Devasa cüssesiyle Güneş Sistemi’nin en büyük gezegeni olan Jüpiter, bilhassa uyduları üzerinden bilimkurgu edebiyatında ve sinemasında en yoğun işlenen yerlerden. Bir zamanlar eski Yunan mitolojisindeki baş tanrı Zeus’un karşılığı olarak Roma mitolojisinde Jüpiter adıyla tapılan gezegen, zaman zaman başı boş dolaşan meteorları büyük kütlesinden ötürü kendi üzerine çekerek, adeta bir “kütle çekim süpürgesi” işlevi de görüyor. Tabii tam tersini yaptığı ve üzerimize meteor yolladığı durumlar da söz konusu.
Varlığıyla Dünya’daki canlılara kimi zaman yardımı kimi zaman da zararı dokunan Jüpiter’in ve onun dört büyük uydusunun (IO, Europa, Ganymede ve Callisto) bilimkurgudaki temsillerinden bahsetmeden evvel, bu dev gezegenin fiziksel özelliklerine ve oraya yapılan keşif seferlerine biraz değinelim. Bu uydular arasında bilhassa Europa’nın sahip olduğu yapısıyla Güneş Sistemi’nde Dünya dışında hayatın bulunabileceği yerler arasında neden en popüler adaylardan biri olduğunu da ayrıca irdeleyeceğiz.
Jüpiter’deki Dev Hidrojen Okyanusu
Dünya’nın 11 katı büyüklüğündeki Jüpiter, gaz devi bir gezegen. Bileşiminin büyük kısmını, tıpkı Güneşimiz gibi hidrojen ve helyum oluşturmakta. Hatta, eğer Jüpiter şimdiki kütlesinden 13 kat daha fazla olsaydı, bir kahverengi cüce yıldız (çekirdeğinde hidrojen yerine onun kararlı bir izotopu olan döteryumun füzyona uğradığı yıldız türü) olabilirdi diye düşünülmekte. (1) İşte o zaman, bizim yıldız sistemimiz de sadece tek yıldızlı değil çift yıldızlı bir sistem olurdu. (Alternatif tarih konusunu Güneş Sistemi’ne dek genişletmek isteyen bilimkurgu yazarları açısından ilginç bir spekülasyon konusu.) Yüzeyinden merkeze doğru gidildikçe artan muazzam basınçtan ötürü hidrojen burada faz değiştirerek sıvılaşıyor, bu da Jüpiter’i Güneş Sistemindeki en büyük okyanusa (ama hidrojen okyanusu) sahip gezegeni kılıyor. Hatta basıncın iyice arttığı derinliklerde, sıkışan elektronlar artık hidrojenin içinde serbestçe akabildiğinden bu noktalarda hidrojenin “metalik fazı” ile karşılaşıyoruz. Böylelikle elektrik iletkenliği kazanan hidrojen kitlesi, Jüpiter’in kendi ekseni etrafındaki büyük dönme hızının da (Jüpiter Güneş Sisteminde en hızlı dönen gezegen, yaklaşık 10 saatte bir turunu tamamlıyor) (2) bir sonucu olarak Dünya’nınkinden kat ve kat fazla bir manyetik alan meydana getiriyor. Hatta ilk kez 1950’lerde tespit edilerek Dünya’ya dek ulaşan bu radyo dalgalarının kaynağının Jüpiter olduğu anlaşıldığında, büyük heyecan uyandırmış olmalı.
Jüpiter’e şimdiye dek yapılan keşif seferlerini özetleyecek olursak… En son Jüpiter’i yörüngeden incelemesi için gönderilen NASA’ya ait Juno uzay aracı 2016’da gezegene vararak o günden beri Dünya’ya veri iletmeye devam ediyor. (Yeri gelmişken, Juno mitolojide Jüpiter’in kıskanç karısının –eski Yunan’da Hera- adı) Bundan önce gezegene yakın temasta bulunan sondalar ise Pioneer 10 ve 11, Voyager 1 ve 2. NASA’nın Galileo adlı misyonuna ek olarak, aslen Satürn’ü incelemek için yollanan Cassini ve Plüton ile ötesindeki Kuiper kuşağı cüce gezegenlere dair bilgi toplamak için gönderilen New Horizons uzay araçlarını da Jüpiter’den geçerken tuttukları kayıtlar ile listeye ekleyebiliriz.
Kırmızı Noktalı Gezegen
Jüpiter denildiğinde akla ilk gelen imgelerden biri de elbette dev kırmızı noktası. Mitolojinin en çapkın tanrılarından olan Zeus / Jüpiter’in elinden uçanın dahi kaçamadığını anımsayacak olursak, tam da Jüpiter’e yakışan bir şekil aslında! Giovanni Cassini’nin 1667’de teleskopla gezegeni gözlemleyerek çizdiği resimlerde de var olduğunu gördüğümüz bu bölgenin, Jüpiter’de yüzlerce yıldır devam eden bir fırtınanın atmosferde yol açtığı anafor görüntüsü olduğunu bugün biliyoruz.
Dünyada kayıt altına alınmış en uzun fırtınanın 31 gün sürdüğünü düşünecek olursak, yüzlerce yıldır devam eden bir fırtınanın bilgisi gerçekten de ürperti verici. Fakat Jüpiter’de dev kırmızı noktayı oluşturan bu fırtına dinmek üzere. Çünkü gözlemlere göre bir zamanlar Dünya’nın dört katı büyüklüğündeki bu nokta, şimdi “sadece” Dünya büyüklüğünde. Hesaplamalara göre yaklaşık 70 yıl sonra ise tamamen küçülerek ortadan kaybolacağı tahmin ediliyor. Ama o zaman da belki farklı renklerde yeni dev noktalar Jüpiter atmosferinde belirmeye başlayabilir.
Jüpiter’in Uydularının Keşfi Kiliseyi Sarsmıştı
Güneş’in etrafındaki bir turunu yaklaşık 12 Dünya yıllık bir sürede tamamlayan Jüpiter’in şimdiye dek onaylanmış 53 uydusu bulunmakta. Hesaplamalara göre olması gereken 26 adet uydusu daha keşfedilmeyi bekliyor. Bunların arasında, üçü büyüklükleri itibariyle Dünya’nın Ay’ından büyük olan (IO, Callisto, Ganymede) ve biri Ay’dan küçük ama Plüton’dan büyük (Europa) dört uydunun en önemlileri olduğunu söylemiştik.
İsimlendirilmeleri mitolojide Jüpiter ile yakın ilişkideki kişilerden esinlenerek yapılan bu dört uydu ilk kez 1610’da Galileo tarafından teleskopla keşfediliyor. Bu keşfin bilim tarihi açısından önemi o kadar muazzam ki: O zamana dek bütün gök cisimlerinin sadece Dünya etrafında dolaştığını savlayan Kilise’nin hegemonyasına büyük bir darbe iniyor.
Jüpiter’in Bilimkurgudaki Yeri
Yeni dönem bilimkurguları, Jüpiter’in hayata elverişli olmayan bir gaz devi olması bilgisinden yola çıkarak daha çok onun uydularında geçmekte. Fakat yine de Jüpiter’in dikkate değer bir yere sahip olduğu birkaç önemli eserden bahsedelim: (3) (4) 1752’de Voltaire’in kaleme aldığı Micromégas adlı hicivsel bilimkurguda, baş kahraman ve Satürnlü yol arkadaşının Dünya’ya gelmeden evvel Jüpiter’de bir yıl kadar kaldığını ve orada “kayda değer sırlar” edindiğini öğreniriz. Isaac Asimov’un 1958’de yazdığı “Buy Jupiter” (Jüpiter’i Satıyorum) adlı kısa öyküde, Jüpiter gezegeni uzaylılar tarafından satın alınarak devasa bir reklam tahtasına (billboard) dönüştürülüyor. Uzaylılar, Jüpiter’in yakınından geçen uzay araçlarının görmesi için ürettikleri ürünlerin reklamını burada yapıyor. Arthur C. Clarke’in 1972 tarihli novellası “A Meeting With Medusa” (Medusa ile Buluşma) ise, Jüpiter’in atmosferinin derinliklerinde yaşayan dev cüsseli yüzen canlıları ve bunları avlayan bulut şekilli uçan canlılara yer veriyor. Bu uçan canlılar, yazarın 2001: Bir Uzay Destanı romanıyla neredeyse eş zamanlı filme uyarlanan aynı adlı filmin 1984’te çekilen devam filmi 2010: The Year We Make Contact (2010: Temas Kurduğumuz Yıl)’daki bir sahneyi anımsatmakta. (Bu filmden Europa kısmında biraz daha ayrıntılı bahsedeceğiz.)
Ken Macleod’un 1998’de yayımladığı “The Cassini Division” (Cassini Bölünmesi) romanında ise Jüpiter gezegeninin transhümanistler tarafından insan-ötesi bellek yüklemeleri için uygun bir habitata dönüştürülmesi konusu işlenmekte. Ben Bova’nın “Grand Tour” (Büyük Tur) serisi kapsamında 2001’de yazdığı Jüpiter romanı ise, gezegenin atmosferinin sıvılaştığı bölgede akıllı yaşamın izlerinin bulunmasını konu ediniyor. Kim Stanley Robinson’un 2009 tarihli “Galileo’s Dream” (Galileo’nun Rüyası) romanında, tarihten bildiğimiz Galileo, 29. Yüzyıldaki Jüpiter ve uydularından oluşan, bilimdeki adıyla “Jovian” sistemine getiriliyor. Galileo, orada yaşayan insan kolonilerinden Jüpiter’in aslında kendisinin bilinçli bir zekaya sahip olduğu bilgisini –tıpkı Solaris gibi- ediniyor. Son olarak 2015 yılında gösterime giren “Jupiter Ascending” (Jüpiter Yükseliyor) adlı bilimkurgu filmde ise, baş kötü karakterin gezegendeki dev kırmızı noktanın derinliklerindeki kalesinde gençlik serumu üretilen bir tesisten şeytani planlarını idare ettiğini ekleyebiliriz.
IO: Bilimkurgudaki Yeri
Güneş Sistemi’nin en volkanik yeri olan bu uydunun Jüpiter’e hep aynı yüzü dönük ve büyüklüğü de Dünyamızın Ay’ından biraz daha fazla. Stanley G. Weinbaum’un 1935’te kaleme aldığı “The Mad Moon” (Çılgın Uydu) adlı kısa öyküde, IO’da yaşayan iki yerli ırk betimlenmişti: Balon kafalı ve moronca davranışlar sergileyen “Ioonies” ve görünüşleri fareye benzeyen “slinkers”. Yine Kim Stanley Robinson’un hem üstte bahsettiğimiz Galileo’nun Rüyası, hem de 2012’de yazdığı 2312 adlı romanlarında, IO’nun kolonileştirildiğini görüyoruz. Fakat bu volkanik uydudaki ölümcül lavlar yüzünden buradaki kolonilerde yaşayanlar büyük tehlikelerle yüzleşmek zorunda kalıyor.
2001: Bir Uzay Destanı filminin 1984’te çekilen devam filmi 2010: The Year We Make Contact (2010: Temas Kurduğumuz Yıl)’da ise ilk filmden bildiğimiz “Discovery” (Keşif) adlı uzay gemisinin IO uydusunun yörüngesinde asılı kaldığını, Sovyetler’in ve ABD’nin ortak çalışmasıyla kurtarılarak o meşhur monolitin sırrına vakıf olunmasını izliyorduk. Son olarak 1993-1999 arasında yayımlanan Babylon 5 dizisinde, Dünya Birliği’nin ana yeri olan IO kolonisi Mars’tan sonraki en büyük koloniydi. Güneş Sistemi’nden dışarı yapılacak yolcular için kullanılan sıçrama geçidi ise IO yörüngesinde inşa edilmişti.
Europa: Bilimkurgudaki Yeri
Europa, 15-20 km kalınlığındaki buzul yüzeyinin altında yer alan 60-150 km’lik tuzlu su okyanusu ile Güneş Sistemi’nde Dünya dışı yaşamın izini süren araştırmacıların en fazla gündeminde olan yerlerden biri. Okyanusun altındaki volkanik aktiviteler sayesinde bu okyanusun yaşamın başlamasına yetecek bir sıcaklık aralığında olduğu tahmin ediliyor. Europa’daki toplam su miktarı ise, Dünya’dan bile daha fazla. Bu dikkat çeken özellikleri, Europa’yı bilimkurgunun da gözde konuları arasına sokmuştur. Birkaç önemli örneği şöyle sıralayabiliriz:
Arthur C. Clarke’ın efsanevi romanı 2001: Bir Uzay Destanı’nın devam romanları 2010 ve 2061’de, gelişmiş uzaylı varlıklar Jüpiter’i yıldıza dönüştürerek Europa’da yaşamın başlamasını hızlandırmışlardı ve insanlığa da “Güneş Sistemi’nde her yere gidebilirsiniz, ama sakın Europa’ya dokunmaya kalkmayın, yoksa biiiiiip” mealinde bir mesaj iletmişlerdi. Bu romanlarda Lucifer adı verilen ikinci yıldızın (eski Jüpiter) yaydığı ısı sayesinde Europa tropikal bir okyanus dünyasına evriliyordu.
Kim Stanley Robinson’un 1985 tarihli “Memory Of Whiteness” (Beyazlığın Hafızası) adlı eserinde, ana karakter erimiş buzul gölleri arasında kurulu yeni insan kolonilerini ziyaret ediyordu. Yazarın 2009’da yazdığı “Galileo’nun Rüyası” romanında ise Europa’daki kolonide bulunan insanlar, yüzeyin altında buzdan oyduğu, Dünya’daki Venedik kenti gibi kanallarla kaplı mağaralarda yaşamakta, okyanusta ise devasa akıllı deniz yaratıkları bulunmaktaydı. Ian Douglas’ın 2000’de yazdığı “Europa Strike” (Europa Vuruşu) romanında ise, 2067 yılında Europa’nın derin yüzey altı okyanusunda uzaylılara ait eski bir uzay gemisinin keşfedilmesi ve Çin ile ABD’nin bu uzay gemisine ulaşan ilk taraf olmak için aralarında giriştiği kıyasıya mücadele işlenmekteydi.
Son zamanlarda Europa’yı konu edinen en başarılı filmlerden biri ise, bilimsel altyapısının sağlamlığı ile dikkat çeken 2013 yapımı “Europa Report”. Filmde, altı astronot Europa uydusunda yaşamın izini bulmak için tehlikeli ve macera dolu bir yolculuğa çıkıyordu. Europa’ya vardıklarında ise onları büyük bir sürpriz beklemekteydi.
Ganymede: Bilimkurgudaki Yeri
Merkür gezegeninden bile daha fazla olan boyutuyla Ganymede, Güneş Sistemi’ndeki en büyük uydu. Aynı zamanda kendi manyetik alanına sahip olan tek uydu olan Ganymede’nin buzlu yüzeyinin altında su okyanusu bulunduğuna dair de güçlü kanıtlar mevcut. Bu özellikleriyle bildiğimiz Ganymede’nin bilimkurgudaki bazı önemli temsillerini ise şöyle sıralayabiliriz: Arthur C. Clarke’ın 2001: Bir Uzay Destanı romanının devam serisi 2061 ve 3001’de, 2010 romanında ve filminde Jüpiter’in ikinci bir yıldıza dönüşmesinin ardından (bu yeni yıldıza Lucifer adı konulduğunu üstte söylemiştik) iklimi ılımanlaşan Ganymede’nin ekvator bölgesinde dev bir göl oluşmuştur. Bu yeni yıldız sisteminde insanların oluşturduğu koloninin merkezi Anubis şehridir.
Yine Babylon 5 dizisinin üçüncü sezon bölümü “Messages From Earth” (Dünyadan Mesajlar), Ganymede yüzeyi altına gömülü eski bir uzay gemisi keşfedilir. Son yılların en kaliteli uzay operası yapımlarından olan Expanse (Enginlik)’te ise Ganymede, Güneş Sistemi’nin gıda ambarıdır. Kolonilerin ihtiyaç duyduğu gıdanın büyük çoğunluğu buradaki tesislerde üretilmektedir.
Callisto: Bilimkurgudaki Yeri
Yoğun kraterlerle kaplı delik deşik bir yüzeye sahip olan, kayaç ve buzlu Callisto’nun yüzeyinin altında belki de yaşamın imkan bulabildiği büyük bir tuzlu okyanusun yer aldığı düşünülmekte. Bu uyduya kurgusunda yer veren ilk yazarlardan biri ise H.P.Lovecraft. 1919’da yazdığı “Beyond The Wall of Sleep” (Uyku Duvarının Ötesinde) adlı öyküsünde buradaki böcek görünümlü ve gururla emekleyen filozofların bahsini etmekte. Isaac Asimov’un 1940 tarihli “The Callistan Menace” (Callistalı Tehdit) öyküsünde ise Callisto’nun karbondioksitten oluşan atmosferinde yaşayan ve manyetik alanı kullanarak avlarını şoklayıp yiyen kabuksuz sümüklü böcekler geçmekte. Robert A. Heinlein (Farmer In The Sky – Gökteki Çiftçi), Philip K. Dick (The Mold of Yancy – Yancy’nin Döküm Kalıbı) ve Kim Stanley Robinson (Mavi Mars, Galileo’nun Rüyası, 2312) de parantez içinde adlarını paylaştığımız eserlerinde Callisto uydusunun bahsini etmekteler.
1990 yılında İngiltere’de kısa süreliğine yayımlanan televizyon dizisi “Jupiter Moon” (Jüpiter’in Uydusu) ise, Callisto yörüngesindeki bir uzay üniversitesinde öğrencilerin ve ekibin yaşadığı maceraları işlemekteydi. Dizinin bir bölümünde Türk bayrağı da görülmekteydi.
Jüpiter Ve Uyduları Bilimkurgu Sanatçılarının Sezgilerinde
Bu yazımızda kadim zamanlardan beri gökyüzünde gözlemlenen, mitolojide tanrıların ve tanrıçaların tahtına sahip olan, Güneş Sistemi’nin en büyük gezegeni Jüpiter’i ve dört önemli uydusunu bilimkurgudaki temsilleriyle beraber tanıtmaya çalıştık. Yıldız sistemimizde Dünya dışı yaşam, eğer varsa, büyük ihtimalle Jüpiter yakınlarında bir yerlerde, pek muhtemelen de Europa’da keşfedilecek gibi görünüyor.
Bilimkurgu sanatçıları ise belki de bu gelecek bilgisini sezerek eserlerinde işlediler, işlemeye de devam edecekler. Bu keşif gerçekleşirse, Arthur C. Clarke’in eserinden uyarlanan 2010: The Year We Make Contact filmindeki uzaylıların uyarısını dikkate almak yerinde olacaktır…
Dipnotlar: