“Kadının yapamayacağı, söyleyemeyeceği, düşünemeyeceği öyle şeyler vardır ki Yaşlı Kadın yapabilir, söyleyebilir ve düşünebilir.” Ursula K. L. Guin – Uzaylı Kocakarı
Kadınlar yaşlandıkça bir süper güç kazanırlar: Görünmezlik. Ve bu süper güç yalnızca gerçek yaşamın gerçek kadınları için geçerli değildir; ninelerimiz gerçek yaşamda olduğu gibi kurgusal dünyada da görünmezdir. Popüler örneklerden başlayalım. Suzanne Collins’in ünlü serisi The Hunger Games ya da Stephenie Meyers’in seksi vampirlerle donanmış Twilight serisi gibi “genç yetişkinler” için yaratılmış popüler fantezi ve bilimkurgu eserleri, yaşlı kadın karakterler kullanmaktan özellikle kaçınmış, bunun için de epey eleştirilmişlerdir.
Fantastik eserlerde yaşlı kadınlar ancak yan rollerde görünür olabilirler; o da şansları varsa. Ya perilerin sevimli vaftiz anaları olurlar, ya bilge koca karı ya da çirkin, kötü cadı. En iyi ihtimalle ise birer düzen karşıtı olarak karşımıza çıkarlar. George R. R. Martin’in A Song of Ice and Fire adlı eserinden tanıdığımız Queen of Thorns gibi. Ya da Terry Pratchett’in Discworld serisindeki muhteşem Granny Weatherwax ve Nanny Ogg gibi. Bu kadınlar yaşlılığı keyifle ve doğallıkla kucaklayan karakterlerdir.
Fantastik eserleri bir tarafa bırakıp uzaya dönelim. Fezayı dolaşıp alternatif evrenleri ve başka medeniyetleri mercek altına alarak aslında insan olmanın ne menem bir şey olduğunu anlatmaya çalışan bilimkurgu romanlarında, kocakarılarla ilgili durumun farklı olmasını bekliyor insan. Fakat vaziyet hiç de öyle değil. Oysa bilimkurgunun kraliçesi Ursula K. Le Guin ta 1976 yılında kocakarılar ve uzay yolculuğu arasındaki muhteşem bağlantıya değinmiştir. Şimdi gelin ulu Ursula’nın Uzaylı Kocakarı makalesini bir hatırlayalım.
Le Guin bu makalede acayip bir soru sorar: “Altair yıldızının dördüncü gezegenindeki dost canlısı yaratıkların uzay gemisi Dünya’ya gelse ve kibar kaptanları ‘bir kişilik yerimiz var; Altair’e dönüş yolculuğumuzda uzun uzun konuşup, ırkınızın tabiatı hakkında bilgi edinebileceğimiz tek bir örnek insan verebilir misiniz?’ dese” onlara kimi vermeliydik? Kim insan ırkını en iyi temsil edebilirdi? Le Guin’e göre bu sorunun cevabı basittir: Bir kocakarı. Çünkü menopoz sürecini geçirmiş bir kocakarı, temel niteliği değişim olan insanlık durumunun tümünü denemiş, tüm yollarda yürümüş, her bir hâle girmiş ve hepsini kabullenip yaşamış olan biridir; insanlığı en iyi biçimde ancak o temsil edebilir.
Başka bir Amerikalı bilimkurgucu Robert A. Heinlein, 1952 yılında yazdığı The Rolling Stones isimli romanında galaktik bir nine yaratmıştır: Hazel Stone. Hazel bir mühendis, Ay sömürgecisi ve Güneş Sistemi’nde “hâlâ” yaygın olarak süren mizojiniden mustarip olan bir blackjack uzmanıdır. Bu karakter, Heinlein’ın The Moon Is a Harsh Mistress, The Cat Who Walks Through Walls gibi eserlerinde de “yancı” olarak yer almaktadır. Fakat biz bugün burada, bilimkurgu eserlerinde “esas kişi” olma lütfuna erişen kocakarıları aramaktayız.
Spekülatif kurgu yazarı Sylvia Spruck Wrigley, geçen yıl dünyanın dört bir yanındaki okur ve yazarların da desteğiyle zorlu bir araştırmaya girişmiş ve bilimkurgu romanlarında esas karakter – ya da en azından etkili bir karakter – olarak yer alan yaşlı kadınları aramıştır. Charlotte Perkins Gilman’ın 1915 yılında kaleme aldığı feminist ütopyası Herland’dan (Kadınlar Ülkesi), Mary Robinette Kowal’ın 2018’de yayımlanan ve Elma York adında bir matematikçiyi merkeze alan The Calculating Stars’ına kadar pek çok kitabı inceleyen Wringley, bu eserlerde genel anlamda kadın karakter bulma sıkıntısı çekmediğini söylemiştir.
Fakat onun asıl aradığı kocakarılardır ve kocakarıları merkezine alan – İngilizce yazılmış – yalnızca otuz altı kitap bulabilmiştir. Bu eserlerden en yaşlısı 1923 yılında, Gertrude Atherton tarafından kaleme alınmış olan Black Oxen isimli kitaptır; bu eser Frank Lloyd tarafından aynı isimle filme de uyarlanmıştır. Kocakarılarla ilgilenen en genç eserler ise, her ikisi de 2018 yılında yayımlanmış olan, Sam J. Miller’ın Blackfish City ve Becky Chambers’ın Record of a Spaceborn Few isimli romanlarıdır.
Yaşlı kadınlar için yalnızca otuz altı eser. Bu bize sorunun yaşlı olmak değil; yaşlı bir kadın olmaktan kaynaklandığını gösteriyor. Zira yaşlı olma durumu, bilimkurgu âleminde istenmeyen bir karakter özelliği değil. Hemen tüm bilimkurgu eserleri, cinsiyeti erkek olan müthiş deneyimli yaşlı kaptanlar, aksakallı akıl hocaları ya da inzivaya çekilmiş emekli badasslerle doludur. Bunun dışında, Octavia Butler’ın 1987 tarihli Dawn’ı ve Kameron Hurley’in 2014 yılında yayımlanan The Mirror Empire’ında cinsiyetini kadın ya da erkek olarak belirlemeyen non-binary gender bireyler de yer almaktadır.
Yaşlı kadınlara ilişkin algımızı yakından incelemek adına biraz gerçek dünyaya dönelim. Geçtiğimiz yüzyılda kadınlar, giderek artan bir şekilde, bilimsel araştırmacılık, doktorluk ve mühendislik gibi, önceki yüzyıllarda erkeklerle özdeşleşmiş olan alanlara el atmaya başladılar. Günümüzde de bilim, teknoloji, mühendislik ve matematik (kısaca STEM) gibi pek çok alanda çalışan kadın oranında muazzam bir artış yaşandığını söyleyebiliriz. Fakat yine de deneyimli – ve yaşlı – bilim insanları arasında kadınların sayısı yeterli miktarda değildir.
Sylvia Spruck Wrigley bu durumu “sızdıran boru” (leaky pipeline) denilen bir feminist metaforla açıklamaktadır. “Sızdıran boru”, bazı çalışma alanlarında – bilhassa STEM – az sayıda kadının bulunmasını anlatan bir metafordur. Şöyle çalışır: Eğer sızdıran bir borunun içine suyu (genç kadınları) dökerseniz ve su boru hattı boyunca sızarak ilerlerse (bazı kadınlar çeşitli zamanlarda “dökülecektir”), boru hattının sonunda çok az miktarda su (profesyonel kadın liderler) ortaya çıkacaktır. Wringley’e göre bu alanlarda çalışan kadınların boru hattının sonuna varmadan alanı terk etmelerini sağlayan şey, kendilerine karşı duyulan sistematik önyargıdan başka bir şey değildir.
Ve ne yazık ki bilimkurgunun bu önyargıyı daha da büyütmekten başka bir şey yaptığı söylenemez. Zira bilimkurgu yazarları, yaşlı kadınlara karşı olan önyargıyla savaşmak yerine, onları yeniden gençleştirmekle ilgilenmektedirler. Hatta bunu çok hızlı ve kolay bir şekilde yapmakta, gençleştirme işlemini modern bir kolaylık ve hatta zorunluluk olarak sunmaktadırlar. Wringley kocakarıları aradığı incelemesinde birkaç romanda da olsa teknolojik gençlik pınarlarından nasiplenen yaşlı kadınlara rastlamıştır.
Peter Hamilton’ın Commonwealth Saga’sındaki (2004) Paula Myo ve Robert Sawyer’in Rollback’indeki (2007) Sarah Halifax, yaşlanma deneyimini yaşamadan yaşam deneyimi edinen ve doğal olarak bunun birtakım yan etkileriyle karşılaşan kadınlardır. Benzer şekilde, John Scalzi’nin Old Man’s War (2005) isimli eseri de yaşlanıp yıpranmış bedeni yeni bir bedenle değiştirmeyi ve bu türden bir yenilenmenin psikolojik açıdan tehlikelerini anlatan, oldukça düşündürücü bir “ceset hırsızlığı” parodisidir.
En azından bilimkurgu eserlerinde yaşlanmayı tersine çeviren teknolojinin bütün cinsiyetlere eşit olarak dağıtılması gerekirdi. Şayet buna mecbur olmasaydı, kim bedenen yaşlanmak isterdi ki? Hal böyleyken, bilimkurgu yazarları da aksakallı akıl hocaları olan dedeler ve tecrübeli askerlerden oluşan kurgusal bir ordunun ortasında, benzer niteliklere ve görevlere sahip yaşlı kadın karakterleri tasavvur etmekte zorlanmaktadır.
Bütün bunlar bize, toplumda ezici bir çoğunluğun yaşlanmayı doğal bir süreç olarak görmeyi reddettiğini anlatmaktadır. Küresel anti-ageing pazarı da bize bu konuda pek çok şey söylemektedir. Söz konusu pazar şu anda 50 milyar dolardan daha fazla değere sahiptir ve bu “yaşlanmayı durdurun!!!” pazarının hedefi, hiç durmaksızın güzel ve genç görünmeyi dikte ettiği reklamlarıyla 35 ila 55 yaşları arasındaki kadınları gütmektir. “Yaşlanmayı durdurun! Sakın yaşlanmayın! Yoksa yaşlandınız mı? O zaman önümüzden çekilin!”
Birçok kadın, toplumda yaşlı kadınlara atfedilen “yalnız, aciz, kırılgan ve muhtaç” gibi sıfatlardan dolayı kendini “yaşlı” olarak tanımlamaya yanaşmamaktadır. Eğer bir kadının akıllı, sosyal ve yetkin biri olduğundan bahsediliyorsa, stereotip onu şöyle hayal etmektedir: “Genç bir kadından bahsediyoruz, değil mi?” Çünkü hem akıllı, neşeli ve yaptığınız işin ehli, hem de yaşlı olmanız mümkün değildir!
Romanlara dönelim. Wringley, bilimkurgu romanlarındaki yaşlı kadın noksanlığını incelerken işin kültürel çeşitlilik boyutunu da görmezden gelmemiş ve bu konuyu şöyle özetlemiştir: Çifte Yokluk. Wringley bu eksikliği şöyle anlatmaktadır: “Sanki bu hususta çok fazla yazılmasını engelleyen bir kota varmış gibi, bilimkurgunun yaşlı kadınlarını incelerken apaçık bir kültürel çeşitlilik eksikliği gördüm. Afrofuturism’e odaklandığımda, Butler ve diğer öncü Samuel R. Delany’nin eserlerini tararken bile, yaşlı kadınları yalnızca kısa öyküler ve fantastik romanlarda buldum.” Yaşlı kadınların bile zar zor varlık gösterdikleri bir alanda, “beyaz olmayan” bir yaşlı kadınla karşılaşmak epey zor olsa gerek.
Kültürel çeşitlilik konusunda pek çok kişi Le Guin’in ünlü anarşist lideri Laia Asieo Odo’yu örnek göstermektedir. Bununla birlikte, Odo, The Dispossessed (Mülksüzler) romanında orta yaşlıdır. Yalnızca bir kısa öykü olan The Day Before the Revolution’da (Devrimden Önceki Gün) yaşlı bir kadındır; hatta orada da ölümün eşiğindedir. Benzer şekilde, kültürel çatışmaları inceleyen Amerikalı yazar Nora K. Jemisin’in Broken Earth üçlemesindeki Essun karakteri de kırk yaşlarındadır; yani ona da kocakarı diyemeyiz. Wringley aradığı tüm kriterleri – hem kocakarı hem de başka bir kültürün ferdi olan kadın – karşılayan tek bir ana karakter keşfettiğini söylemektedir: Stephen King’in The Stand (1978) adlı romanından 109 yaşındaki Mother Abagail. İşte gerçek bir kocakarı!
Wringley, inceleme fırsatı bulduğu İngiliz bilimkurgu yazarlarının, yaşlı İngiliz kadınları sürekli olarak beyaz kadınlar olarak kurguladıklarını da keşfetmiştir. Bu romanlardaki “renkli” kadınlar ya diğer ülkelerden ya da başka diyarlardan gelmektedirler. Fakat Wringley bu konuda şunun da altını çizmektedir: “İngiliz yazarların kültürel çeşitliliğe önem vermediklerini söyleyemem; zira bir istisna dışında Amerikalı yazarlarda da benzer bir durum söz konusu.” İncelediği romanlarda yerli halktan olan – ve elbette görünür bir karakter olan – yalnızca üç yaşlı kadın karakterle karşılaşmıştır Wringley: Blackfish City’den Masaaraq, Elizabeth Bear’ın Hammered (2004) adlı romanından Jenny Casey ve Mike Shepherd’ın 2017 tarihli romanına ismini veren Kris Longknife.
Bilimkurgu romanlarında birkaç örnek dışında varlık gösteremeyen kocakarıların ayırt edici özelliklerinden biri, neredeyse hepsinin bekâr ve cinselliğe karşı ilgisiz olmalarıdır. 40 yaş üstü kadınların (hatta bazen 80’lerin üzerindekilerin de) yaklaşık yarısının cinsel olarak aktif olduklarını gösteren onca çalışmaya rağmen, gerçek yaşamda da kurgusal dünyada da yaşlı kadınların seks yapmayı bıraktıklarına inanılmaktadır. Ya da kimse bunu hayalinde canlandırmak istememektedir. Örneğin Black Oxen’den Madame Zattiany, kendisinden daha genç erkeklerle kaçamak yapabilmesine imkân veren “gençleşmesine” rağmen sekse ilgisiz görünmektedir.
İlginç olan diğer bir nokta da, “hala” cinselliğe ilgi duyan yaşlı kadın karakterlerin, açıkça lezbiyen ya da biseksüel olarak resmedilmeleridir; tıpkı Blackfish City’de katil balina sürücüsü olan savaşçı büyükanne gibi. Bütün bu asılsız yargıların arkasındaysa tek bir kelime gizlenmektedir: Menopoz. Burada sözü yeniden Le Guin’e bırakmak gerekiyor:
“Doğurganlığın kaybedilmesi, arzunun ve tatminin de kaybedilmesi demek değildir. Ama gene de bir değişikliğe yol açar; seksten de önemli konuları ilgilendiren bir değişikliğe hem de. Bu değişimi yaşamaya hevesli olan kadının, en sonunda, kendisine gebe kalması gerekir. Kendini, kendi üçüncü benliğini, yaşlılığını karnında taşımalıdır; zorlukla ve yalnız başına.” Tamamen yalnız olan ve kendi kendini doğurabilen bir kadından daha güçlü ne olabilir ki?
Wringley, romanlarda kocakarı “avına” çıktıktan sonra elde ettiği verileri açık bir e-posta listesi aracılığıyla dileyen herkesle paylaşmış ve bir yazardan şöyle bir soru almıştır: “Neden bilimkurguda kocakarıların ‘görünmelerini’ bu kadar istiyorsunuz? Romantik olma potansiyeline sahip genç karakterlerin esas kişiler olmaları daha etkileyici değil mi?” Wringley’ye göre bu soru, araştırması sonucunda vardığı kanının özeti niteliğindedir. Ezici bir çoğunluğa göre kadınlar, belli bir yaşı geçtikten sonra tüm çekiciliklerini yitirir, hatta tehdit edici unsurlara dönüşürler; en iyisi onların yoldan çekilmeleri, daha da iyisi görünmez olmalarıdır!
Wringley’nin derdi yalnızca kurgusal dünyadaki kocakarılar değildir. Bu karakterleri doğuran zihinlerin ardında, nihayetinde gerçek dünyadaki insanların ve düşüncelerin izdüşümleri yatmaktadır. Toplumunun, yaşlanmayı geciktirmeye ya da güzel görünmeye harcadığı enerjinin – ve tabii paranın – bir kısmını da dünyanın en doğal süreci olan yaşlılığa adım atan insanların haklarını korumaya harcaması gerektiğini savunmaktadır Wringley. “Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlarının % 20’den fazlası 2035’e kadar 65 yaş ve üstü olacaklar ve gerçek dünyadaki ‘gri tsunamiyi’ durdurmaya kimsenin gücü yetmeyecek,” demektedir.
Bilge kocakarı, bir bilimkurgu hikâyesi için çok fazla işe yarar bir figürmüş gibi görünmeyebilir. Fakat bilimkurgu – Ursula K. L. Guin’in seneler evvel bahsettiği gibi – tüm değişimleri geçirmiş, bir sürü hayat yaşamış bir kocakarıdan çok yönlü bir karakter yaratmaya en elverişli olan alandır. Üstelik bilimkurgu yazarları için bu topraklarda bir fırsat da vardır. Zira çok az sayıda “saygın” kocakarı, bu alanda kendine büyük bir rol bulabilmiştir. Kocakarıyı basmakalıp tanımlardan kurtarıp ona büyük bir rol veren – uzay gemisindeki bir cinayeti çözen seksen yaşındaki çiftçi nine gibi ya da 60 yaşındaki bir trans kadın gibi – tek bir roman, bu yazıda anlatılan buruk manzarayı tamamen değiştirebilir.
Kocakarı, her haliyle, hâlihazırda muhteşem bir varlık; görünür olmak için metal sutyen takmaya, genç ve seksi görünmeye hiç ihtiyacı yok. O, ulu Ursula’nın söylediği gibi, insanlığı temsil edebilecek yegâne varlık. Nineye sahip çıkalım!
Kaynak: Nature