See You Yesterday ya da Türkçesiyle Dünü Kurtarmak, yönetmenliğini Stefon Bristol‘un üstlendiği bir Netflix yapımı. Netflix’in son dönem alternatif bilimkurgu filmlerinden biri olan yapımın ana teması ise zaman yolculuğu. CJ ve Sebastian, okullarında oldukça başarılı olan deha seviyesinde birer liseli gençtir. Fakat onları diğer gençlerden farklı kılan asıl özellikleri bir zaman makinesi üzerinde çalışmaları. Kendi imkanlarıyla tasarladıkları bu cihazla zaman yolculuğu yapmayı başarmalarıyla da istemedikleri sonuçlara ve büyük sorunlara sebep olurlar. Filmde genellikle Afroamerikan oyuncular tercih edilmiş. Bunun sebebini yazının geri kalan kısmında irdeleyeceğiz, ama filmde Michael J. Fox da yer alıyor ve onun aracılığıyla son derece güzel bir göndermeye de yer verilmiş. Great Scott!
Filmin içeriğinden önce Netflix’in genel tutumu ve filmle olan ilişkisini irdelemek gerek. Amerika’da Afroamerikan nüfusun henüz yarım asır önceye kadar mihnet ve eziyet içinde yaşadığı bir gerçek. Beyaz nüfus her türlü imkandan rahatlıkla yararlanırken, sırf ten renginden ötürü insanlar çeşitli zorbalık ve haksızlıklara maruz kalmaktaydı. Tıpkı Rosa Park olayı örneğinde olduğu gibi. Sırf bu sebeple Martin Luther King ve Malcolm X gibi birçok fikir önderi eylemler gerçekleştirmiş, Henry David Thoreau’nun Sivil İtaatsizlik kavramını takip ederek azınlıkların sesini duyurmaya çalışmıştır. Hakeza Harper Lee’nin Bülbülü Öldürmek adlı ünlü romanında da benzeri eleştiriler vardır. Bir çocuğun gözünden çoğunluğun azınlığın üstünde hukuk yoluyla nasıl tahakküm kurduğunu ve masumiyetin aslında kitlelerin linç kültürünün karşında ne denli değersizleştiğini anlatır. Barack Obama başkan olduğunda insanlar artık haksızlıkların bittiğine, Afroamerikan vatandaşların başkan bile olabildiğine dikkat çektiler. Oysa tüm bu çabaların ve neticesinde ortaya çıkan sonuçların mağduriyeti giderdiğini söyleyebilir miyiz?
Son dönemde azınlık olarak nitelendirilen insanlara dair genel bir algı oluştu. Bunun en bariz örneği Marvel‘ın Black Panther‘ı. Film, vizyona girmesinin ardından epey ilgi çekti ve gişede de büyük bir hasılat elde etti. Nedeni ise Afroamerikan vatandaşların karakterin duruşuyla ilgili duydukları alaka. Kendi yaşamları ve kavgalarıyla ortak sorunları temsil eden bu karakterler diğer karakterlerin aksine onlara daha yakın geldi. Sürekli olarak beyaz benizli insanların dünyayı kurtardığı bir film silsilesinin ardından belki de bir şeylerin değiştiğine kani oldular. Bundan ötürü gösterdikleri reaksiyon da duygularının açığa çıktığı bir yer bulmalarından kaynaklı. Zira azınlık psikolojisi muhafazakar ve korumacı bireylerin ortaya çıkmasına, hatta birey kavramının toplum içinde eriyip yok olmasına sebep olur. Azınlık olan kesim, kendisini teslim edecek birilerini arar. Fakat bu durum temsilin yanı sıra avcıları da ortaya çıkarır. Tuzağın başındaki avcıların hedefi ise şudur: Mutlak kazanç, yani bu durumda yüksek bir gişe hasılatı. Haliyle gişede bu kadar büyük kâr eden bir filmin formülü etnik müşterek duygular olunca, devamında yapımcıların odağına aynı mantığı yerleştirmesi de normal. Dolayısıyla aynı mantıkla yapılan filmlerin de ardı arkası gelmeyecek. Böylece ikinci sorun da temellenmiş oldu.
Bir işte temel elemine kriteri liyakattir. Eğer işinde yeterince iyi değilsen, işini hakkıyla yapamazsın. Ama yıllarca sadece beyaz tenli insanlar iş imkanı bulabildi, çünkü diğerleri bazılarına göre insan bile değildi. Ne kadar acımasız ve barbarca. Öte yandan bugün yapımcıların para kazanmak için yaptıkları da yenilir yutulur gibi değil. Örümcek Adam‘ın en iyisi arkadaşı Meksikalı olursa ya da Matrix‘in Neo‘su Afroamerikan bir aktör tarafından canlandırılırsa sosyal adalet sağlanır mı? Politik doğruculara göre evet, ama sokaktaki insanın derdi kendi varlığının başkasına üstünlüğü değil, kendisinin onun kadar sahip oldukları hakları talep edebilme özgürlüğü. Birinin ten renginin, etnik kökeninin, politik görüşünün ya da dini inancının belirleyici etken sayılmaması. Afroamerikan olmasalar da köleliği kaldıran Abraham Lincoln, azınlıkların yaşadığı zulümleri anlatan cesur kalem Harper Lee ve nice başka insanın düşlediği şey tam olarak bu; “liberte, egalite, fraternite”, yani özgürlük, eşitlik, kardeşlik…
Fransız İhtilali’nin temelini atan bu özdeyiş, aynı zamanda simgesidir. Filmin başında Michael J. Fox’un elinde gördüğümüz Kindred, bu açıdan metnin arka planına dair açıdan önemli bir ipuçları veriyor. Hugo ve Nebula gibi prestijli ödüllerin sahibi ilk Afroamerikan kadın bilimkurgu yazarı Octavia E. Butler‘ın Yakın adıyla Türkçe’ye çevrilen eseri de filmde olduğu gibi zaman yolculuğu yapan bir kadını konu alıyor. Lakin asıl önemlisi, yazarın hayatı ve mücadelesi önemli bir izlek oluşturuyor. Octavia E. Butler, hayatı boyunca muhalif duruşu, ırkçılığa ve hiyerarşiye karşı gösterdiği başkaldırı ile adeta bir simge. Bu sebeple Kindred adlı romanının filmde gösterilmesi de tesadüf olamaz. Nitekim romandaki zaman yolculuğu ve hayat kurtarmak için gösterilen mücadele bariz koşutluk gösteriyor. Filmin mesajı sizce de çok zarif değil mi? Ayrıca bir başka müşterek husus zaman kavramına dair yürütülen sorgulamalar. Zaman yolculuğu ardından bir sürü paradoks ve dolayısıyla soruyu getiren bir konu. Zamanda yolculuk o kadar karmaşık bir kavram ki, hangi yönden yaklaşılırsa yaklaşılsın sonu gelmez bir muamma.
Einstein‘ın zamanın göreceli bir kavram olduğu fikrini ortaya attığı günden beri Kuantum mekaniği ve fiziği uzmanları dahil birçok insan zamana dair teoriler öne sürüyor. Zaman nasıl işler, zamanın sınırları var mı, zamanda yolculuk mümkün mü? İnsanların ölümsüzlük arayışının da dürtülediği bu soruların henüz kesin bir cevabı yok, ama halen fikirler üretilmekte ve metaya yansımakta. Back to the Future bu yansımalarından biri. Zaman yolculuğu için bir arabayı yeniden şekillendiren çılgın bilim insanı doktor Emmett Brown ile yol arkadaşı Marty’nin maceraları, nesillerin hayal gücüne kült bir miras. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere Michael J. Fox, See You Yesterday’de de yer alıyor. Kindred’ı okuyan ve gençlerin öğretmeni olarak gördüğümüz Fox, bununla da yetinmeyerek efsane üçlemeyi anmayı da unutmuyor. Zaman yolculuğu ve Doktor demişken, Doctor Who‘yu da anmazsak olmaz. Bahsi geçen yapımlarda telefon kulübesinden otomobile kadar birçok şekle girdiğini gördüğümüz zaman makinesi, bu filmde sırt çantası olarak karşımıza çıkıyor. Peki ama nasıl çalışıyor ve zaman kavramına dair neler söylüyor?
Yakın zamanda vizyona giren Marvel filmi Avengers: End Game‘de zaman kavramı alışılmışın dışında yorumlandı. Klasik zaman yolculuğu filmlerinde geçmişe gidilmesi durumunda uzay-zaman sürekliliğin bozulmaması ve gelecekte değişikliğe sebep olunmaması için hareket kısıtlanıyordu. Halbuki End Game zamanda yolculuk, geleceği değiştirmez diyerek değiştirdi. Bu durumda kuşkusuz ortaya bir ikilem çıktı; değiştirir mi yoksa değiştirmez mi? See You Yesterday’ın hareket noktası da esasen bu soru. İki kafadar zamanda yolculuk imkanına sahip olduklarında ellerine geçen imkanın farkında olmazlar, çünkü bu onlar için sadece iyi bir üniversiteye giriş anahtarıdır. Makinenin ilk deneyinde başarısız olurlar. Yaptıkları incelemede borularda bir sızıntı olduğunu anlarlar ve bunu çözerek yeniden denerler.
Bu sefer çalışır, geçmişe giderler. Fakat bu yolculuk sırasında iki şeyi fark ederler. İlki geçmişe gittiklerinde geleceği değiştirmeleri olasılığı. Eski sevgilinin koluna kırmak gibi. İkincisi ise yolculuk için açtıkları solucan deliğinin beklenenden daha erken kapanması. Bunları çözmek ve uzun zamandır hazırlandıkları fuara katılmak için çalışmaya dönerler. Fakat CJ’in abisi Calvin yanlış teşhis sonucu bir soygun zanlısı olarak vurulunca işler değişir. Afroamerican olmanın suçluluk için yeterli delil sayıldığı bu vahim olayın acısıyla yıkılan CJ, abisini kurtarmak uğruna artık etik ve kariyer gibi kelimeleri gözardı etmeye karar verir. Böylece Sebastian ile birlikte yolculuğa hazırlanmaya başlarlar.
Kurtarma operasyonunun ilk denemesinde, kolunu kırdığı eski sevgilisi gecikmelerine neden olur ve abisi yine vurulur. İkinci deneme makinenin sorunlarına dair çözüm için CJ’in platonik aşığı Eduardo’ya giderler. Eduardo’nun yardımıyla birlikte solucan deliğinin sorunu çözülür ve daha önceki seyahatlerine dair ne varsa sıfırlanır. Böylece ikinci denemeye hazırlanırlar. Denemeler arası bir gün olması zorunludur, çünkü makine enerji depolar. Ertesi gün aynı saatte yeniden yapılan deneme ise daha büyük bir soruna sebep olur. CJ abisine yetişme imkanının olmadığı anlayınca rotayı soygunun yapıldığı dükkana çevirir. Amacı soygunu durdurarak, cinayeti önlemektir.
Ancak işler istediği gibi gitmez. Polisi arar ama ekip vaktinde gelmez, zaman kaybetmek istemediği için de dükkana kendi girer. Dükkan sahibini uyarır, silahlar çekilir. Ve çıkan arbedede şans eseri orada olan Sebastian’ın geçmişteki hali vurulur. Böylece abisini kurtarmak isteyen CJ, arkadaşının ölümüne ve doğal olarak uzay-zaman sürekliliğinde kırılmaya sebep olur. Artık ciddi bir karar verme zamanı geldiğini de geleceğe döndüğünde anlar: Ya arkadaşını kurtaracaktır ya da abisini. Seçimi kaçınılmaz bir şekilde geleceği belirleyecektir.
Hülasa, film puanını hak etmeyecek ölçüde akıcıydı. Teknik aksaklılar, bilimsel izahat eksiği ve benzeri sorunlar taşısa da izleyiciye güzel bir atmosfer sunuyor. Düşük puan almasındaki sebep muhtemelen zamanda yolculuk konulu bir film olmasına rağmen bunu yeterince taşıyamaması. Ayrıca verilmek istenen mesajın filmin önüne geçmesi de diğer bir etmen. Filmin hareket noktası çok güzel, anlatılan hikaye vicdanı olan herkesin içine işleyecek derecede samimi ve hayatın içinden izler taşıyor. Fakat mesajın, hikayenin içindeki duruşu ne yazık ki fazla göze batıyor. Angaje sanat dediğimiz şey de tam olarak bu. Sanatsal ürünü mesajı taşıyan bir kuryeye çevirmektense, onun konuşmasına izin vermek daha uygun. Nitekim taşıyabileceğinden fazla yük katmak ve çizgisinin dışında bir rotaya sokmak sanatı öldürür.
Bunun haricinde yine zaman yolculuğu ile ilgili kısımlar biraz daha komplike ele alınsaydı, olayın önemi izleyiciye sirayet edebilirdi. Zira yapılan buluş inanılmaz bir başarı olmasına rağmen, insanların buna karşı gösterdikleri tepki ve bunun ortaya çıkışı o kadar sıradan bir şey olarak yansıtılıyor ki, izleyici kendini filmin gerçekliğine kaptıramayarak odağını yitirmeye başlıyor. Doğrusu, “Eğer ben icat etseydim,” sorusunu kendisine soramayan bir izleyici ancak olayları takip eder ve kısa zamanda unutmak üzere hafızaya atar. Velhasıl, boş zamanda izlenecebilecek ortalama bir yapım ama yine de ilgilisine önerilir.