Sektörün Sıkıntıları ve Kötü Filmler

Sinema sektöründe, özellikle ilk filmlerini çekme şansına kavuşan genç ve hevesli yönetmenlerin işleri hayli zor. Aynı şekilde kendi ülkesinde belli bir başarıya ulaşıp batıya transfer olan kişilerin de çok parlak işler çıkaramadıklarını görüyoruz. Stüdyo sistemi, güç sahibi olmamış yönetmenlerin işlerine çokça karışmakta ve onları yaratıcı anlamda kısıtlamakta. Bunun en yakın örneklerinden birini Robocop’un (2014) yeniden çevriminde yaşadık. Ülkesi Brezilya’da, Elite Squad gibi bir başyapıta imza atmış Jose Padilha’nın Robocop’u, deyim yerindeyse gerçek bir felaketti. Jose Padilha için Robocop doğru bir seçimdi aslında. Polislikle ilgili konulara hakim olan yönetmen için bir robot polisin hikâyesini anlatmak ne kadar zor olabilirdi? Fakat yönetmen, Hollywood’da sudan çıkmış balığa dönüp stüdyo baskısından dolayı eserini istediği gibi çekemedi. Sonuç olarak gişede büyük bir hüsran yaşandı. Usta isim bu trajik olay sonucunda tekrar ülkesine dönmek zorunda kaldı.

Hollywood, iki binli yılların başından beri bir tıkanıklık içinde ve  eski yapımları ısıtıp ısıtıp önümüze sunmayı sürdürüyor. Hali hazırda sinema tarihinde kendisine çoktan yer etmiş eserleri, farklı yönetmen ve oyuncularla tekrardan ve “öncekinden daha iyi” olma iddiasıyla ele alması biz sinemaseverler için can sıkıcı bir durum. İki binli yılların başında, Hollywood’da yeniden çevrim akımının başlamasında Uzakdoğu sinemasının etkisi büyük. Ringu (1998), Ju-on (2002) gibi yapımlar, bu büyük film endüstrisinin, gözünü okyanusun öte tarafına dikmesine neden oldu. Yapımların senaryo açısından orijinal olması, yeni senaryolara aç olan yapımcıların hemen dikkatini çekti. 2002’de The Ring ve 2004’te The Grudge gibi yeniden çevirimler geldi. Gişe kaygısı ile kotarılan bu yeni eserler, tahmin edilebileceği gibi orijinalleri kadar başarılı olamadılar. Usta yönetmen Martin Scorsese, uzun zamandır alamadığı En İyi Yönetmen Oscar’ını gene bir Uzakdoğu yeniden çevrimi olan The Departed (2006) ile aldı. Hollywood, Uzakdoğu sinemasından sonra bu sefer de gözünü Avrupa’ya dikti.

robocop

Zombi filmlerine farklı bir estetik anlayışla yaklaşan Rec (2007), buluntu film mantığı ile çekilmiş, tek mekânda ve olayları bir muhabirin bakış açısından yansıtan hayli orijinal bir İspanyol yapımıydı. Lat Den Ratte Komma In (2008), vampir mitosunu farklı bir taraftan ele alıp dikkat çekti. Man Som Hatar Kvinnor (2009) başarılı sayılabilecek bir kitap uyarlamasıydı. Artık Hollywood, daha olgunlaşmalarına bile izin vermeden ve üstelik de saldırgan bir tutumla yurt dışında başarılı olmuş eserlerin birer birer peşine düştü. Bu üç yapımın yeniden çevrimlerinin orijinallerinden tek farkı, oyuncularının ve yönetmenlerinin farklı oluşuydu. Quarantine (2008), Let Me In (2010) ve The Girl With Dragon Tattoo (2011) gibi filmlerin her sahnesi, orijinalleri ile birebir aynıydı ve sanki altyazı okumayı sevmeyen Amerikalı izleyiciler için yapılmıştı. Peki, senaryo ve konu sıkıntısı çeken bu büyük sektör için yeniden yapımlar daha ne kadar kurtarıcı görevi üstlenecek? Dahası yeniden yapımların birebir orijinalleri ile aynı oluşları onları nasıl değerli kılacak? Hollywood, Scarface (1993), The Thing (1982) ve The Fly (1986) gibi orijinalinden bile daha iyi olan yeniden çevrimleri unutmuşa benziyor. Bu üç yapımda, Brian De Palma, John Carpenter ve David Cronenberg gibi büyük isimler, eski yapımlara saygı duruşlarını sergilerken, aynı zamanda eserlere kendi sinemalarının karakteristik özeliklerini de katarak hikâyeyi zenginleştirdiler. Bu üç eser, aynı zamanda adı anılan yönetmenlerin de en iyi işleridir.

Kötü filmlerin ortaya çıkmasında her zaman stüdyo sistemini suçlamak kolaycı bir yaklaşım olur. Gişe kaygılı yapımlar sürekli önümüze serilmekte maalesef. Fakat bazen iddialı isimlerin de kötü işler çıkartması şaşırtıcı olabiliyor. Gene son dönemlerde gerçekleştirilen Lockout ve 2017’de devamı gelecek olan Resident Evil: Retribution, kötü film nasıl çekilir sorusunun güzel iki örneği. Yapımcısı olduğu filmlerde yönetmenleri özgür bırakan Luc Besson’un Lockout’u şimdilik en kötü işi. 2002’de gerçekleştirdiği başarılı bilgisayar oyunu uyarlaması olan ilk Resident Evil’la yönetmen Paul W. S. Anderson, zombilerin tekrar popüler olmasını sağlamıştı. Bu film sayesinde The Walking Dead gibi yapımlar halen sevilerek takip edilmekte. Bu iki filmi ele alırsak; Lockout, Luc Besson‘un son yıllarda senaristliğini ve yapımcılığını yapmış olduğu bir başka sıradan yapım. Günümüzün en yetenekli ve yönetmenliğini yaptığı yapımlarla geniş kitleleri etkilemiş olan bu yönetmenin, uzun bir süredir yapımcı kimliğine bürünüp bu tür sıradan yapımlara imza atması üzücü. Besson’un, yapımcılığını ve senaristliğini üslendiği bir ton yapımın içinden iyi bir sinema örneği (Taken – 2008 bir istisna olabilir) hatırlamıyorum. Usta yönetmen, bu sefer karşımıza bilimkurgu soslu bir hapishane filmi çıkartıyor. Yapımın en büyük meziyeti,  seyircisinin IQ seviyesinin düşük olduğunu varsayması. Çünkü olay örgüsü son derece tahmin edilebilir yapıda ve ilkokul seviyesindeki senaryosu ile yerlerde sürünüyor.

Lockout-314

Eski bir ajan olan Snow (Guy Pearce), kendisini işlemediği bir cinayetin ortasında bulur. Bir komploya kurban gittiğini anlayan Snow, en azılı suçluların bulunduğu uzay hapishanesine gönderileceği öğrenir. Tam da o sırada, ABD başkanının kızı Emilie Warnock (Maggie Grace), hapishanedeki insani koşulları denetlemek için korumalarıyla birlikte söz konusu yere gitmektedir. Warnock’un hapishanede bir mahkûmla yaşam koşulları hakkında yaptığı görüşme sırasında, mahkûmun, Warnock’un korumasının silahını almasıyla işler sarpa sarar. Eli silahlı mahkûm, diğer suçluların hücrelerinden çıkarılmasını sağlayarak, hapishanenin suçlularca ele geçirilmesini sağlar. Eski ajanımızın bu uzay hapishanesine gidecek olduğunu bilen hükumet, Snow’a  özgürlüğü karşılığında başkanın kızını kurtarma görevi verir.

Konusundan anlaşılabileceği gibi bu kötü senaryoda bir mantık aramak büyük hata olur. Gay Pearce’ın canlandırdığı yüzeysel Snow karakteri, son derece vurdumduymazdır ve suçsuzluğunu kanıtlamak için herhangi bir harekete girmez. Ta ki, hapishanede isyan çıkıp kendisine görev verilinceye kadar. Lockout, “tam o sıradaların” yaşandığı bir yapım. Kahramanımız bir komploya düşürülüyor, tam da o sırada hapishanede çıkan isyanda kendisinden yardım isteniyor. Senaryo o kadar şeffaf ki, ABD başkanının kızının korumalığını yapan güvenlik görevlisinin, hapishaneye girişte silahını teslim etmediğini görünce, hikâyenin ilerleyişini ve hatta çözümlemesini kolayca yapabiliyoruz. Mahkûmların lideri olarak karşımıza çıkan orta yaşlı, biraz vicdan sahibi Alex (Vincent Regan) ve onun ne yapacağı belirsiz dengesiz kardeşi Hydell (Joseph Gilgun) bu tür benzeri yapımlarda daha önce çokça karşımıza çıkartılan benzer tipte karakterler.

lockout

Başkarakter Snow’u canlandıran Guy Pearce, kendi kuşağının en yetenekli oyuncularından. Yeteneğini çoktan kanıtlamış böyle bir oyuncu için talihsiz bir seçim olmuş. Belli ki, yanlış seçiminin farkına varan Pearce bunu oyununa yansıtmış. Oyuncunun,”benim burada ne işim var” bakışını yapımda sık sık görmekteyiz. Artık zeki dedektif rollerinden başka karakterlerde göremediğimiz Lennie James, bu yapımda da daha önce canlandırmış olduğu dedektif rollerinin bir benzerini sunuyor. Buna rağmen yapımda en iyi oyunculuğu sergileyen kendisi olmuş. Her sinema yapımı belli bir emeğin ürünü. Bir yapımı sert eleştirilerle yerden yere vurmak verilmiş olan emeğe saygısızlık olarak da görülebilir. Ama senaryonun, oyunculukların ve yönetimin kötü olduğu yapımlarda maalesef eleştiriler de yapıcı olamıyor. Yapımın, seyircisinin zekâ seviyesini hor görüp, sırtını türün bıkkınlık getiren kalıplaşmış klişelerine dayaması, izleyici nezdinde çekilmez bir hal alıyor. İlk uzun metrajlı yapımlarını gerçekleştiren James Mather ve Stephen St. Leger için talihsiz bir iş olmuş.

Yönetmenlik adına pek parlak bir kariyere sahip olmayan Paul W.S Anderson, son eseri Resident Evil: Retribution ile külliyatına bir zayıf halka daha ekliyor. Kariyerinde yalnızca Event Horizon (1997 – Ufuk Faciası) ve Resident Evil (2002 – Ölümcül Deney) ile başarı yakalamış olan Anderson, bu filmiyle artık zaten suyu sıkılmış olan seriyi eğlence parkına döndürmüş. Bu iki işi ile yakaladığı başarısını, sonraki yapımlarında kendi elleri ile yıkmış durumda. Resident Evil serisinin ilk filmi, 2002 yılında çıktığında belli bir başarı yakalayarak zombi filmlerinin tekrar önünü açtı. Bu yapımdan sonra bulunduğumuz yıla dek zombi konulu birçok farklı filmle karşılaştık. Yaşayan ölülerin tekrar popüler olması sonucu, zombilerin babası sayılan George A. Romero da geçtiğimiz yıllarda yeni bir üçlemeyle karşımızdaydı. Televizyonlara konuk olan çizgi roman uyarlaması The Walking Dead, bu türde son yıllarda yapılmış olan en başarılı işlerden biri oldu.

resident-evil

Filmimize geri dönersek, hikâye bir öncekinin kaldığı yerden devam ediyor. Önceki yapımda Umbrella şirketinin bir gemisinde gerçekleşen savaşın ardından yaralanıp denize düşen Alice (Milla Jovovich), gözünü, şirketin kutuplardaki üssünde yer alan bir hücrede açar. Sonrasında şaşırtıcı olmayacak bir şekilde Alice, Ada Wong’un (Bingbing LI) yardımı ile hücresinden kurtulur. Bu sırada bölgeye kendilerini kurtarmak amacıyla gelen ekip, üsse ulaşmıştır bile. Yeni gelen ekiple birlikte üssü yok etmek için savaşmaları gerekecektir.

Seriye artık yeni bir şey getiremeyeceğinin farkında olan Anderson, çözümü bol aksiyonda ve 3D teknolojisinde arıyor. Daha çok izleyiciyi sinemalara çekmek amacıyla çıkarıldığı belli olan 3D teknolojisinde, maalesef Avatar haricinde dişe dokunur çok az yapımla karşılaşır olduk. Bol patlamalı, dövüşlü bu filmin sırf “Üç Boyutlu” olsun diye yaratıldığı yüzeysel senaryosuyla da kendini belli ediyor. Film başlayıp gözlükler takıldığında, üzerinize geliyormuş gibi gösterilen birçok nesne ve efektler art arda sıralanıyor. “Üç Boyutu” sonuna kadar bizlere hissettirmek isteyen bu yapımda zaman zaman kendimizi eğlence parkına gelmiş gibi hissediyoruz. Sinema elbette bir eğlence aracıdır,  ama izleyici her zaman eğlenirken bunun yanında zekice bir şeyler görmek de ister. Gücünü 3D’ye dayamış olan bu yapım bir süre sonra sıkıcı bir hal alıyor.

resident

Gerçekte bir video oyunu olan Resident Evil, günümüzün en iyi korku klasiklerinden biri. 90’ların sonlarından günümüze dek birçok devamı yapılmış olan bu oyun, bünyesinde barındırdığı birçok yenilikle kısa zamanda çok satmıştı. Üçüncü şahıs kamerasıyla oynanan yapım, oyun dinamiklerindeki birçok yeniliği ile günümüz video oyun sektörüne çok şey kattı. Ama Paul W.S AndersonResident Evil video oyun serisiyle herhangi bir bağa girmeyip, farklı şeylerin peşine düşmüş. Bu açıdan üzerinde 3D logosu olan yapımlar giderek şüpheyle karşılanmaya başlandı. Sanki kötü olacağı anlaşılan yapımlar 3D kisvesi altında kurtarılmaya çalışılıyor. Ön gösterim sırasında beğenilmeyen birçok filmin, sonradan üç boyuta çevrilerek gösterime sokulduğu bilinen bir gerçek. Sinema sanatına yenilik getirmek amacıyla çıkarılan üç boyut teknolojisi, bu sanata giderek zarar vermekte. James Cameron’un Avatar’ı ile popüler hale getirilen bu teknoloji, şimdilerde giderek terk edilmek üzere. 3D’nin gerekliliğinin tekrar tartışıldığı bu günlerde, Christopher Nolan ve David Fincher gibi usta isimler, bu teknolojinin gereksiz olduğunu savunup klasik anlamda eserler vermeye devam ediyorlar. Dijital film ve üç boyut teknolojisinin gerekliliğini ünlü yönetmenlerle masaya yatıran Side BY Side belgeseli bu tartışmanın en büyük kanıtı.

Resident Evil: Retribution’un tek olumlu yanı tartışılan konunun haklılığını destekler nitelikte olması. Sinema sanatının teknolojik gelişmeler uğruna yüzeyselleştirilip izleyicisini aptal yerine koyması düşündürücü. Elbette teknolojik yenilikler sinemaya da yansımalıdır, ama bu sanat dalının dokusuna zarar verir nitelikte de olmamalıdır. Paul W.S. Anderson için bu facia, onda bir silkelenme yaratır mı bilinmez, ama kariyerini daha da dibe soktuğu bir gerçek. Eğlence merkezlerindeki beş dakika süren üç boyutlu kabinler size yetmiyorsa, bu 90 dakikalık aksiyonu bol, patlaması çok, ama içi boş yapımı tercih edebilirsiniz. Resident Evil: Retribution sinemada gişe hırsının ne noktalara geldiğini göstermesi açısından ibretlik bir örnek. İyi birer zombi filmi izlemek isteyen bizler, türün babası George A.Romero’nun eserlerinden vazgeçmeyeceğiz.

Dikkat edilirse son yıllarda kısa film sektörü hayli gelişti. Sosyal medyada kısa filmlere yer veren birçok kanal yer almakta ve bu kanallar hayli de ilgi çekmekteler. Amatör ruhla, kısıtlı imkanlarla ve uzun bir süreç sonucunda gerçekleştirilen bu yapımlar, büyük bütçeli birçok yapımdan daha derli toplu. Kaliteli eserleri bulmakta zorluk çeken izleyici, bu alternatif dünyaya çoktan yöneldi bile.

Yazar: Buğra Şendündar

1979 İstanbul doğumlu. Sinemaya olan ilgisi daha yedi yaşındayken dedesiyle sabahlara kadar film izlemekle başlar. Daha önce çeşitli mecralarda sinema üzerine makale ve eleştiriler kaleme aldı. Günümüzde, Bilimkurgu Kulübü'nde yazarlık serüvenine devam ediyor. Ona göre sinema, insanın kendini keşfetmesidir.

İlginizi Çekebilir

peter weller

O Bir RoboCop: Peter Weller

Sinema tarihine geçmiş bir dolu oyuncu çok yönlü kariyeriyle dikkat çeker. Oyunculuğun yanında yönetmen ve …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin