doktor Guy Tillingford’un bedeninde simgeleşen kapitalizm, Hamilton ve arkadaşlarını esir almak ister. Grup üyeleri ise Marsha’nın gerçek dünyalarında “arsız bir kızıl” olduğunu düşündüklerinden dolayı bu evrenden Hamilton’ı ve Marsha’yı sorumlu tutarlar. Grup, içine düştükleri bir sokak savaşından kurtulmayı hedeflerken PKD’nin kurgusu bana Nietzsche’nin “bengi-dönüş” kavramını hatırlattı. Bilirsiniz, Nietzsche bengi-dönüş ile birlikte sonsuz zaman döngüsü içerisinde tüm tehlikelere rağmen yeniden ve yeniden yaşanılması ve bu zoraki hayatların olumlanmasını ifade etmektedir. Kitabın ana kurgusunun bu döngü fikri üzerinden yükseldiği düşüncesi aklıma yattı desem yeridir.
“Direnin! Geliyoruz! Barış savaşçıları! Doğrulun!”
Dördüncü düş evreninde komünistlerle kapitalistlerin savaşı üzerinden her iki sisteme de saldıran PKD hikâyeyi çözülmesi güç bir aşamaya getirir. Anlatı fantastik bir sınıf savaşını gözler önüne sermeye devam eder ve Hamilton, eşinin baygın bedenini taşımaya çalışırken bu evrenin aslında Marsha’ya ait olmadığını keşfeder. Evren, gerçek hayatlarında eşi Marsha’yı komünist olmakla suçlayan raporun sahibi Charley McFeyffe’nin ta kendisine aittir. Dinle olan çelişkilerini çözemediği görülen McFeyffe, sınıf savaşı dünyasının sahibi olarak fazlasıyla Tetragrammaton’u andırmaktadır. Burada McFeyffe’nin gür sesini tasviri sırasında Joseph Stalin’e yönelik göndermeler de bulunmaktadır. Grubun bu yeni evreni deneyimlemesinden sonra konu romanın başladığı yerle iliştirilerek ilerliyor ve sürpriz bir sonla bitiyor. PKD, hiç şüphesiz zihinler arasında yaşanan bu gezintilerle birlikte hayata karşı söylemeyi hedeflediği birçok şeyi dile getiriyor. Zencilerin yok sayılmasından, Kızılderililere, ahlak bekçiliğinden işçi haklarına kadar geniş bir yelpazede üst perdeden konuşuyor PKD. 302. Sayfada son bulan romanı kapattığımda keşke devam etseydi demekten alamadım kendimi. Kuşkusuz Gökteki Göz daha derin okumalarla çok daha fazlasını verecektir okura. PKD’nin uçsuz bucaksız düş dünyasındaki bulanık hayatların arayışına eşlik etmek sıkı hayranları için büyük bir onurdur.