Skolastik Çağda Bilim ve Bilimkurgu

“Tarihi kazananlar yazar.”

Napoleon Bonaparde’a atfedilen bu söz gerçekten de çok doğrudur. Çünkü galip taraf, karşısında mücadele edip yendiği taraf hakkında yalan, abartı ya da küçümseme de dâhil her şeyi yazabilir. Yazımızın konusu olan Skolastik Çağ ve bu çağa atfedilen tüm olgular da bu şekildedir. Orta Çağ dendiğinde hepimizin aklına gelen tamamen kilise baskısı altında geçen, düşünmenin ve sorgulamanın yasaklandığı, bilimin şeytan icadı kabul edildiği karanlık bir devirdir. Sonrasında ise Rönesans ve Reform hareketleri ile coğrafi keşifler sayesinde kilisenin gücü giderek azalmış ve insanlar özgür düşünceye ve ifade hürriyetine sahip olmuştur. Ardından da Katolik Kilisesi tüm gücünü kaybetmiştir. Peki gerçekten de böyle midir?

Bu tezin kendi içindeki tutarsızlıklarını birkaç maddeyle sıralayabiliriz:

  1. Coğrafi keşifler sonrasında keşfedilen, başta Güney Amerika olmak üzere çeşitli bölgelerde kurulan devletlerin tamamına yakını Katolik’tir. Yani Coğrafi Keşifler, Katolik Kilisesi’nin gücünü azaltmak bir yana daha da arttırmıştır.
  2. Rönesans ve Reform hareketleri bir günde başlayıp bitmemiştir. Gerçekten de sözü edildiği kadar baskıcı ve zalim olsaydı, Katolik Kilisesi yüzlerce yıl devam eden bu dönemi daha başlangıç aşamasında bitirebilirdi.
  3. Günümüzde de en güçlü ve en çok cemaate sahip olan zümre Katolik mezhebidir. Yaklaşık 2,5 milyar Hristiyan’ın 1,5 milyarı Katolik mezhebine mensuptur. Yani öyle azalarak bitmesi gibi bir durum söz konusu değildir.

Kısacası Katolik Kilisesi ve Skolastik çağa dair söylenenlerin büyük kısmı gerçek değildir. Hem o dönemi daha iyi anlayabilmek hem de Katolik Kilisesi’nin bilime yaklaşımını daha doğru öğrenebilmek için Katolik Kilisesi ve Skolastik Düşünce’nin ortaya çıkışını ve tarihi gelişimini incelemek gerekir.

Katolik Kilisesi, kuruluşunu İsa’nın havarilerinden Aziz Petrus’a dayandırır. Antik Roma-İyon dilinde “evrensel” anlamına gelen “Katolik” adının verilmesi ise ülkemiz sınırları içinde gerçekleşmiştir. M.S. 110’lu yıllarda Antakya Piskoposu olan İgnasyus, yazdığı meşhur mektuplarından birinde kilisesini Katolik diye adlandırmıştır. Latin Kilisesi ve Doğu Ortodoks Kilisesi’nden bağımsız bir yapı olarak ilan edilmesi ise bundan 250 yıldan uzun zaman sonra olmuştur. Büyük Roma İmparatorluğu’nun son imparatoru olan 1. Teodosyus, Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olarak İznik Konsülü tarafından genel çerçevesi çizilmiş olan Hristiyanlık’ı ilan etmiş ve kiliseleri Roma’da birleştirmiştir. Roma İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı olarak ikiye bölünmesinden sonra Roma Kilisesi, Katolik mezhebinin kıblesi durumuna gelmiştir. Doğu ve Batı Kiliseleri yüzlerce yıl boyunca birbirine rakip ama düşman olmayan iki mezhep olarak varlığını sürdürmüştür. Birbirleriyle olan anlaşmazlıkları yalnızca Hristiyanlık’ın yorumlanmasında değildir. Düşünce ve felsefede de farklılıkları vardır. Ortodoks Doğu Kilisesi Antik Yunan felsefesini, Katolik Batı Kilisesi ise Roma felsefesini düşünce sistemi olarak benimsemiştir. 1054 yılındaysa Doğu ve Batı Kiliseleri birbirlerini aforoz etmiş ve kesin olarak birbirlerinden ayrılmıştır.

380 yılından 1054’e kadar geçen süreçte her iki kilisenin de temsilcileri Roma’da veya İstanbul’da bir araya gelmiş ve uzun günler boyunca Roma ve Yunan felsefeleri üzerine konuşmuşlardır. Her iki taraf da birbirlerini fikirsel olarak beslemiş ve günümüz üniversitelerinin temelleri bu dönemde atılmıştır. Üstelik bu üniversiteler yalnızca ilahiyat bölümlerinden oluşmuyordur. Felsefe, matematik, astronomi, tarih ve coğrafya gibi pek çok alanda eğitimler verilmiştir.

Orta Çağ boyunca hem Katolik din adamı hem de bilim insanı olan kişilere şunlar örnek verilebilir:

  • Bingenli Hildegard, Benedikten rahibesiydi ve bilimsel metinlerle dolu bir manastır kütüphanesine erişimi olan başarılı bir botanikçiydi.
  • Ockhamlı William ve Roger Bacon, Fransisken rahipleri ve fizik profesörleriydi.
  • Robert Grosseteste, Lincoln piskoposu ve bir fizikçiydi.
  • Papa 2. Silvester, Yunan, Roma ve İslam bilim eserlerinin incelenmesini teşvik eden ve bu konuda kilise bünyesinde bir kürsü kurduran başarılı bir bilim insanıydı.
  • Nikolas Oresme, 14. yüzyılda güneş merkezciliğinin teorik analizini yapan bir astrofizikçiydi ve Lisieux piskoposuydu.
  • Jean Buridan, 14. yüzyılda yaşamış Fransız bir rahip ve fizikçiydi ve hareket hâlindeki bir cismin dışarıdan bir güç tarafından etkilenmediği sürece hareket hâlinde kalacağını keşfetmişti.
  • Katedraller genellikle gözlemevleri olarak kullanılırdı. Vatikan’da bugün hâlâ varlığını sürdüren gözlemevinin kökeni Orta Çağ’a kadar gider.
  • Kilise, bilimin temel müfredatın bir parçası olduğu ücretsiz okullar ve üniversitelerden oluşan bir yapılanma kurmuştu.
  • Kopernik, bir kardinalin isteği üzerine güneş merkezli teorilerini yayımlayan Augustinusçu bir müritti ve Papa 7. Klement, onun görüşlerinin erken dönem destekçisiydi. Hatta öyle ki, bir sohbetleri sırasında Papa, masanın üzerinde duran bir elmayı eline almış ve “Eğer Dünya’nın şekli gerçekten böyleyse, Tanrı’nın yaratma sanatına hayran kalmamak elde değil,” demişti.
  • Kilise, fikirleri Kopernik’inden bile daha radikal sayılmasına ve Reform hareketleri sırasında Almanya’da açıkça yeniliği ve değişimi destekleyen bir Protestan olmasına rağmen Kepler’i soruşturmaya hiç kalkışmadı.
  • Klasik dönem düşünürlerinin ve hatta İbn-i Rüşd gibi İslam bilginlerinin bile portre ve büstleri, katedrallerin süslenmeleri de dâhil olmak üzere Orta Çağ sanatında çok yaygındı.
  • Dante, İlahi Komedya adlı eserinde aralarında İbn-i Rüşd ve İbn-i Sina’nın da bulunduğu bazı Müslüman bilginleri, cehenneme değil, erdemli ancak vaftiz edilmemiş kişiler için ayrılmış olan Araf’a yerleştirmişti.
  • Manastır kütüphaneleri sayısız bilimsel yazma içerirdi. Üstelik manastırlarda, bunları kopyalamanın mesleğinin bir parçası olan katipler çalışırdı. Bir manastır kütüphanesinde olmayan yazma, hemen kopyalanır ve oraya da gönderilirdi.
  • 13. yüzyılda bilimsel eserleri tekrar moda hâline geldiğinde, Aristoteles’in basit bir “filozof” olmadığını, bugünü şekillendiren hemen her sosyal bilimin atası sayılabilecek kadar geniş bir yelpazede çalışmalar verdiğini ileri sürenlerin başında Avrupalı Katolik akademisyenler gelmişti. Hatta Aristoteles’e ‘insanlığın öğretmeni‘ lakabını takmışlardı. Bu dönemin, tüm üniversite profesörlerinin dini tarikatlara bağlı olduğu bir dönem olduğu unutulmamalıdır.
  • Tanrı’yı, evreni akılcı, düzenli ve bilinebilir bilimsel ilkelere göre yaratan bir matematikçi olarak tanımlayan bir dizi resim ve metin vardı. Tüm bu metinler ve resimler, Katolik bilimkurgusuna örnek olarak gösterilebilir.
  • Sanılanın aksine otopsi tabu değildi ve Orta Çağ doktorları ve bilim insanları tarafından rutin olarak gerçekleştiriliyordu.
  • Orta Çağ bilginleri, 13. yüzyılın ortalarından itibaren başka gezegenlerin varlığını tartışmaya başladı. Yüksek rütbeli bir kardinal olan Sirakusalı Nicholas, dünya dışı yaşam olasılığını tartışmıştı. Giordano Bruno, fikirlerini ondan almıştı. Kısacası, Orta Çağ’da kilisesinde de uzaylıların mümkün olduğuna inanan din ve bilim insanları vardı.
  • Bir Benedikt keşişi olan Arozzolu Guido, aynı zamanda bir müzisyen ve matematikçiydi. Ses titreşimleri ve ses dalgaları üzerine yaptığı matematiksel çalışmaların ardından bugünkü notaları yazmıştı.
  • Elbette Akinolu Thomas, sözü edilmesi gereken en önemli kişiydi. Bugünkü Hristiyan ilahiyatının temellerini atan ve 1917 yılında Papalık tarafından görüşleri kilisenin resmi görüşü ilan edilen Akinolu Thomas, Napoli Üniversitesi’nde Fen Bilimleri, Tarih ve Felsefe eğitimi almıştı. Daha sonrasında Paris ve Köln’de de bugünkü master ve doktoraya denk eğitimler almış ve Paris Üniversitesindeki Aristotelesçi Dominiken kürsüsünde profesör olarak eğitim vermeye başlamıştı. İlahiyat, felsefe ve tarih eğitimleri verdi. Ayrıca keşişlik yapmayı da sürdürdü.

Görüldüğü gibi, ta 13. yüzyıldan bugüne kadar Katolik Kilisesi’nin düşünsel ve manevi temellerini atan kişi, bir filozof ve akademisyen olan Akinolu Thomas’dır. Hatta bu yüzden Katolik Kilisesi’nin desteğiyle ve etkisiyle ortaya çıkan bu düşünsel ve bilimsel akıma, ‘okullu‘ olarak çevrilebilecek Skolastik Düşünce denmiştir. Erken dönem Hristiyanlık felsefesi olan Patristik Felsefenin artık modasının geçmeye başlaması üzerine, bilim ve felsefeyle desteklenmiş Skolastik felsefe ortaya çıkmıştır. Skolastik dönemde tüm eğitim kurumlarında ve manastırlarda temeli antik çağda atılan ‘yedi özgür sanat’ın öğretilmesi zorunludur. Bunlar dil bilgisi, mantık, hitabet, aritmetik, geometri, müzik ve gökbilimdir.

Skolastik düşünce öğretmenleri, artık bir sistematiğe konmuş olan ilahiyatı ve bu yedi özgür sanatı öğretir ve sıklıkla diğer cemaatlere mensup rahiplerle (Cizvit, Fransisken, Benedikten vb) bir araya gelerek istişareler yapardı. Bunlar sırasında konuk olanlara ev sahibi tarikat tarafından eğlence tertip edilmesi de bir gelenekti. İskoçya’da bir manastırı ziyaret eden Fransisken heyetinin sonradan ziyaretleriyle ilgili olarak yazdıkları bir raporda, kendilerine özel bir tiyatro oyununun sahnelendiğinden söz edilir. Bu oyunun konusu, çarmıhtan indirildikten üç gün sonra dirilip göğe yükselen İsa’nın, göğe yükselirken ‘yolunun üzerindeki‘ diğer dünyalara uğrayıp oradakileri de benzeri şekilde iyiye ve doğruya yönlendirmeye çalışmasıdır. Kabaca uzaylıları da hak yoluna davet etmesidir. Söz konusu Fransisken raporu dışında hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığımız bu tiyatro oyunu, Orta Çağ Katolik Kilisesi bünyesinde bilimkurgunun dahi icra edilebildiğini bize gösteren bir başka eserdir. Kral Arthur eseri de Skolastik çağda fantezi ve bilimkurgunun kilise ile iç içe olabileceğini bize gösteren bir başka eserdir. Bir Galler halk koşması olan Arthur’u, ilk kez bir Katolik Keşişi, Monmouthlu Geoffrey kaleme almıştır. 1130’lu yıllarda yazılan bu esere yaklaşık 50 yıl sonra Fransız şair Chrétien de Troyes’in dokunuşları gelmiş ve Büyücü Merlin, Lancelot, Perceval gibi karakterleri ve Kamelot kalesini destana eklemiştir. Büyücü Merlin, başka dünyaları da gezdikten sonra gezegenimize gelmiş yarı ruhani bir varlıktır. İyi bir kimyagerdir. Bu yönleriyle Kral Arthur destanı da Orta Çağ’da Kilise bünyesindeki bilimkurgu eserlerine örnek gösterilebilir.

Elbette tüm bu anlatılanların ardından insanın aklına, “Peki ya engizisyon mahkemeleri ve Galilei başta olmak üzere orada yargılanan bilim adamları ne olacak?” gibi bir soru da gelmiyor değil. Öncelikle şu belirtilmelidir ki, Katolik Kilisesi onca olumlu ve yararlı özelliğine rağmen elbette melek değildir. Özellikle de 13. yüzyıl itibariyle manastırlara özerklik verilmesinden sonra yozlaşan çok sayıda manastır olmuştur. Ancak bu yozlaşma, manastırın o dönemki başpiskoposunun kişisel inisiyatifidir. Katolik Kilisesi’nin kurumsal bir yozlaşması değildir. Bir manastırın başına yoz bir başpiskoposun gelmesi, dini otoritesini çıkarları için kullanmaya başlamasını da beraberinde getirmiştir. İspanyol Engizisyonu ayrı tutulursa, Katolik Engizisyonu da bizlere anlatıldığı gibi değildir. Engizisyon mahkemeleri yalnızca kilisenin kendi iç meselelerindeki davalarda ve kafirlik iddiasında devreye girmektedir. Sanıldığı gibi her konuda yargılamayı onlar yapmazdı. Hatta kiliseye karşı işlenen her suçta bile yargılama yoluna gitmezdi.

Örneğin kilisenin malını çalarken yakalanan bir kişi, kilise devlet kurumu olduğu için devlete karşı suç işlemiş kabul edilir ve devlet mahkemelerinde yargılanırdı. Mahkeme başkanı da bir rahip değil bir yargıç, yani bir hukukçu olurdu. Kafirlik veya cadılık suçlamasındaysa engizisyonun yargılaması sanıldığı gibi itiraf alana kadar işkence yapıp sonunda işkenceden kurtulmak için bile olsa itiraf ettirip ardından da diri diri yakmak değildir. Günümüz mahkemelerinde olduğu gibi soruşturma, davalının ifadesini alma, delil toplama ve şahitleri dinleme yöntemleri kullanılmıştır. Engizisyon mahkemelerinin günümüze ulaşan raporlarından anlaşılmaktadır ki, bu mahkemeler tarafından kafirlik veya cadılık suçlamasıyla yargılananların %90’ından fazlası beraat etmiştir. Tüm Orta Çağ boyunca Engizisyon Mahkemelerinin infazına hükmettiği kişi sayısı 4000 dolayındadır. Bununla birlikte, Protestan engizisyonunun infaz ettiği yalnızca kadınların sayısı 40 bini, erkek sayısı ise 100 bini geçmektedir. Hepimizin bildiği Salem Cadı Mahkemeleri, Protestan Kilisesi’nin uygulamasıdır.

Burada ayrıca değinilmesi gereken İspanyol Engizisyonudur. Söz konusu mahkeme, gerçekten çok kötü bir üne sahiptir ve bu ünü de hak ettiği söylenebilir. Ancak bunun nedeni ağırlıklı olarak siyasidir. Özellikle coğrafi keşifler sonrası süper güç olan İspanya, Fransa ve İngiltere gibi o dönemki en önemli rakiplerinin hedefi durumuna gelmiş ve casusluk başta olmak üzere bu devletlerin saldırılarına maruz kalmıştır. Bu yüzden de İspanya, iç ve dış güvenliğini her anlamda sert tedbirlerle sağlamıştır. İşkenceci ve acımasız bir Engizisyon da bunun bir parçasıdır. Galileo Galilei meselesi ise yine çokça yanlış bilinen bir meseledir. Birincisi Galilei, Rönesans döneminde yaşamıştır. Orta Çağ Engizisyonu tarafından yargılanmamıştır. İkincisi, kilise ile olan asıl sürtüşmesi kendi döneminde yapılan Papalık seçimi sırasında başka bir kardinali desteklemesi ve Papa’ya hakarete varan eleştiriler yapmasıdır. Papalıkla girdiği atışmada kendisini haksız bulan tarihçi sayısı hiç de az değildir.

“Tarihi kazananlar yazar.”

Önce İngiltere, sonra da ABD’nin Protestanlığı benimsemesi ve bu iki devletin süper güç olup dünyaya kültür ihracı da yapması sonucu, dünyanın önemli bir kısmı “Katolik Kilisesi dönemi karanlık çağdı, Protestanlık geldi, Hristiyan dünyasını kurtardı” savına inanmaktadır. Oysa çoğu Avrupalı tarihçi, Skolastik Çağı Avrupa düşünsel yapısına katkı açısından Rönesans’ın bile üzerinde görmektedir. Kısacası, Skolastik Çağ’da bilim de vardı, bilimkurgu da.

Yazar: Halil Alpaslan Hamevioğlu

1980 Polatlı doğumluyum. 80'ler ve 90'lar kuşağında yetişmiş bir bireyim. O devrin her bireyi gibi ben de bilimkurguyu video kasetlerden tanıdım. Sonra özel kanallar geldi. Hayal dünyam iyice genişledi. Eh, gerçek yaşamda da dünyanın içinden geçtiği dönüşümü gördüm. Sovyetler'in bitişini, Berlin Duvarı'nın yıkılışını, popüler kültürün tüm dünyayı etkisi altına alışını... Bir gün okulum bitti ve hem gördüklerimi hem de yaşadıklarımı yeni nesillere aktarayım dedim. Öğretim görevlisi oldum. Gazi Üniversitesi’nde başlayan, Başkent Üniversitesi’nde devam eden öğreticiliğimde ülke sınırlarını aştım ve kendimi Amsterdam Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde buldum. Oldum olası yazmayı sevmişimdir. Âşık olduğum bilimkurguyu ve yazma hobimi de burada birleştireyim dedim. Şimdiden iyi okumalar.

İlginizi Çekebilir

fantastik ve bilimkurgu

Bilimkurgu ile Fantastik Neden Farklı Türlerdir?

Bilimkurgu yıllar boyu birçok tartışmaya konu oldu. “Bilimkurgu kaçış edebiyatı mı?”dan tutun da Bilimkurgu Kulübü’nün …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin