Tarkovski’nin Stalker adlı filminin bilimkurgu kapsamına girip girmediği konusunda anlaşmazlık söz konusu. Bana kalırsa Stalker, bilimle maneviyat ilişkisini ele almak bakımından ucundan kıyısından da olsa bilimkurguya dâhil. Yine de daha çok felsefî bir eser.
Tren istasyonuna yakın bir evde yaşayan çift büyüsü bozulmuş bir Dünya’da, Sovyet kahverengisi diyebileceğim tonlarda, sıkıcı, rutin, donuk bir yaşam sürdürmektedir. Ailenin erkeği, herhangi bir maddi eksikliğin olmadığı bu boğucu ortamda, bir başka deyişle sert ve ödünsüz bir modernliğin içinde, hakikatin peşine düşen bir iz sürücü hâline gelmiştir. Gerçeğin, hakikatin izini süren, mevcut sistemin kuru ve donuk yapısında bir sıkıntı olduğunu hisseden, bunu bilen ama ifade etmekte zorlanan bir iz sürücü. Yasaklanmış ve kuşatılmış olan Bölge’ye giden yolda bir profesöre ve bir yazara öncülük etmeye karar verir. Yasak bölgedir gideceği yer. Hakikat yasaklanmıştır. Ne var ki buna değeceğine de emindir.
Filmdeki üç erkekten alkolik olan yazar ve fizik profesörü, iz sürücüden farklıdır. İz sürücü gerçeklikten haber getiren bir ulak, diğerlerine öncülük eden bir havari, nihayet akılla bir türlü görülemeyeni bir şekilde hisseden, sezgileri kuvvetli bir ermiştir adeta. Entelektüel yazar ve fizik profesörü, hayatı sırf akılla, rasyonel olanla, duyularla edinilen bilgiyle anlamakla bir ömür tükettikleri için iz sürücünün sezgi gücüne sahip olmaları imkânsızdır. Hayatı 2 * 2 = 4 kesinliğinde, sıkıcı ve donuk bir rasyonalitenin egemenliğinde yaşayan bu iki kişinin, görünende, fenomenal evrende kendini doğrudan doğruya belli etmeyen hakikati idrak edebilmeleri mümkün değildir. Zira hakikate saygı duyulması, onun ciddiye alınması gerekir; alay edilmesi değil.
Bu yüzden filmin bir yerinde “Bölge’ye saygı duyulması gerekiyor” der iz sürücü. Hakikate 2 * 2 = 4 gibi yalın ve doğrudan bir bakışla erişemezsiniz. Ona ancak çapraz, yamuk bir bakış attığınızda, ona belirli bir yöntemle değil, doğaçlayarak yaklaştığınızda erişmeniz mümkündür. O da kısmen. Zira filmde söylendiği gibi Bölge sürekli değişim hâlindedir. Hakikate bir kez erişilmiş olması, ikinci kez erişilebileceğini garantilemez. Ona çıkarsız yaklaşmak gerekir. Müzik gibi, sanat gibi. Müzik dinlemek size hiçbir şey kazandırmaz. Size kâr getirmez belki, ama yine de ona ihtiyaç duyar, ona eriştikçe bir şeylerin yerli yerine oturduğunu hissedersiniz. Dünya büyüsüne, sihrine yeniden kavuşur adeta. Ele avuca gelmeyen, akılla açıklanamayan şeyler de vardır.
Filmin sonunda iz sürücü hasta düşer. Çağımızda insanların inançsız olmaları karşısında hayretler içindedir. İnsanlar, o Soyvet kahverengisi modern Dünya’da inançtan, maneviyattan, duygusal olandan kopmuş, salt rasyonel bir hayata kendilerini hapsetmişlerdir. Filmin, bu bakımdan bir bilim eleştirisi olduğu söylenebilir. Bilim, evet, nesnel bilgi sağlar. Duyulur evrene dair en sağlıklı bilgiyi bize bilimsel yöntem verir: Sistematik gözlem ve deney. Hipotez ortaya koyma ve sınama. Bilimin insanlığa kazandırdıkları küçümsenemeyecek kadar fazladır. Öte yandan, bilim bize bilgi sağlasa da, hayatın anlamını vermez. Hayatın anlamı daha ziyade irrasyonel, duygusal, manevî bir unsurdur. Bu ancak kişisel içkin deneyimlerle, sanatla, şiirle, müzikle, edebiyatla, ve kimi insanlar için de dinle sağlanabilir. Belki de bu yüzden Sovyetler Birliği’nde dini bilimle ikame etme denemeleri tutmamıştır. Örnek vermek gerekirse, Moskova’daki Kurtarıcı İsa Katedrali yıkılmış, yerine havuz inşa edilmişti. Sovyetler’in çöküşüyle birlikteyse katedral aynı yere yeniden inşa edildi.
Daha önce Hitler Almanyası’nda ve bugün Ortadoğu’da olduğu gibi, zincirlerinden boşanmış, başıboş bir irrasyonalite de tehlikeli olabilir. Bu yüzden belki de en doğrusu, şiirle matematiği, duyguyla aklı, Dionysos’la Apollon’u dengelemek, bilimle sanatı bir arada yaşatmaktır; zira insan hem aklı hem de duyguları olan bir varlıktır. Duygularını körelterek aklın hükmünde bir ömür sürmüş olan entelektüelin ve fizik profesörünün hakikat yolunda bir iz sürücüye, bir öndere ihtiyaç duymaları tam da bu yüzdendir. Aksi hâlde, ancak karanlıkta el yordamıyla yol almaları gerekecekti.
Tarkovski’nin Stalker adlı eserinde, özelde Sovyetler Birliği, genelde ise modernite eleştirisi yaptığını, olgularla ilgilenen bilimin insanlık için tek başına yeterli olmadığını, dinin, kiliselerin ve katedrallerin yara almasıyla manevî ve içkin deneyimin ortadan kalkmadığını anlatmaya çalıştığını düşünüyorum. Salt akılla yaşanan bir hayat bir robota uygun olurdu; ne var ki insan akılla yetinmez, onun manevî/tinsel bir yönü de vardır. Bu yüzden sanat eserleri de üretir ve sanat, irrasyonel olan bu tinsellikten beslenir.
Evet, Tarkovski bunu oldukça uzun bir sürede, ağır bir ritmle, dolaylı olarak, imalarla gösteriyor belki. Öte yandan, başka türlü bir anlatım yüzeysel kalır ve aynı etkiyi vermezdi.
Yazar: Tamer Ertangil