Avatar filmlerinde gördüğümüzü andıran beyin arayüzü teknolojisi, bugün gerçek dünyada da bazı şeyleri mümkün kılabiliyor. Örneğin, robotik bir kolu hareket ettirdiğinde olduğu gibi kullanıcının yalnızca düşüncelerini kullanarak makineleri kontrol etmesi sağlanabiliyor. Buna rağmen, hâlihazırda zihin transferi veya zihin yüklemesi hayalini gerçeğe dönüştürebilecek bir teknoloji elbette yok. Daha da kötüsü, bilim henüz bir kişinin bilincini başka bir bedene aktarma yeteneğini geliştirmeye yakın bile değil.
2009 yapımı bilimkurgu-macera efsanesi Avatar‘ın devam filmi olan Avatar: The Way of the Water, tüm zamanların en çok gişe hasılatı yapan filmlerinden biri oldu. Her iki filmin de dayandığı temel ve izleyiciyi hayrete düşüren noktalarından biri de zihin transferi teknolojisiydi. Bu olağanüstü gelişme sayesinde yarı felçli bir savaş gazisi olan ve tekerlekli sandalyeye mahkûm kalan Jake Sully, üç metrelik mavi tenli bir insan-uzaylı melezinin bedeninde hayat bulabildi. Böylece de ejderha benzeri uzaylı canavarları ehlileştirmeyi ve topyekun bir hava muharebesine liderlik etmeyi başardı.
Her ne kadar gördüklerimiz birer kurgu olsa da acaba gerçeğe dönüşme olasılıkları var mı? Bilinci bir bedenden diğerine, iki cihaz arasında veri iletimi yapar gibi aktarabilen bir teknolojiye ne kadar yakınız? Bunu başarabilseydik, zihinlerimizin sonsuza dek yaşamasını da sağlamış olmaz mıydık? Günümüz dünyasında bilgisayarlarla ne kadar içli dışlı olduğumuz düşünülürse, bu hayalin yakın ya da uzak gelecekte bir gün gerçeğe dönüşebilme ihtimalini sorgulamamak elde değil. Öyleyse bu konuyu masaya yatıralım.
Avatar’da bu zihin transferi olayı nasıl işliyordu hatırlayalım. Filmde insanlar yalnızca bu kurgusal dünyada bulunan ve çok nadir bir mineral olan Unobtainium’u elde etmek için Pandora‘nın ayını keşfetmeye çalışıyordu. Bu dünya, en yakın yıldız sistemi komşumuz Alpha Centauri’deydi. Ancak, gezegendeki hava insanlar için zehirliydi ve her köşede ölümcül avcılar pusuda bekliyordu. İnsan zihnini Pandora’nın yerli halkı olan Na’vilerin bedenine taşıma ihtiyacı işte böyle hasıl olmuştu. Gerçekte de astronotların Mars ve diğer bazı yerler hakkında bilgi edinmek için keşif araçları indirip uzaktan kumanda ettiği malum. Avatar’da ise insanların robotları yerine avatarları vardı.
Öncelikle bu avatarlar, insan DNA’sı ile Na’vi halkının genetik materyalleri karıştırılarak meydana getiriliyordu. Ardından insanlar tamamen olgunlaşmış avatar bedenlerine zihinleriyle bağlanıyordu. Bu noktada, avatarlarını yalnızca düşüncelerini kullanarak kablosuz olarak kontrol edebiliyorlardı. Tüm süreç, sinir sinyalleri üzerinde çalışan süper yüksek teknolojili bir beyin-bilgisayar arayüzü (Brain Computer Interface: BCI) aracılığıyla yürütülüyordu. Ayrıca, hatırlayacağımız üzere ilk filmde Na’vi’ler, Jake’in bilincini kalıcı olarak avatar bedenine aktarmak için bir ritüel de gerçekleştirmişti. Şimdi, bütün bu anlatılanların ne kadar bilimsel olduğuna bir bakalım.
Beyin-bilgisayar arayüzleri, günümüzde zaten geliştirilme aşamasında. İnsan beynini bir makineye bağlayıp makinenin beynin aktivitesini ölçmesine, beyinle etkileşime girmesine izin veren teknolojiye zaten sahibiz. Beyin aktivitesindeki değişiklikleri tespit etmek için kullanılan elektroensefalografi (EEG) ile beynin yapısına ve işlevlerine bakmamıza yardımcı olan MR (manyetik rezonans görüntüleme) veya fMRI (fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme) buna örnek gösterilebilir. Beyin-bilgisayar arayüzü (BCI), insanların yalnızca düşüncelerini kullanarak cihazları veya makineleri kontrol etmelerine olanak tanıyan gerçek bir bilimsel buluş. Araştırmalar bunun, tıpkı Jake Sully gibi felçli kişilerin tekrar yürümesine yardımcı olabileceğini gösteriyor. Örneğin, bir kullanıcının sadece kollarını ve bacaklarını hareket ettirdiğini düşünmesi gerekiyor. Bu şekilde, vücuduna bağlı olan robot uzvunu da istediği şekilde hareket ettirebiliyor.
Bilim insanları, bu teknolojiyi zihinsel el yazısını ekranda gerçek metne dönüştürmek için de kullanmayı başardı. Dahası, cerrahlar uzak yerlerden telepresence/telebulunuş ameliyatları da gerçekleştirebiliyor. Ameliyat sırasında ellerinin gerçekten hastanın vücudunun içinde olduğunu hissediyorlar. Buraya kadar harika, ama beyindeki elektrik sinyallerini ve biyokimyasal değişimleri okumak başka bir şey, bütün bunları başka bir yere aktarmak bambaşka bir şey. Beyin ve bilinç üzerine yapılan araştırmalar, bilinci bir makineye aktarmanın teorik olarak mümkün olduğunu gösteriyor. Bu görüşle çelişen hiçbir fizik yasası yok. Öte yandan, başlı başına insan bilincinin kendisi, tümüyle çözmenin, kavramanın çok zor olduğu bir mefhum.
Aktif bir biyolojik organ olan insan beyni, dijital bilgisayarlar gibi çalışmaz, neticede makinelerin aksine beyin canlıdır. Birler ve sıfırları veri olarak kabul edip bunları bilgisayarların yaptığı gibi işleyerek pasif şekilde talimatları takip etmez. Bize düşünme, algılama, hissetme, varlığımızı dışarı yansıtma yeteneği veren bilincimiz, bizi bir makineden farklı kılan şeydir. Bilinç, beyindeki bir sürece veya sinirsel bir aktiviteye, herkesin anlayabileceği kadar basit bir sisteme indirgenemez. Bilinçliyiz çünkü kendimize özgü düşüncelerimiz, anılarımız, duyularımız, duygularımız ve bir kişiliğimiz var. Tüm zengin ve karmaşık öznel deneyimlerimiz sonsuz miktarda veriyle birleşiyor, bu da bilincimiz oluşturuyor. Asıl handikap, bilim insanlarının bilincin gerçekte ne olduğunu çözememeleri. Bir şeyin ne olduğunu bile bilmediğimizde, doğal olarak onu başka bir yere transfer etmekten bahsetmemiz de mümkün değil. Bilim, insan zihnini makinelere, hatta başka bir biyolojik beyne aktarmanın bir yolunu bulmaktan şimdilik çok uzak. Kısacası, eğer zihinlerinizi bir Na’vi bedenine aktarmanın hayalini kuruyorsanız daha çok beklemeniz gerekecek.