Shopping (1994) ile beyazperdeye adım atan İngiliz asıllı Paul W.S. Anderson, dikkat çekici bir başlangıç yapamamıştı. 90’lı yılların popüler video oyunundan uyarlanan Mortal Kombat (1995) ise büyük beklentiler yaratmasına rağmen ortalama bir işti. Kaldı ki New Line Cinema’nın yönetmen üzerindeki baskısı fazlaydı. Ancak Paramount Pictures çatısı altında gerçekleştirdiği Event Horizon (1997), kariyerinin en önemli işi oldu. Stanislaw Lem imzalı Solaris’in (1961) serbest bir uyarlaması gibi görünen fakat orijinal fikirler içeren yapım, gerçek bir yönetmen sineması örneğiydi. Dikkat çekici oyuncu kadrosuyla uzayda geçen bir perili ev bilimkurgusuydu. Olayların geçtiği uzay gemisi Event Horizon, bilinmeyen bir nedenle bilinen evrenin dışına çıktıktan bir süre sonra Neptün yörüngesinde beliriyordu. Gelen sinyal üzerine yola çıkan yardım ekibi ise korkutucu olaylar ile yüzleşmek zorunda kalıyordu. Zamanla modern bir klasiğe dönüşen film, Anderson’ın yönetmenlik anlamında yeteneklerini en iyi sergilediği yapımdı.
Gene bir bilimkurgu filmi olan Kurt Russell’lı Soldier (1998), orta karar bir işti. Yakın gelecekte ordu tarafından seçilen çocuklar, âdeta birer süper asker olmaları için eğitime alınıyordu. Todd 3465 (Russell) da onlardan biriydi ve yıllar sonra emekli edilmek üzere çetin şartlara sahip bir gezegene bırakılıyordu. Ancak Anderson, zeki bir hamle ile filminde Blade Runner ve Alien evreni arasında bağlantılar inşa etti. Todd’un askeri geçmişinde yer alan Tannhauser Geçidi Savaşı, Blade Runner’da konu ediniyordu. Özgeçmişinde yer alan USCM SMARTGUN mühimmatı ise Aliens’ta (1986) askerler tarafından kullanılıyordu. Dolayısıyla Soldier, kendini iki evren arasında konumlandırmayı başarmıştı.
Bir TV yapımı olan The Sight’tan sonra Resident Evil’ı (2002) kotaran yönetmen, zombi temasının tekrar popüler hâle gelmesini sağladı. Başarılı bir oyun uyarlaması olan film, başrolde yer alan Milla Jovovich’i bir aksiyon yıldızına dönüştürdü. Anderson’ın tercih ettiği estetik yönetim biçimi, oyunun görsel dünyası ile örtüşüyordu. Finalde izleyicisini ters köşe eden senaryosuyla yönetmenin kariyerindeki kalburüstü işlerden biriydi. Bir sonraki projesi, 20th Century Fox stüdyosunun uzun süredir gerçekleştirmek istediği Alien vs. Predator olacaktı…
Predator 2’nin (1990) final sahnelerinde Teğmen Mike Harrigan (Danny Glover), şehre musallat olan gizemli yaratığın yer altı tünelindeki uzay gemisinde farklı yıldız sistemlerinde avlanmış varlıkların kafatasları ile karşılaşıyordu. İşte o kemiklerden biri de Xenomorph’a aitti… Yönetmen Stephen Hopkins’in şaka yollu bu hamlesi, sinema endüstrisinde yeni bir yeşil ışığın yanmasına neden oldu. Aynı yıl içinde Dark Horse tarafından çıkarılan Aliens vs. Predator çizgi romanı, işleri büyük oranda değiştirdi. 1993 yılında farklı platformlara gelen AVP video oyunları, bu alternatif evreni biraz daha genişletti. Özellikle Atari Jaguar konsoluna özel olarak gelen oyunda İnsan, Alien ve Predator bakış açısıyla maceraya atılabiliyorduk. Hâliyle bu alternatif evrenin bir süre sonra sinemaya da sıçraması kaçınılmazdı…
90’lı yılların ortalarında AVP projesi için FOX stüdyoları kolları sıvamaya istekliydi, ancak öncelik Alien Resurrection (1997) projesine verildi. Dördüncü Alien filminin röportajları esnasında Sigourney Weaver, stüdyonun bir AVP filmi çekmek istediğinden haberdar olduğunu ve olası projeyi aptalca bulduğunu söylemekten çekinmedi. En nihayetinde yeni tasarı, Paul W.S. Anderson’ın elinde yedi sene sonra hayat buldu. Konusu Dünya’da geçecek film için senaryo ekibiyle birlikte konu arayışına giren Anderson, Maya medeniyetine dayanan antik bir mitoloji yarattı: Predator’lar kadim halk için uzak diyarlardan gelen tanrılardı ve şükranlarını sunmak isteyen toplum ise belli dönemlerde onlara kurban sunuyordu.
Merkezine Weyland şirketini konumlandıran yapım, olay örgüsünü şirket CEO’su Charles Bishop Weyland (Lance Henriksen), çevre teknisyeni Alexa Woods (Sanaa Lathan) ve arkeolog Sebastian de Rosa (Raoul Bova) üçgeninde kurguladı. Hikâye, bu üçlünün alacağı doğru ve yanlış kararlar üzerinden şekilleniyordu. Teknik açıdan doğru bir işleyişe sahip olan senaryo, inandırıcılık açısından ise izleyicinin ilgisini canlı tutmakta zorlanıyordu. Dolayısıyla “Kim Kazanacak?” mottosuyla pazarlanan film, daha çok Alien ve Predator rekabetine odaklanmayı tercih ediyordu.
Filmde, Antarktika kıyılarındaki buzulların altından gelen bir ısı patlaması yakalanıyor. Antik çağlardan kalma bir piramit olduğu keşfedilen yapı, Weyland Industries’in dikkatini çekmekte gecikmiyor. Farklı uzmanlıklara sahip bilim insanlarından ve bir grup paralı askerden oluşan ekibimiz, Bishop önderliğinde söz konusu yapıyı incelemek üzere yola koyuluyor. Tam o sırada bölgedeki piramide bir uzay gemisinin de yaklaştığı görülüyor. Bölgeye birbirlerinden habersiz olarak varan bu iki grubu ise korkunç bir mücadele bekliyor. Piramidin duvarlarındaki hiyeroglifleri çözen Sebastian, Predator’ların binlerce yıl önce Dünya’ya geldiğini ve antik uygarlıklara çeşitli yapıları inşa etmeyi öğrettiğini keşfediyor. İnsanların onları birer tanrı olarak gördüğü, bu yüce varlıkların da insanlardan kurban istediği ortaya çıkıyor. Predator’ların Xenomorph’ları avlamak amacıyla insanları kullandığını öğrenen arkeolog, onların her yüz yılda bir Dünya’ya geldiğini anlıyor.
Piramide Yautja’ların (Pradator’ler) haberi olmadan giren ekip, piramidin mekanik duvarlarını kazara harekete geçiriyor. Belli sürelerde hareket eden duvarlar, ekibi dağıtıyor ve her biri farklı bölmelerde hapsoluyor. Uzay gemisinden inip piramide giren üç Yautja ile insanlar arasında âdeta bir kedi fare oyunu başlıyor. Piramidin harekete geçmesiyle yüzyıllardır dondurulmuş ve zincirli hâlde bulunan Alien Queen (Kraliçe Yaratık) ise kapatıldığı bölgeden çıkarılarak tekrardan yumurta üretmesi için hayata döndürülüyor. Tabii çok geçmeden yumurtadan çıkan Facehugger’ların saldırısına uğrayan ekibi de ölümcül bir son bekliyor.
Senaryo yazarları Ronald Shusett ve Jim Thomas, deyim yerindeyse aceleci bir tutum sergiliyor. Dünya dışı varlıklar ile insanların aynı zaman dilimde piramide girmeleri sağlanıyor ve filmin tanıtımda kullanılan “Kim Kazanacak?” sorusu bir an önce cevaplanmaya çalışılıyor. Orijinal seride Xenomorph’ların insan göğsünden çıkması epey vakit alıyordu. Park ve Rousseau, bu dehşet verici durumu âdeta dakikalara indirgiyor. Hâliyle film, bu yönüyle eleştirilmekten kurtulamıyor. Finale doğru Woods’un bölgede tek başına kalması ve “Düşmanımın düşmanı dostumdur” mantığına sarılıp hayatta kalan son Predator ile iş birliği yapması yer yer gülünç anlara yol açıyor. Hatta Yautja, bir sahnede Woods’a asitten arındırılmış Xenomorph kafasından bir kalkan bile yapıyor. Yine hızlarıyla ünlü avcımızın, birlikte koşarlarken Woods’u geçemediği de görülüyor.
2017 yılında Colin ve Greg Strause kardeşler tarafından kotarılan Aliens vs. Predator: Requiem, gişece büyük bir facia yaşadı. Gülünç senaryosuyla yapım, beyazperdede yeni bir AvP projesinin defterini kapattı. Ridley Scott’ın Prometheus (2012) ve Alien: Covenant (2017)‘ı ise beklenildiği üzere AvP evrenine hiç göz kırpmadı. Fede Alveres imzalı Alien: Romulus’un konusu da Alien (1979) ve Aliens (1986) filmlerinin arasındaki bir zaman diliminde geçiyor. Dolayısıyla son on yılda karşımıza çıkan güncel projelerde AvP yapımlarının yok sayıldığı anlaşılıyor.
AvP evrenini konu edinen içerikler, günümüzde sadece çizgi romanlarda kendilerine yer bulabiliyor. Zaten bu tür alternatif evrenleri konu alan hikâyelerin çizgi roman dünyasında çok daha rahat yer edinebildiği biliniyor. Sonuç olarak, bütün motivasyonunu sinemanın iki ikonik yaratığının mücadelesine harcayan Alien vs. Predator, tarihin tozlu raflarındaki yerini aldı. Yönetmen Paul W.S. Anderson ise Resident Evil ve Monster Hunter (2020) ile kariyerini ortalama projelere sabitlemiş gibi görünüyor.