Friedrich Nietzsche‘nin (1844-1900) Böyle Söyledi Zerdüşt‘ündeki Çölün Kızları Arasında bölümünde geçen “Çöl Büyüyor” (Die Wüste wächst) ifadesi, insani değerlerin çöküşünü ya da kitlesel bir histeriyi ifade etmez yalnızca. Modern insanın gelişmiş teknolojiler, geniş imkânlar ve onca araca rağmen nasıl basit bir huzura bile erişemeyecek kadar aciz hâle gelişine işaret eder. Modern insan, onca çabasına rağmen huzurdan giderek uzaklaşmıştır. Dünya öylesine çekilmez bir hâl almıştır ki gerçeğe dair tasavvur hatta tahayyül edebilecekleri kâbusa dönüşmüştür günbegün. Bundan ötürü Zerdüşt şöyle seslenir:
“Vay hâline içinde çöl saklayanın!” (weh dem der wüsten birgt bedeutung)
“Düşünmek ne demektir?” (Was Heisst Denken?) adlı ders notlarında Heidegger, Nietzsche’nin bu sözüne epeyce atıfta bulunur. En sessiz ve mahcup insanlardan biri olarak tanımladığı filozofun düşüncelerini derinlemesine inceler. Ona göre bu söz, Nietzsche’nin yaklaşmakta olana dair atmak istediği haberci çığlıktır. Kitabının ana fikrini Nietzsche’nin felsefesi üzerine oturtan Heidegger, sebebini ise şu sözlerle açıklar:
“O’nun düşüncesinin düşündüğü şey, öylesine açık ki, bir şey ancak bu kadar zahir olabilir. Fakat zahir olan, çok gözlü, iç içe geçmiş odalardan oluşan bir mekânda bulunuyor. Bunun sebebi, Batı düşüncesinin bütün motiflerinin, dönüşmüş olmak şartıyla oldukça hünerli bir biçimde Nietzsche’nin düşüncesinde toplanmasıdır.” (syf. 35)
Bu doğrultuda “Varlık ve Zaman” (Sein und Zeit)’da, modern insanın varoluş algısını “dasein” ile açıklayan Heidegger, kendi varlığının farkına varış hâlini uzun uzadıya açıklar. İnsanın “kendilik” algısı hem bir imkân hem de eziyettir. Devamında “Varlık unutkanlığı” (Seinsvergessenheit) durumunda olduğunu öne sürer. Bahsi geçen durum bir bakıma yozlaşmanın da tanımıdır. Heidegger’e göre, insanlar bilinçliliğin verdiği ıstıraptan kaçınmak için varlığın özünü unutarak maddenin yüzeyselliğine sarılmıştır. Bunu da “Düşüş” (Verfallen) kavramıyla açıklamıştır. Düşüşten kastı, kendi varlığının özgün özelliklerinin unutarak sığ bir “herkesleşme” süreci yaşanmasıdır.
Bahsi geçen meseleyi Cioran’ın umutsuzluğuyla da açıklayabiliriz. Cioran, bilhassa ünlü eseri Çürümenin Kitabı (Précis De Décomposition)’nda çarpıcı bir ifade kullanır:
“Ya bana başka bir evren sunulsun – ya da pes ediyorum.” (syf. 131)
Kederin bütünüyle yerleştiğine ve “çürüme” diye tabir ettiği –ki Düşüş tabiriyle özdeşlik kurulabilir- “biçare” ruh hâlinin, modern insanın yalnızlığının yarattığı kimlik bunalımıyla kaçınılmaz bir içsel çölleşmeye işaret ettiğine dikkat çeker. Benzeri şekilde Jean-Paul Sartre ise “Varlık ve Hiçlik” (L’Être et le Néant)’te, insanın varoluşunun temelinde bir “hiçlik” olduğunu savunur. Sartre’a göre, hiçlikten ibaret olan yaşamda insan, içine düştüğü boşlukta anlamı bulabilmek için kendini yeniden, en baştan inşa etmeli ve bunun için de özgür olmalıdır. Özgürlüğünün temel dayanağı da elde etmek için göstereceği direnç ve arzunun güç alacağı istençtir, yani sergileyeceği irade kadar özgür olabilir.
