Değişen Sinema Anlayışı

Wiplash (2014), The Grand Budapest Hotel (2013) , BoyHood (2014), Gravity (2013) gibi güçlü yapımların ortak özellikleri, geleneksel sinema anlayışının dışında, deneyselliğe yakın ve kendilerine özgü olmalarıydı. Çoğunlukla klasik ve katharsis sinemaya yakın eserlerin Oscar yarışlarında şanslarının daha çok olduğunu düşününce, son yıllardaki ödül törenlerinde geleneksel sinema anlayışının dışında yapımların da yer alması olumlu bir gelişme. 2016’ya damgasını vuran Arrival, alışageldik (Independence Day) uzaylı istila filmlerinden farklı bir anlatıma sahipti. Denis Villeneuve, gişe kaygısı gütmeden ve özel efektleri orta kararda tutarak, günümüz dünyasının özeleştirisini yapıyordu. Aksiyon sineması meraklıları salondan hayalkırıklığı ile ayrılmış olmalarına rağmen, sinefiller tam anlamıyla tatmin duygusu yaşadılar.

Klasik anlatımdan sahip, Argo (2012), The King’s Speech (2010), The Departed (2006), Million Dollar Baby (2004) gibi son on yılda ödül alan filmler, giriş-gelişme ve sonuç ekseninde ilerleyen, seyircisini yormayan ve sonunda bir rahatlama duygusu yaşatan yapımlardı. Klasik sinemanın temelleri Yunan Tragedyası’na kadar dayanmaktadır. Aristoteles’in tiyatro ile ilgili görüşleri klasik anlatımın da temellerini oluşturur. Son yüz yıldır seyircinin ne istediğini bilen film sektörü, halen beklentilere göre eserler çıkartmaya devam etmektedir.

Pulp Fiction, Cannes’daki gösteriminde yuhalanmıştı. Başlangıç ve bitiş gibi klasik bir kurguya sahip olmayan yapım ilk anda anlaşılmamış olsa da, zamanla sinemanın başyapıtlarından biri oldu. Cannes’da yaşananlar, farklı olana karşı yapılan bir tepkiydi. Seyirci beklentilerine göre eserler vermek son derece yanlıştır. Seyircinin de beklentileri zamanla değişir. Günümüz seyircisi artık klasik anlatıma fazlasıyla doyduğu için yeni arayışlara yönelmiştir. Ödül törenlerinde daha önce ancak tek tük farklı yapımların yer aldığı zamanlar geride kalmaya başladı. Son Oscar ödül törenindeki adaylıklarda yer alan yapımlar bu değişimin bir kanıtı.

Daha önce bağımsız ve ticari sinema keskin bir şekilde ayrıydı. Şimdi ise bu ayrım kalkmış durumda. Büyük film kuruluşlarında bağımsız ruhta eserler rahatlıkla çıkabiliyor. Bağımsız yönetmenler, öncesinde filmlerini büyük dağıtımcı şirketlere kabul ettiremiyorlardı. Fakat zamanla seyircinin bağımsız sinemayı sevip kabullenmesiyle şirketler bağımsızların peşine düştü. Öncesinde bağımsız olarak kabul edilen birçok yönetmeni artık büyük ve pahalı prodüksiyonların başında görebiliyoruz. Bağımsız ve ticari sinemanın evliliğinden çıkan eserler yedinci sanata yeni bir soluk ve anlayış getirdi.

El Mariachi

Bağımsız sinemanın öncülerinden sayılan Robert Rodriguez, kendisini gerilla yönetmen olarak tanımlayan birisi. Kendi imkânlarıyla gerçekleştirdiği ilk filmi El Mariachi (1992), sektöre karşı yapılmış gerçek bir meydan okumadır. Eserin önemini sanatsallığından çok, nasıl yapıldığı oluşturuyor. Sağdan soldan topladığı paralar ve kimi hastanelerde ilaç deneyleri için kendisini bizzat kobay olarak kazandıklarıyla kotardığı eserini 7000 dolara mal etti. Kurgusunu ise evindeki Whs video oynatıcısında gerçekleştirdi. Rodriguez’in, Columbia Pictures’e eserini dağıtım için kabul ettirmesi halen inanılması güç bir olaydır. Rodriguez, halen bağımsız tavrını korumaya devam ediyor ve kurmuş olduğu Troublemaker film stüdyosuyla genç isimlere destek veriyor. Stüdyo sisteminden nefret eden Rodriguez’in, şirketine Troublemaker (sorun çıkaran) adını vermesi mevcut sisteme karşı olan meydan okumasıdır.

Meksikalı yönetmen Alejandro Gonzalez Inarritu’un, Birdman filmi çağdaş sinemanın en taze örneklerinden biri. Kesmesiz, tek plan, tek kamera ile çekilen bu yapım, tiyatro estetiğini temel alan bir meydan okuma. Inarritu’un kamerası sürekli hareket halinde ve kamera her bir planlı hareketinde güzel mizansenler yakalıyor. Geçmişte canlandırdığı Birdman filmleriyle bir üne kavuşup sonrasında da farklı yapımlarda aynı başarıya ulaşamayan Riggan Thomson’ın (Michael Keaton) geçmişi ve alter egosuyla olan hesaplaşmasına şahit olduk. Kimi sahnelerde fantastik anlara sahip olsa da, yaşananlar kendisi ile olan iç çelişkileridir. Başından sona gerçek zamanlı çekilmiş izlenimi veren bu yapım gerçek bir yönetmenlik başarısı.

whiplash2

Damien Chazelle imzalı Wiplash ise, bir nevi Full Metal Jacket’in müziği konu alan versiyonu. Sabrın ve azmin sınırlarını aşan bu yapımı izlemek hayli zorlu bir deneyim. Üniversitenin müzik bölümünde okuyan Andrew’un en büyük gayesi bateri çalmada ustalaşmaktır. Bir gün okulun en iyi ve de en sert öğretmeninin dikkatini çekmesiyle Andrew yeni bir dönemece girer. Öğretmen Fletcher, karşısındakini sınırlarına kadar zorlar. Bu, bir yeteneği ortaya çıkarmada başvurduğu yöntemdir.

Yönetmen Damien Chazelle, Andrew’in prova yaptığı sahnelerde yakın plan çekimlere başvurur. Grup halinde olan sahnelerde bile kamera, Andrew, Fletcher ve bateriye yakın çekim yaparak, karakterleri diğerlerinden soyutlar. Yapılan bu soyutlama, izleyici öğretmen ve öğrenci arasında karşılıklı bir düello yaşanıyor hissini yaratır. Birbirlerine odaklanan iki karakter için bu yaklaşım gereklidir. Bağımsız bir ruhla kotarılan yapım, hem gişede hem de eleştirmenler nezdinde beğeniyle karşılandı. On sene öncesini düşünürsek, o zamanlar da bu bağımsız yapımın salonlarda genişçe yer bulması kısıtlı olacaktı. Yeni sinema anlayışı, sonunda büyük film endüstrisini de değişmeye zorladı.

Richard Linklater’in on iki yıllık bir zamanda gerçekleştirdiği BoyHood, hayli sıra dışı bir yapım. Ellar Coltrane, filmin başında ufak bir çocukken, sonlarda yetişkinliğe atım atmış bir bireydir. Çekimlerine 2002 yılında başlanan ve 2014 tamamlanan yapımda, bir çocuğun yetişkinliğe kadar olan döneminde, aile ilişkilerine, sıkıntılarına ve aşklarına şahit olduk. Daha önce karşılaştığımız bir konu olsa da en büyük yenilik şüphesiz Linklater’in gerçekçi yaklaşımı. Yapımdaki karakterleri gerçekten yaşlanırken izlemek, tedirgin edici bir gerçeklik hissiyatı yaratıyor. Daha önce gerçekleşen sinemada gerçekçilik akımlarını takip edip işi bir adım daha öteye taşıyor Linklater. Philip K. Dick’in aynı adlı eserinden uyarladığı A Scanner Darkly (2006), çekim aşamasında gerçek oyuncuların kullanıldığı ve post-prodüksiyon aşamasından sonra üzeri dijital olarak boyanarak animasyon havası verilen bir yapımdı. Kimlik ve varoluşsal meselelerle ilgilenen yapım için doğru bir tercihti.

Tuhaf (iyi anlamda) sinemacı Wes Anderson’un akademi ödüllerinde yarışan son eseri The Grand Budapest Hotel, masalsı, çok katmanlı, eğlenceli ve her çerçevesi ince hesaplanmış bir yapımdı. Temelde Zero Mustafa’ya odaklanan ama birçok eğlenceli ve farklı karaktere sahip olan bir yapım. Karakter çeşitliliğinin zengin oluşu birden fazla hikâye olmasına neden oluyor. Çoğunlukla teatral havaya sahip olan eserde hikâyeleri takip etmek başlarda zor gibi gelse de sonlarda anlaşılır bir şekilde bağlanıyor. Anderson’un, Stanley Kubrick’in sahne açılarını andıran simetrisi gözden kaçmıyor.

Cannes film festivali konumu ve yapısı gereği dünya sinemasına hitap eden bir yarışmadır. Farklı ülkelerin seçkin yapımlarının seslerini duyurma adına Cannes’a katılmaları Oscar’a göre daha kolaydır. Akademi Ödülleri’ne de ancak kısıtlı sayıda filmler belli bir eleme neticesinde seçilebilmektedir. Oscar ödül töreni, Amerikan film endüstrisini yansıttığı için daha önce yarışan filmlerin hep birbirine de benzer oluşu dikkat çekiciydi. En iyi oyuncu ödüllerinde genellikle bedensel ya da ruhsal yapıları bozuk karakterleri canlandıran oyuncuların daha şanslı olduğunu ve en iyi film ödüllerinde ise epik ve otobiyografik eserlerin de aynı şansa sahip olduğuna gördük.

87. Akademi ödülleri sonrasında bazı şeylerin değişmekte olduğunu ve güçlü sinema endüstrisinin de artık yeni sulara açıldığını hisseder olduk. Aday olan “yenilikçi” yapımların çoğunlukta olması gerçekten çok önemliydi. Seyirci anlamında da kendilerine geniş yer bulan bu eserler belli bir değişimin habercisi. “Halk için sanat” anlayışı belli bir yere kadar dayanabilir. Topluma farklı tepsilerde benzer soslu eserler sunmak sanatı ilerletemeyecektir. Yeni bir bakış açısına sahip eserler, hemen kolay hazmedilmeyecektir; ama “sanat için sanat” anlayışıyla yapılan yenilikçi yapımlara izleyici çoktan alıştı.

Yazar: Buğra Şendündar

1979 İstanbul doğumlu. Sinemaya olan ilgisi daha yedi yaşındayken dedesiyle sabahlara kadar film izlemekle başlar. Daha önce çeşitli mecralarda sinema üzerine makale ve eleştiriler kaleme aldı. Günümüzde, Bilimkurgu Kulübü'nde yazarlık serüvenine devam ediyor. Ona göre sinema, insanın kendini keşfetmesidir.

İlginizi Çekebilir

Bilimkurgu Filmlerinden Unutulmaz 10 Siyahi Karakter

Bilimkurgu, Amerikan pop kültürünün dayanıklı ve uzun ömürlü bir öğesi. Ütopik (ya da distopik) geleceklerin …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin