Yirmili yaşlarında Almanya’ya yerleşen Yoko Tawada yazın kariyerini çift dilli sürdüren ve dilin olanaklarından azami düzeyde yararlanan bir yazar. Kitapları Akutagawa Ödülü de dahil olmak üzere farklı ülkelerde birçok armağanla taçlandırılan Tawada, kimi eserlerinde hem Japonca hem de Almancayı kullandı. Hislerini ve tasarılarını, daha iyi ifade ettiğine inandığı dil hangisiyse onunla dışa vurmayı yeğledi. Batı ve Uzak Doğu gibi birbirinden farklı kültürleri, bu apayrı coğrafyaların hikayelerini dil aracılığıyla kaynaştırdı, düşüncelerini sanatsal bir ize dönüştürme noktasında iki dilden de faydalandı. Alfabeleri, sesleri, sembolleri birbiriyle uyuşmayan dünyaları onların kendine özgü nitelikleriyle sentezlediğindeyse ortaya zengin, parıltılı bir anlatı çıktı. 80’li yıllardan beri yaşadığı Avrupa’da yabancısı olduğu kültür ve çevreyi dil ile kavramaya çalışan Tawada, böylelikle çift lisanla beslediği bir söz dağarcığı yarattı.
2014’te Japonca olarak yayımlanan Tokyo’nun Son Çocukları, 2018’deki İngilizce çevirisiyle Amerikan Ulusal Kitap Ödülü’ne layık görüldü. Siren Yayınları’nın geçtiğimiz hafta okurla buluşturduğu eserin Türkçe tercümesinde, Japoncanın yetkin çevirmeni, akademisyen Hüseyin Can Erkin’in imzası bulunuyor.
Büyük Felaket ve Sonrası
Bilimkurgu özelliklerinin yanı sıra bir distopya olarak da değerlendirilen Tokyo’nun Son Çocukları, buna rağmen türün alışıldık sert dili veya yoğun karanlık ortamından farklı bir düzene sahip. Tawada’nın dil hakimiyeti, kelimeler ve diyaloglarda uyguladığı kendine özgü yapı ve teknikler esere konusunun dışında heyecan verici bir nitelik daha kazandırıyor. Esasen sadece Tawada’nın değil, genel olarak Japon yazarların yalın anlatım tercihlerine karşın ulaştıkları kuvvetli anlamsal bütünlüğü algılamak için özel bir çaba gerekmez. Ayrıca kendilerini tamamen ortaya koyan, gösterişsiz ama güçlü karakterler de bu sistemde önemli bir yer tutar.
Tawada, Tokyo’nun Son Çocukları’nda isimsiz bir felaketten sonraki Japonya’yı tasvir eder ve bunu yaparken hem dil hem de zaman düzleminde yeni yollar dener. İnce hacmine rağmen kişisel-kamusal alanı kapsayan çoğu alışkanlığı ve devlet aygıtlarını çarpıcı şekilde, eskiden yeniye doğru, dönüşümleriyle birlikte resmeder. Yazar, Japonya’nın felaketini belirli bir zaman ve olaya bağlamasa da aklımıza 2011’de meydana gelen 9 şiddetindeki Fukişima depremi gelir. Depremden sonraki tsunami görüntüleri ve belki daha kalıcı bir yıkıma neden olma potansiyeline sahip nükleer santral sızıntısı hafızalarımızda hâlâ taze. Roman kurgusu içindeki bu çağrışımlar bizi nükleer santralden yayılan bir sızıntıya, oradan insan genomuna sıçrayan radyoaktiviteye, son mertebede ise gelecek kuşağa musallat olan hastalıklara ve doğal felaketlere götürebilir. Bununla birlikte, tarihsel aralıkta kısa sayılabilecek bir süre önce, atom bombalarının hedefi olan Japonya için tüm benzer travmaları aynı potada eritmek ve esere bu açıdan yaklaşmak da gerekebilir.
Hayatta Kalmaya Çalışan İnsanlar
Böyle bir iklimde, yaşama tutunmaya çalışan, küçük bir ailenin hikayesiyle karşı karşıyayız: yüz yaşını aşmış Yoşiro ve onun henüz ilkokula giden, torununun oğlu Mumei. Felaketler beraberinde birçok yıkımı getirir, bunlardan kimi gelip geçer kimiyse kalıcı olur. İnsanlar normal zamanda, yani hava günlük güneşlikken genelde deniz kenarı ve sahilde yaşamayı tercih ederken felaket anından sonra yukarı, yüksek rakımlara yerleşme dürtüsü baskın çıkar. Sözü edilen, deprem de olabilir nükleer sızıntı da. Hatta sel ve salgınları da ilave edebiliriz. Tokyo için de aynı durum geçerlidir. Felaketten sonra insanlar, zehirli toprak ve kirli havadan kaçınmak, yaşamlarına devam edebilmek için yüksek yerleşim bölgelerine göçe başlar. Bu kitle hareketine karşı müdahaleyse gecikmez ve devlet kanalından bireye doğru birtakım garip göç politikaları baş gösterir.
Tokyo’nun onarılmaz felaketi yaşamın her noktasına sirayet eder. Şehrin yirmi üç semtinin de tehlikeli hale gelmesine rağmen yaşlılar ömürlerine ömür katar, çocukların payınaysa tam tersi bir şekilde kısa, fiziki anlamda dayanıksız, kuvvetsiz ve trajik bir yaşam düşer. Çocukların kalsiyum depolamakla ilgili sorunları vardır, yürümekte güçlük çekerler, çoğu tekerlekli sandalyeye mahkumdur. Mumei’ye doğduğu andan itibaren tek başına bakan Yoşiro için geçmişten bugüne değişen Japonya bir hüzün kaynağıyken, çocukların okula gidiyor olabilmeleri, okul bile başlı başına bir umuttur.
Torununun çocuğuna büyük bir sevgi besleyen Yoşiro’nun gayreti, bununla beraber olan bitenin farkında görünen Mumei’nin tavrı ve sevimli sevinç kelimeleri satır aralarına sıcaklık aşılar, romanın distopik iklimini yer yer komik ve neşeli bir metne evirir. Hayatı çevreleyen tüm olumsuzluklara rağmen tatil günlerinin halk oylamasıyla seçilip adlandırılması, örneğin Emeğe Saygı Günü’nün Tokyo’nun çalışmak istese bile çalışamayan gençleri üzülmesin diye Yaşayalım Yeter Günü olarak değiştirilmesi esere bir iyimserlik katar. Roman bir gün içinde olan biteni anlatsa da Tawada’nın kurgu tekniği, karakterlerin düşüncelerinde geçmişe yaptıkları yolculuklar, orada karşılaştıkları kişilerle kurduğu diyaloglar bize uzun bir zaman aralığı vadeder.
İzole Edilmiş Bir Japonya
Kapılarını uzun süredir dış dünyaya kapatarak yaşayan Japonya için bazı kavramlar, duygulara karşılık gelen kimi kelimeler de önemini yitirmiştir. Bir süre sonra, neden dış dünyayla bağlarının koparıldığını hatırlayamasalar da, izolasyon politikasının kendi felaketlerine çözümü yine kendilerinin bulmaları için uygulandığı yorumu baskındır. İzolasyon diğer ülkelere seyahati ve onlarla alışverişi engellese de kendi içine çekilme cazibesi de yer yer hissedilir. Katı kurallarla uygulandığı düşünülen bu politika yeri geldiğindeyse delinmektedir. Japon çocuklarının mustarip olduğu fiziksel hassasiyetin sebebinin araştırılması için Mumei’nin Elçi Birliği’ne seçilmesi böyle bir hareketin soncudur. Mumei’nin Hindistan’a gönderilip oradaki uluslararası tıp enstitüsünde tetkik geçirmesi planlanmaktadır.
Sadece Japonya için değil, dünyanın geri kalan ülkelerinde de aynı durumun geçerli olduğunu, paragraflarda belirtilmese de anlarız. Sağlığı olumsuz etkileyen iklim, ekolojik bozulma -örneğin mutasyona uğrayan bitkiler-, demografik yapı, izole edilmiş toplumla beraber davranışsal ve kültürel anlamda belirgin bir kabuk değişimi gözlenir. Bunlardan en etkili olanıysa dile dairdir. Felaketin ardından hem Japoncada gerileme yaşanır hem de Japonca haricinde bir dil ve o dile ait kelimelerin kullanımına kısıtlama getirilir. İnsanlar yabancı kelime, ülke ve şehir adlarını telaffuz etmede kendilerine oto sansür uygular, Japonca dışındaki her şeye temkinli yaklaşılır. Bu konuda herhangi bir yasal madde olmamasına rağmen çekinirler, çünkü en kötü yasanın henüz uygulanmamış yasa olabileceği düşüncesi yaygındır. Dil meselesinde dünyada bir karmaşanın sürüp gittiğini ise verilen birkaç bilgiden ayırt etmek mümkündür. Örneğin Hindistan ve Güney Afrika gibi ülkelerin dil ihraç etmeleri romandaki dilsel egzotizmi daha da garip kılar.
Tawada’nın büyük felaketle dönüşen ve hayatı kapsayan her şeyi, özellikle dil çatısı altında yorumlaması, düşünce ve hisleri ifade etmeye dair yetersizliklerimizi ortaya serer. Dildeki değişim insanı ve toplumu doğrudan etkilediğinden, Tokyo’nun Son Çocukları bir distopya için gerçeklik katmanındaki en çarpıcı ifadelerden biri halini alır. Eser ince hacmine kıyasla zengin bir dönüşüm atmosferi sunar. Öyle ki bunların hepsinden bir yerde bahsetmek, hele ki dönüşüm unsurlarına tek tek değinmek tek bir yazıda mümkün değildir.
Yazarın daha önce Bir Kutup Ayısının Anıları isimli romanını da yayımlayan Siren Yayınları’nın, Tokyo’nun Son Çocukları’nın yayıma hazırlık sürecinde titiz bir iş çıkardığı görülüyor.