Fakat istenci veya iradeyi inşa etmek öyle sanıldığı kadar kolay değildir. Karl Jaspers’ın “Grenzsituationen” tabiri de tam olarak burada devreye girmektedir. Jaspers, sınır durumları olarak tanımlanabilecek bu kavramı, ölüm ve derin acı gibi durumlarla yüzleşmenin yanı sıra nihai anlam arayışıyla mücadele hususunda da kullanır. Unutulmamalıdır ki, insan ancak geçirdiği kriz zamanları nihayetinde yaşadığı dönüşümlerle başka birine dönüşür ve kendiliğini oluşturmayı başarır. Böylelikle kişiliğin dayanması muhtemel sağlam temelleri emekle inşa ederek yolunu çizebilir. Bu da zaten bilindiği üzere edebi eserlerde daima işlenen “karakter gelişimi” motifine en uygun düşendir. Peki ya bilimkurgusal dünyalarda “çölleşme” dersek, bütün söylenenlerden sonra karşımıza ne çıkar?
İşbu yazıda, Nietzsche’nin “Çöl Büyüyor” sözünü farklı bilimkurgu temaları ve eserleri üzerinden inceleyerek insanlığın gelecekte karşılaşabileceği olası varoluşsal ve ahlaki sorunları bahsi geçen doğrultuda keşfe çıkacağız.
Aşınmış Gelecek: Anlamsal Çölleşme
Nietzsche’nin sözünün yansımasında ilk olarak anlamın çöküşünü ele alabiliriz. Medeniyetin çöküşünden sonra dünya üzerindeki yaşamın tükenmesini ve insanların yaşadığı yerlerin çorak, ıssız topraklara dönüşmesini betimleyen post-apokaliptik bir senaryoda yankı bulur. Bu durumda çölün büyümesi sadece fiziksel bir değişim değil, aynı zamanda insanın anlam ve değer kaybının hem bir göstergesi hem de sembolüdür.
Burada çöle yapılan atıf, hâliyle fiziksel yok oluşun insanın anlam dünyasında yarattığı tahribi işaret eder. Sözgelimi anlam kelimesine değinirsek, “Anlam kadar insanın hayatını zehir eden bir kavram yoktur,” der Oğuz Atay; zira “İnsan akıllı bir görünüşle, en saçma sözleri bırakabilir çevresindeki insanların yarattığı boşluğa.” (syf. 403.) İnsanlık kendi kendini yok ederken geride kalan dünya boş ve anlamsız bir hâle gelir. Onlarca asır boyunca inşa edilen ve anlam atfedilen her şeyin bir anda ortadan kalkmasıyla insanlar arasındaki sosyal yapıların ve kültürel değerlerin bütünüyle çökmesi, Nietzsche’nin kastettiği türde bir nihilizmin somutlaşmış hâli olur.
Bu bağlamda incelendiğinde, Cormac McCarthy’nin “The Road” (Yol) adlı eseri, medeniyetin çöküşünün ardından yaşanabileceklerin etkileyici bir temsilidir. Devasa bir çöle dönüşmüş ve yok oluşla baş başa kalmış baba ve oğulun hayatta kalma mücadelesi, fiziksel olarak çökmüş bir dünyada manevi anlam arayışını da ortaya koymaktadır. Burada çöl hem fiziksel hem de duygusal bir boşluğu temsil etmektedir. Dünyanın çoraklığı, insanların içsel boşluğuyla paralel olarak giderek büyür. Öyle ki, isimleri bile yoktur; yalnızca yolculuk yapan belirsiz siluetlerdir.
Kayıp Nesil: Duygusal Çölleşme
Bir diğer yansıma ise duygusal çöküşün estetik zevk ve arayışla kesiştiği noktada karşımıza çıkmaktadır. Gelecekte teknolojinin insan yaşamına tamamen hâkim olduğu bir dünya düşünün. İnsanlar arasındaki duygusal ve sosyal bağların tamamen kaybolmasıyla “duygusal çöl” diyebileceğimiz bir alan oluşabilir.
Sartre sıklıkla işlenen “öteki” kavramını cehennem olarak niteler. Oysa birçok tasavvufçu öteki’yi benliğin aynası, insanın yargı terazisi olarak tanımlar. Wittgenstein’ın Tractatus’ta dikkat çektiği “benlik sınırı” da tam olarak böyle açıklanabilir. İnsanın dünyanın bir parçası değil, onu deneyimleme sınırını aştığında vardığı noktadır. Öte yandan, Martin Buber’in “Ben ve Sen” (Ich und Du)’de ikili ilişkilere dair değindiği bir nokta vardır. Buber’e göre insan, öteki olmadan var olamaz, zira öteki tıpkı tasavvufi düşüncede olduğu gibi insanın kendini tanımlayacağı ve davranışlarını şekillendirme noktasında “taklit” edeceği nirengi noktasıdır.
Yeniden konuya dönersek, yüksek teknoloji ve yapay zekânın hüküm sürdüğü bir toplumda, bireylerin anlam ve amaç bulma çabaları başarısız olabilir ve bu da Nietzsche’nin kastettiği türde bir çölleşmeye yol açabilir. İnsanlar sanal dünyalarda daha fazla zaman geçirirken, gerçek hayattaki ilişkiler ve duygusal bağlar zayıflar. Bu senaryoda çöl, insanın iç dünyasındaki boşluğu ve duygusal izolasyonu sembolize eder. İnsan, benliğinin sınırlarında hapis kalarak bunu bir hapishaneye çevirebilir. Bahsi geçen hapishanenin kilitleri ise temaslarının getirdiği özgürleşmeden yoksun kalan bilinci köreltir.
Bu bağlamda siberpunk türünün öncüsü olan William Gibson’ın Neuromancer’ı örnek verilebilir. Teknolojinin ve siber dünyanın hâkim olduğu bir gelecekte, insanlar arasında anlamlı bağların nasıl zayıfladığını görürüz. Sanal gerçeklik ve yapay zekâ, insanların gerçek dünyadan kopuk yaşamalarına neden olur. Çöl, burada teknolojinin hâkimiyeti altında anlamını yitirmiş bir insanlığı temsil eder.
Aynı şekilde Neal Stephenson’ın “Snow Crash” adlı romanı da ele alınabilir. Yine siberpunk bir gelecekte bireylerin sanal gerçeklikler ve dijital dünya içinde kaybolmalarını anlatan eserde, sanal gerçeklik dünyalarında oluşan dijital yaşamlar insanların gerçeklik algısını bozunuma uğratarak dijital kültürün gerçek kültürü yok etmesine yol açar. Böylece Neuromancer’da olduğu gibi anlam yıkımı âdeta varoluşsal erozyon misali önüne çıkan her şeyi süpürür.
Yok Olan Dünya: Ekolojik Çölleşme
İklim değişikliği ve çevresel yıkım sonucunda gezegenin büyük kısmının çorak hâle geldiği bir geleceği düşünelim. Bunu hayal etmek, hele günümüzün şartlarında zor olmasa gerek. İnsanlık, kendini ekolojik bir unsur olarak görmekten vazgeçtiğinden ve egosunun esiri olduğundan beri kaynaklarını tüketip çevreyi yok ediyor ve bu nedenle dünya gittikçe yaşanmaz hâle geliyor. Bu bağlamda Nietzsche’nin “Çöl Büyüyor” sözü, insanlığın doğayla olan uyumsuz ilişkisini ve bu ilişkinin sonunda geldiği noktayı da ifade edebilir. Zira burada vurgulanan “çöl”, tıpkı ilk maddede olduğu gibi hem fiziksel bir gerçeklik hem de insanlığın doğaya verdiği zararın bir sembolü, yani göstergeyle sembolün kesişim noktası olarak işlev görebilir.
Bu doğrultuda ilk akla gelen eser, kaçınılmaz olarak Frank Herbert’ın ünlü “Dune” serisidir. Dune’a dair dikkatten kaçan bir detay vardır ki, o da eserin uygulanabilirlik ilkesine göre yazılmış olmasıdır. Bu kavram, alegoriyle kardeş bir ilişkiye sahiptir. Şöyle ki, alegori Hayvan Çiftliği örneğinde olduğu gibi doğrudan bir olayı, düşünceyi ya da kişiyi imlerken; uygulanabilir olan her dönemde karşılık bulabilmesi amacıyla kaleme alınmıştır. Her insan kendi çağındaki kişi, olay ya da durum ve düşünceleri bu eserle bağdaştırabilir.
Arrakis’te yaşananlar da kelimenin tam anlamıyla buna denk gelir. Gezegenin “çöl” ortamında geçen kitapların niyeti insanın hem içindeki hem de dışındaki çölü cesurca sergilemektir. Burada zaten doğrudan çöl geçtiği için ve ekolojiye işaret edildiği için konu da net biçimde görülebilir. Gezegende su kaynaklarının sınırlı olması ve çevresel koşulların zorluğu, insanların hayatta kalma mücadelesini zorlaştırır. Aynı zamanda politik savaşlar, güç dengelerinin devamlı değişmesi ve dini inançlarla beslenen otoritelerin bu Makyavelist ortama etkileri her dönemde yansımasını görebileceğimiz donelerdir. Hâliyle Dune’daki çöl, insanın doğayla olan savaşımını ve bu mücadelenin sonuçlarını yansıtmanın yanı sıra, insanın güç için gösterdiği hırsı ve güce karşı sergilediği yaklaşımını ya da başka bir ifadeyle güçle münasebetini de ortaya koyar. Bu bağlamda içsel arayışlarını ve manevi yolculuğunu da simgeler.
Benzeri şekilde Ballard’ın “The Crystal World” ve “The Drowned World” gibi eserleri de örnek gösterilebilir. Çölleşmeyi bir metafor olarak kullanan yazar, insanın hırslarının yaşadığı şehirleri nasıl “çöl” hâline getirdiğini gözler önüne serer. Sanayileşme, kapitalizm, tüketim çılgınlığı gibi modern kavramların etkilerini bu yolla yerer ve burada akıllara ister istemez Shopenhauer gelir.
İsteme ve Tasarım Olarak Dünya adlı eserinde, isteme yahut irade diyerek çevirebileceğimiz (der Wille) kavramıyla diğer canlıların aksine yalnızca insanın bireyselleştiğine dikkat çeker. Buradaki bireyselleşme vurgusu özellikle Heidegger’den bahsederken dikkat çektiğimiz “farkındalık” ile ilintilidir. Bahsi geçen bireyselleşmeyle kendini odağa koymasını ve kendiliği üzerinden dünyayı deneyimlemesinin yarattığı acıyı ifade eder. Bu acı öylesine yoğundur ki, doyumsuzluğa sürükler ve tıpkı Baudrillard’ın ifade ettiği gibi gerçek ihtiyaçlar ile uyduruk ihtiyaçları arasındaki sınır ortadan kalkar. Ötekiyle ilişkisini etkileyen bu tüketim kültürü, Tasarım (Die Vorstellung) olarak dünya kavramıyla tıpkı Wittgenstein’ın değindiği gibi, ötekini yalnızca benliğinin bir tasarımı ya da temsili olarak görmesine yol açar. Böylece Ballard’ın işaret ettiği senaryolar meydana gelir. Debord’un deyimiyle Gösteri Toplumu’nun bir parçası olarak sadece gösterebildiği kadar var olduğu kabulüyle yaşamını “şeffaf”laştırma hırsına kapılır.
Sonuç
Peki ya çözüm? Çağdaşları gibi “Düşüş”ten söz eden Camus’nün absürt felsefesi bu bağlamda bir çıkış yoluna işaret eder. Camus, Sisifos Söyleni (Le Mythe de Sisyphe)’nde, bütün yaşamın aslında bir saçmalıktan ibaret olduğunu söyler ve anlamsızlığın yegane gerçek olduğunu iddia eder; Heidegger’in deyimiyle, bir ceset olarak düştüğü bu tanımsızlıkta yolunu bulabilmesi için varlığının sorumluluğunu alması gerekmektedir. Yabancı (L’etranger) romanında da atıflarda bulunduğu Sisifos hikâyesinden hareketle anlamın yalnızca inşa edildiği takdirde rastlanabilecek bir olgu oluşuna dikkat çeker. Sisifos’un her gün aynı eylemi yapıp yine de bunu sürdürmesi, modern insanın yaşamındaki acı gerçeğin bir yansımasıdır ve Camus buna bilhassa değinerek, umutla umutsuz arasındaki çizgiyi yalnızca insanın çektiğini gösterir.
Bunu önlemenin yolu da basittir; içindeki kara deliği büyütmemek. Kara delikler bilindiği üzere çevrelerindeki her şeyi çekerler ve büyüdükçe daha fazla yutar hâle gelirler, hatta ışığı bile yuttuklarından karanlık görünürler. Bunu insanın içindeki habis boşluk üzerinden düşünürsek, akla bir mesel gelir. Mesele göre insanın hiçbir şeyi olmadığını ve bunun için üzüldüğünü gören öteki canlılar özelliklerinden birer ikişer verirler. Ancak insanın içindeki boşluk bir türlü dolmayınca anlarlar ki mutluluğunu onların sağlaması imkânsızdır. Bu da bize göstermektedir ki, mutmain bir benliğin sağlanmasının yolu tüketerek tükenişe sürüklenmek değil, bilakis Diyojenvari bir tavırla fazlalıkları atarak arınmaktır. Çünkü bazen az çoktan fazladır.
Ezcümle, kuraklık ilerledikçe çöl büyüyor ve insan kaçacak yer bulmakta giderek zorlanıyor. Şayet anlamlı bir yaşam istiyorsak, ötekinin de bunu istediğini bilmeli, ancak istemin değil de gereğin yerine getirilmesini tercih etmeliyiz. Ötekini cehennem kılan yine “ben”dir; ayna kılmak ise yine bizim elimizde.