Bilim ve teknolojinin maskülen bir alan olarak görüldüğü dönemlerde bile bilimkurgu toplumsal cinsiyet rollerini sorgulayan bir platform sundu. Peki, erkek egemen anlatılar arasında kadınların sesi nasıl yükseldi? Androjin toplumlar, feminist ütopyalar ve teknolojiyle yeniden tanımlanan bedenler, bu türün sınırları nasıl zorladığını gözler önüne seriyor. Helen Merrick, Türkçeleştirip özetlediğimiz bu çalışmasında bilimkurgunun potansiyelini gözler önüne seriyor…
Uzun yıllar boyunca erkeklerin hâkimiyetindeki bir alan olarak görülen bilimkurgunun, bilim ve teknolojiyi merkeze alırken kadınları ve cinsiyet meselelerini “doğal” bir şekilde dışladığı varsayılmıştır. Ancak bu tür yalnızca geleceği hayal etmekle kalmaz, aynı zamanda toplumsal normları sorgulamak ve yeniden şekillendirmek için güçlü bir araçtır da. Toplumsal cinsiyet rollerini altüst eden ve yerleşik normlara meydan okuyan hikâyeleriyle bilimkurgu, sınırların ötesine geçebilen bir edebiyat türü olarak karşımıza çıkıyor.
Erkeklik ve Kadınlık: İkiliklerin Ötesine Geçmek

Bilimkurgu, başlangıcından itibaren toplumsal cinsiyet rollerinin hem temsil edildiği hem de yeniden üretildiği bir alan olmuştur. Erkeklik ve kadınlık arasında çizilen keskin sınırlar, özellikle 20. yüzyılın ortalarına kadar bilimkurgunun temel temsilleri arasındadır. Bu türde erkeklik, genellikle “süper-insan” figürleriyle simgeleşmiştir. Bu figürler, fiziksel üstünlükten ziyade entelektüel ve bilimsel kapasiteleriyle tanımlanmış, ancak bu tanımlama dahi erkekliğin toplumsal inşasına yönelik bir anlatı olarak işlemiştir. Örneğin, Stanley Weinbaum’un The New Adam (1939) adlı eseri, “süper-insan” anlayışıyla Darwinci evrim teorilerini ve cinsiyet kodlarını bilimkurgusal bir zeminde yeniden üretmiştir. Weinbaum’un kahramanı Edmond Hall, fiziksel olarak zarif ve narin bir figürdür, ancak bu “hassas” görüntünün ardında entelektüel üstünlük yatmaktadır. Bu durum, erkeklik ideallerine dair karmaşık bir tartışma başlatır: Bir yandan geleneksel fiziksel güç idealinden uzaklaşılsa da entelektüel üstünlük hâlâ erkekliğin merkezi bir unsuru olarak kurgulanmıştır.
Bu “süper-insan” anlatısı, erkekliği bilim ve teknolojinin sembolü olarak konumlandırırken, kadınları sıklıkla “öteki” pozisyonuna yerleştirir. Kadın karakterler, kurtarılacak kurbanlar, baştan çıkarıcı tehditler ya da arka planda yer alan destekleyici unsurlar olarak tasvir edilmiştir. Bu durum, bilim ve teknolojinin erkek egemen bir alan olarak algılanmasını pekiştirir. Örneğin, Thomas Gardner’ın The Last Woman (1932) adlı eserinde, yalnızca erkeklerden oluşan bir “bilim medeniyeti” tasvir edilmiştir. Bu toplum, kadınları yalnızca gereksiz değil, aynı zamanda düzeni bozan unsurlar olarak görür ve tamamen dışlar. Gardner’ın anlatısı, bilim ve rasyonelliği erkeklikle özdeşleştiren kültürel bir anlatıyı gözler önüne sererken kadınlığı duygusal ve irrasyonel olarak tanımlayan geleneksel kodları güçlendirir. Bu tür örnekler, toplumsal cinsiyet rollerinin bilimsel bir çerçevede nasıl meşrulaştırıldığını gösterir.
Ancak bu eğilime karşı çıkan anlatılar da bilimkurgunun zengin tarihinin bir parçasıdır. Özellikle kadın yazarlar, toplumsal cinsiyet rollerini altüst eden hikâyeler yaratarak normatif anlayışlara meydan okumuştur. C.L. Moore’un Shambleau (1933) adlı öyküsü, bu bağlamda çığır açıcı bir örnektir. Öyküde, erkek kahraman Northwest Smith, feminen bir tehdit olan Medusa benzeri bir yaratığın karşısında savunmasız kalır. Bu durum güç dinamiklerini tersine çevirirken erkekliği kırılgan ve savunmasız bir pozisyonda konumlandırır. Öykü, erkek kahramanın “kontrol” kaybı üzerinden geleneksel güç anlayışlarını sorgular ve kadınlık ile güç arasında yeni bir bağ kurar. Shambleau, toplumsal cinsiyet rollerini tersyüz etmekle kalmaz, kadınların tehdit edici ya da baştan çıkarıcı olarak tasvir edilme geleneğini de derinlemesine inceler.
Bu eserler, bilimkurgunun toplumsal cinsiyet konularındaki sorgulayıcı ve dönüştürücü potansiyelini ortaya koyar. Erkeklik ve kadınlık arasındaki ikilikler, genellikle bilimsel ve teknolojik temsiller aracılığıyla yeniden üretilmiş olsa da aynı tür içinde bu normlara meydan okuyan metinler de yer almıştır. Bu durum, bilimkurgunun yalnızca toplumsal cinsiyetin sınırlarını değil, aynı zamanda insan olmanın ne anlama geldiğini de sorgulama potansiyeline işaret eder. Özellikle kadın yazarların katkıları, bu türün cinsiyetle ilgili sabit varsayımlarını sarsarak okuyuculara daha geniş bir insanlık deneyimi sunma fırsatı yaratmıştır.
Feminist Bir Bakış: Yeni Ufuklar

1970’ler, bilimkurgunun sadece edebi bir tür olarak değil, aynı zamanda toplumsal dönüşümün bir aracı olarak yeniden tanımlandığı dönemdir. Feminist hareketlerin yükselişi, bilimkurgu yazarlarına toplumsal cinsiyetin yalnızca biyolojik bir gerçeklik değil, toplumsal olarak inşa edilen bir yapı olduğunu keşfetme ve bu yapıyı sorgulama imkânı sunmuştur. Bu süreçte üretilen feminist ütopyalar, hem kadınların toplumdaki rollerini hem de toplumsal cinsiyet hiyerarşilerini eleştiren güçlü anlatılar oluşturmuştur. Ursula K. Le Guin’in Karanlığın Sol Eli (1969) adlı eseri, bu dönemin öncü metinlerinden biridir. Gethen gezegeninde yaşayan ve biyolojik olarak çift cinsiyetli bir toplum tasvir eden Le Guin, cinsiyetin sabit bir kimlik değil, aksine akışkan ve duruma bağlı bir yapı olduğunu gösterir. Bu toplumda bireylerin hem doğurma hem de baba olabilme potansiyeline sahip olması, cinsiyetin biyolojik sınırlarını tamamen ortadan kaldırır. Anlatı, okuyucuyu cinsiyet rollerinin doğallığına dair varsayımlarını sorgulamaya zorlar.
Le Guin eserinin çarpıcı yönü, insan olmanın ne anlama geldiğine dair derin bir tartışmayı cinsiyet perspektifinden yapmasıdır. Gethenlilerin cinsiyetsiz yapıları, toplumsal cinsiyetin insanlar arasındaki güç dinamiklerini nasıl etkilediğine dair alternatif bir model sunar. Ancak, Le Guin’in bu cesur yaklaşımı dahi eleştirilere maruz kalmıştır. Yazarın Gethenliler için eril zamirler kullanması, bu toplumun hâlâ erkek merkezli bir bakış açısıyla temsil edildiğine dair tartışmalara yol açmıştır. Bu durum, feminist ütopyaların bile kendi zamanlarının toplumsal bağlamından tamamen bağımsız olamayacağını gösterir.
Benzer şekilde, Marge Piercy’nin Zamanın Kıyısındaki Kadın (1976) romanı, teknolojinin toplumsal cinsiyet rollerini dönüştürmedeki potansiyelini keşfeden bir diğer önemli eserdir. Yapay rahimlerin kullanıldığı ve ebeveynlik rollerinin eşit olarak paylaşıldığı Mattapoisett toplumu, geleneksel cinsiyet hiyerarşilerinin tamamen ortadan kaldırıldığı bir dünya sunar. Bu anlatı, teknolojinin sadece bilimsel bir araç değil, aynı zamanda toplumsal yapıları dönüştürme gücüne sahip bir etmen olduğunu vurgular. Piercy’nin ütopyası, yalnızca biyolojik cinsiyete dayalı eşitsizlikleri değil, modern toplumlarda cinsiyet rollerinin ekonomik ve kültürel temellerini de eleştirir.
Joanna Russ’un The Female Man (1975) gibi eserleri ise feminist bilimkurgunun eleştirel potansiyelini zirveye taşır. Russ, erkeklerin olmadığı bir toplum tasvir ederek kadın karakterlere insana özgü tüm duyguları ve deneyimleri yaşama özgürlüğü tanır. Bu dünyada kadınlar hem bireysel hem de toplumsal düzeyde tam anlamıyla özerktir. Russ’un eserleri, cinsiyetin bir kimlik olarak insanlığın merkezine yerleştirilmesini sorgular ve kadınlığı insanlıkla eş anlamlı olarak yeniden tanımlar. Dişi Adam, geleneksel erkek merkezli bilimkurgu tropiklerine karşı güçlü bir eleştiri sunarken aynı zamanda mizahi ve ironik bir dille toplumsal cinsiyetin yapı sökümünü gerçekleştirir.
Bu eserlerin ortak noktası, yalnızca toplumsal cinsiyet rollerini eleştirmekle kalmaması ve alternatif sosyal yapılar da tasarlamalarıdır. Feminist bilimkurgu, kadınların insana özgü tüm duygulara, deneyimlere ve rollerine erişmesini sağlamak için erkeklerin olmadığı dünyalar yaratmayı bir araç olarak kullanmıştır. Ancak bu durum, erkeklere karşı bir dışlama stratejisinden ziyade kadınların özerkliğini ve insanlığını tam anlamıyla keşfetme çabası olarak da okunabilir. Bu ütopyalar, toplumsal cinsiyetin insanlık deneyiminin ayrılmaz bir parçası olmadığını, aksine belirli toplumsal yapılar tarafından dayatılan bir kurgudan ibaret olduğunu gözler önüne serer.
Feminist bilimkurgu, 1970’lerde ortaya çıkan bir edebi hareketten ibaret değildir, ayrıca toplumsal cinsiyet adaleti için güçlü bir araçtır da. Bu eserler, geleneksel toplumsal normlara meydan okuyarak geleceğin daha eşitlikçi ve özgür toplumları için yeni hayal gücü alanları açmıştır. Böylece bilimkurgu, sadece geleceği hayal eden bir tür olmaktan çıkıp toplumsal dönüşüm için de bir rehbere evrilmiştir.
Teknoloji ve Cinsiyet

Bilimkurgu, teknolojiyi sadece geleceği şekillendiren bir araç olarak değil, aynı zamanda toplumsal cinsiyet anlayışlarını sorgulayan ve dönüştüren bir metafor olarak da kullanır. Teknoloji, insan deneyimini yeniden tanımlarken cinsiyet rollerinin doğallığına dair varsayımları da derinlemesine inceleme fırsatı sunar. Özellikle siberpunk, beden ve zihin arasındaki sınırların teknoloji aracılığıyla aşılabileceği fikrini merkeze alır. Ancak bu tür, çoğu zaman söz konusu dönüşümü cinsiyet açısından sorunlu bir şekilde işler. William Gibson’ın Neuromancer (1984) gibi eserlerinde, zihin ve beden arasındaki ayrım, bedenin kadınsı, zihnin ise erkeksi olarak kodlandığı geleneksel ikilikleri yeniden üretir. Bu anlayış, teknolojinin cinsiyetçi bir bağlamda nasıl işlevselleştirilebileceğini gösterir.
Pat Cadigan’ın Synners (1989) adlı romanı, siberpunk’a bu geleneksel yaklaşımları eleştiren bir perspektiften katkıda bulunur. Cadigan, teknolojinin genellikle “erkek aklı”nın bir uzantısı olarak tasvir edildiği anlatıları reddeder ve bedenin önemini vurgular. Roman, bedenin ve fiziksel deneyimin teknoloji ile birleşiminde cinsiyetin nasıl merkezde yer aldığını sorgular. Cadigan, siberpunk’ta sıkça görülen bedenin dışlanması fikrine karşı çıkarak bedenin sadece fiziksel bir varlık değil, bir kimlik ve deneyim alanı olduğunu da hatırlatır. Bu bakış açısı, teknolojiyi bedenin bir uzantısı değil, beden ve zihin arasındaki dinamik ilişkilerin yeniden düşünülmesine olanak tanıyan bir araç olarak sunar.
Teknolojinin toplumsal cinsiyet üzerindeki etkisi, dönüştürücü bir potansiyel olarak da ele alınır. Octavia Butler’ın Xenogenesis üçlemesi, bu bağlamda çığır açıcı bir örnektir. Butler, insan ve yabancı türlerin genetik birleşimini merkeze alarak cinsiyetin sabit bir kategori değil, akışkan bir yapı olduğunu gözler önüne serer. Romanlarında yer alan “ooloi” karakterleri, ne erkek ne de kadın olarak tanımlanır; bunun yerine, toplumsal cinsiyet normlarının ötesinde bir biyolojik ve sosyal varoluş biçimi sunar. Ooloi, insanları genetik olarak değiştirme kapasitesine sahip olmalarıyla, toplumsal cinsiyetin genetik ve biyolojik sınırlamalarla ilişkisini tamamen yeniden şekillendirir. Butler, bu anlatıyla sadece toplumsal cinsiyet normlarını eleştirmekle kalmaz, normların ötesinde bir varoluş alanı da önerir.
Siberpunk türünde ve Butler’ın eserlerinde görülen bu dönüşümler, teknolojinin toplumsal cinsiyet rollerini yeniden tanımlayabileceğini ve hatta bu rollerin ötesine geçebileceğini gösterir. Teknoloji, toplumsal cinsiyetin doğal bir kategori olduğu fikrini sorgulayan bir araç hâline gelir. Örneğin, yapay zekâ ve biyoteknoloji gibi alanlarda bedenin cinsiyetle ilişkilendirilmeyen bir varlık olarak ele alınması, gelecekte toplumsal normların nasıl değişebileceğine dair güçlü bir öngörü sunar. Butler gibi yazarlar, sık sık teknolojinin toplumsal eşitsizlikleri yeniden düşünmek ve dönüştürmek için bir fırsat olduğu fikrini vurgular.
Bugünden Yarınlara: Daha Kapsayıcı Bir Bilimkurgu

21. yüzyılda bilimkurgu, toplumsal cinsiyetin ötesine geçen daha kapsayıcı anlatılar sunmaya başlamıştır. James Tiptree Jr. Ödülü gibi girişimler, cinsiyet anlayışını genişleten eserleri ödüllendirerek bu dönüşümü desteklemektedir. Gwyneth Jones’un White Queen üçlemesi, “cinsiyetsiz” Aleutianlarıyla toplumsal cinsiyetin tamamen yok edilebileceğini ima ederken, Melissa Scott’un Shadow Man (1995) adlı eseri, çoklu cinsiyet sistemlerini betimler. Bu tür eserler, toplumsal cinsiyetin sabit bir gerçeklik olmadığını gösterir.
Feminist bilimkurgu yazarları, toplumsal cinsiyetin, sömürgecilik ve ekoloji gibi diğer toplumsal meselelerle kesiştiğini de vurgulamıştır. Özellikle Naomi Mitchison gibi yazarlar, bilimsel anlatılar içinde kadınların ve farklı etnik grupların görünürlüğünü artırmıştır. Böylece bilimkurgunun yalnızca bir edebi tür değil, aynı zamanda sosyal adalet için bir araç olduğunu da göstermişlerdir.
Sonuç olarak bilimkurgu, toplumsal cinsiyet meselelerini ele almak için eşsiz bir platformdur. Tür, geleneksel normların dışına çıkarak toplumsal cinsiyetin ötesinde insan olmanın ne anlama geldiğine dair derin sorular sormamızı sağlar. Merrick’in de belirttiği gibi, bilimkurgu bize şu soruyu sordurabilir: “Eğer kadın ya da erkek olmayı öğrenmeseydik, kim olurduk?”
Kaynak: