Yunan yönetmen Yorgos Lantimos’un 2009 tarihli filmi Köpek Dişi (Kynodontas) bize yaşadığımız gerçekliği sorgulattıran etkileyici bir film. Yönetmen hiç de uzak bir zamana gitmeden ve yaşadığımız dünyanın sınırlarının dışına çıkmadan, bizleri toplumdan soyutlanmış bir ailenin “sınırları içine” davet ediyor. Kentten uzakta, dışına babanın haricinde çıkmanın yasak olduğu bu ev, başlangıçta baba, anne ve üç çocuk için yalıtılmış, uygarlığın kötülüklerine karşı bir “özgürlük” mekanı gibi görünüyor. Bir fabrikada mühendis olan baba evin tüm ihtiyaçlarını karşılıyor ve üyelere ortalamanın üstünde bir konfor sağlıyor. Hiçbir kitle iletişim aracının olmadığı ve dış dünyaya dair tek işaretin ara sıra gökyüzünde süzülen uçağın olduğu bir yerde aile, babanın kurduğu ve sürdürdüğü, kapalı bir ahlak örüntüsü içinde, modern bir davranışçı, distopik deneye tabii tutuluyor.
Pavlov’un deneyi insanlar için de geçerli ve koşullayarak istediğimiz türde insan tipleri yaratmamız mümkün mü? Yoksa insan bir şekilde direnip, kendi özgürlüğüne yelken açabilir mi? Lanthimos bu ve buna benzer soruları çarpıcı bir şekilde önümüze koyuyor. Köpek Dişi, yönetmenin olumsal ve ütopik olanı, mevcut olanın kötülüklerine karşıt bir noktaya yerleştirerek belirginleştirdiği, refleksif ve bilişsel bir yapıt.
Filmin başlarında kendimizi aslında sanal bir cennette hissediyoruz. Güzel, bahçeli bir ev, biraz duygusuz da olsa mutlu mesut bir aile ve onların nesnelerle kurduğu alışagelmedik ilişki… Örneğin onlar için tuzluk bir telefon… Kadın cinsel organı bir “lamba”… Zombi bir çiçek… Baba ile anne nesnelerin adını değiştirerek onların çocuklar tarafından nasıl algılanacağının ve algılanması gerektiğinin de çehresini çiziyor. Bu, çünkü adlandırmalar ve sıfatlar hoşa gitmeyenleri damgalama, hoşa gidenleri ise meşrulaştırma işlevi görür, bir ideolojinin ya da kültürün kurumsallaşmasının en önemli yoludur. Bu noktada filmdeki çocuklar için tuzluğa telefon demenin farklı bir anlam ifade etmediğinin farkındayız. Çünkü adlandırma değişse de, ya da bir diğer ifadeyle terim değişse de, tuzluk ya da telefon denildiğinde beyinde canlanan imge aynıdır; bir İngiliz için apple ne ise, Türk için de elma aynı imgeyi canlandırır.
Asıl rahatsız edici şey izleyici olarak bizim bu adlandırmayla uğradığımız şaşkınlıktır. Öteden beri tuzluğa tuzluk demeye alışmış ve bunu doğal kabul etmiş bizler için terimin değişmesi, kültürün değişmesi ve algının da değişmesine yol açıyor. Bu aşamada film yaşadığımız ve doğal kabul ettiğimiz gerçekliği de sorgulattırıyor ve kendi kültürünün dışına çıkmaya pek de istekli olmayan bizler için “kültür şoku” yaratıyor. Aslında bu şoku yaklaşık yüz yıl önce, bir sabah devcileyin bir böceğe dönüşmüş olarak uyanan Gregor Samsa’yı yaratan Kafka da yaşatmıştı. İster isim değişsin, örneğin adınızın değişip Bruce olduğunuzu düşünün, isterse fiziksel ve giyiminiz değişsin, örneğin kendinizi sürekli gaz maskesi takmak zorunda hissedebilirsiniz, her halükarda alışagelmedik bir durumdasınız demektir ve kendinize yönelik algınız kırılmaya uğrar.
Modern Dönemin “Canavarları”
Modern insan için farklılığın sınırları çizilmiştir. Böylece sadece kendi adını değil, hep “bildiği” nesnelerin de adını şaşıran modern insan için “tekinsizlik” her bir yanı sarmış demektir ve yaşadığı gerçekliği “son gerçeklik” ya da “tarihin sonu” olarak görmeye alışkın bizler için farklı bir dünya ve kültür tasarımı imkânsız görünür. Her gün aynı yolda yürüyüp aynı şeyleri yapan bu insan, binyıllardır onu bir mağaraya hapsetmiş ve dışarı çıkmaması için mağara girişinde bekleyen bir kültürel canavarla boğuşmak zorundadır. Mağaranın çıkışına her geldiğinde korkutulup kaçırılan bu insan hep bir kahramanın gelip bu canavarı yok etmesini beklemektedir ve aslında canavarın kendi içinde gizli olduğunun farkında değildir.
Filmdeki erkek çocuk son mücadelede kazandığı uçağının kız kardeşi tarafından evin dışına atılmasına üzülür ve babasından bu uçağı alıp ona vermesini ister. Aslında eliyle uzansa, ya da kapıyı aralasa kendisi de uçağı alacaktır ama dışarı çıkmak çocuklar için bir tabudur. Baba bu iyiliği çocuğuna yapar ve törensel bir şekilde arabasına biner, çünkü evden yalnızca arabayla çıkılmaktadır, uçağa uzanır ve onu oğluna uzatır. Çocuğu dışarı adım atmaktan alıkoyan aslında kendi içindeki canavardır, tabudur. Körü körüne kurallara uymanın bir “sağlık” işareti sayıldığı bir dünyada, içindeki gezgin ruhu öldürüp kapalı mekanların “güvenliği”nde yaşamak da “en mantıklı” davranış çeşidi olacaktır(?).
Uysallaştırılan Hayaller
Filmde yaşanılan gerçekliğin ötesinde bir gerçekliğin olduğunun bir işareti ara sıra gökyüzünde süzülen uçaktır. Uçak bir cazibe merkezi olmaktadır ve bu itaat eden çocuklar için “tehlikeli” bir şeydir. Baba, tıpkı günümüzdeki popüler kültür gibi, bir canlılık işareti olan uçağı, bir ütopyayı, bir “ödül” haline getiriyor ve oyuncak uçak satın alıp, uçağı “en fazla isteyen” ve “çaba gösterene” veriyor. Böylece uçağa sahip olabileceğini düşünen çocuklar için hayaller de tüketilebilir bir hal alıyor. Çocuklar gerçekle değil, onun suretiyle mutlu edilmeye güdülenmiştir; uçak uzaktadır ama uçağın temsilini elde edebilir, özgürlük dışarıdadır ama onun “ifadesiyle” (sen özgürsün?) özgür olduğunu düşünebilir.
Burada babanın sahip olduğu ve eğitimcilere eğitilmesi için verdiği köpek ile kendi çocukları arasında bir paralellik kurmak mümkün. Köpek eğiticisi nasıl ki köpeği “ihtiyaçlara uygun” olarak eğitme derdinde ise, baba da çocuklarını tıpkı bir köpek gibi, kendi istediği gibi yetiştirip uysallaştırma derdinde; çünkü kendi istediği nesli yaratmak istiyor. Bu yönde bir mit yaratmakla kalmıyor baba, nesnelerin adını değiştiriyor, sürekli yinelenen ritlerle kendi sanal gerçekliğini canlı tutuyor ve bir başka dünyada yaşama arzusu uysallaştırılıyor.
İhtiyaçların Yarattığı Kırılmalar
Bir fabrikanın güvenliğini sağlayan kadın, ki kadının gömleğindeki “güvenlik” yazısı belirgin bir şekilde gözümüze çarpıyor, ironik biçimde ailede derin bir çatlak yaratıyor. Gerçekte erkek çocuğun “cinsel eğitimi” ve cinsel ihtiyaçları için “kiralanan” bu kadın, tıpkı kendisine yapılan gibi arzularını doyurmak için çeşitli ödüller karşılığında evin büyük kızını “ayartıyor”. Saç tokası, ilgi çekici olmayan jöle ve en son kızın çantadan aldığı videokaset büyük kızın kendi sınırlarını zorlaması için bir diğer gerçekliğe ya da bir başka dünyaya ait dışsal çağrı nesneleri.
Genç kız ile güvenlikçi kadın bir tür trampa ile ticarete başlıyor ve yaptığı “hizmet” karşılığında daha değerli bir şeyler isteyen kız çocuk giderek kendi bilgisinin sınırlarını da zorlamış oluyor. Videokasetlerle otoritesinin sarsıldığını duyumsayan ve videokasetleri kızının, video oynatıcısını ise güvenlikçi kadının kafasında parçalayan baba, yaşadığı bu hazin durumdan dolayı kadına beddua etmeyi de ihmal etmiyor; modern insan için yabancı olmayan tipik bir ikiyüzlülük örneği. Hatta baba cinsel ihtiyaçların getirdiği isyanı bastırmak için ensest ilişkiyi de teşvik etmekten geri kalmıyor.
Köpek Dişi’nden Kurtulmak ve Özgürlük
Filmde dikkat çekici bir nokta da cinselliğin gösterilmesi. İzleyici olarak pek çok kez cinsel organları görüyor ve cinsel birleşmelere tanıklık ediyoruz. Bu birleşmeler sıklıkla ruhsuz, heyecandan yoksun sırf “iş olsun” diye yapılan şeyler; ya da bir isyanı bastırmanın doğal yollarından biri. Baba ve anne kulaklıklarını takıp “kendi müziklerini” dinleyerek ilişkiye giriyorlar. Oğul gözleri kapalı uygun adayı bulmak için kardeşlerinin bedenini yokluyor. Ancak giderek ensest ve lezbiyen ilişkiye dönüşen bu ilişkiler baştaki bastırmaların ötesine taşıyor ve dış dünyadan yalıtılmış bireylerin aynı zamanda kendi arzuları ve isteklerinden de yalıtıldığı gerçeğini bize anımsatıyor. Dış dünyanın tehlikelerinden ne kadar kaçılsa da iç dünya da bir o kadar karmaşık ve sonunda hep tutsaklığın izlerini göz önüne seriyor.
Güvenlikçi kadın kovulup, babası tarafından büyük oğlanın cinsel ihtiyaçlarını doyurmak için de görevlendirilen kız sonunda kendisini bu evde, bu gerçeklikte tutan köpek dişini kırıyor ve özgürlüğe ulaşmanın getirdiği sevinçle hep kullanılagelen aracın bagajına saklanıyor. Ne havlamalar, ne de kız kardeşine öğrettiği “yeni ismi” onu kendi saklandığı yerden çıkmasına yetmiyor. Böylece köpek dişi bir yandan eve olan tutsaklığın simgesiyken öte yandan doğrudan onun kırılıp yok edilmesi ile özgürlüğün de simgesi oluveriyor; eşiği bir kez aşması o “farklı” havayı soluması yeterlidir. Bundan sonra eski tarz bir yaşam onun için anlamlı olmayacaktır ve kendi özgürlüğüne sahip olmak için bir duruş geliştirecektir. Elbette iktidar ne kadar katı olursa olsun, her daim bir yerlerde çatlaklar mevcuttur. İnsanı köleleştiren, onun ödül ve ceza ile yola getirilebileceğini düşünen her yapı çökmeye mahkumdur. Baba evden dışarı çıkmanın kurallarını, aslında bunun hiç olmamasını planlayarak açıklarken o katı yapı da çatlağını yaratır. Baba sorar, “Bir çocuk evini ne zaman terk edebilir?” Kız cevaplar, “Sağ köpek dişi düştüğünde.” Baba ekler, “Ya da sol köpek dişi düştüğünde. Evden ancak araba ile güvenli bir şekilde ayrılabilirsiniz. Araba sürmeyi ne zaman öğrenebilirsiniz?” Erkek çocuk cevaplar, “Sağ köpek dişi tekrar çıktığında ya da soldaki, fark etmez.”
Artık tümüyle evden dışarı çıkmayı kafasına koymuş ve bilgi meyvesini tatmış olan büyük kız eline aldığı ağırlığı dişlerine vurur ve köpek dişini parçalar. Eli, yüzü ve elbisesi kan içinde hızla babasının aracına yönelir, bagajı açıp içine saklanır. Bu durumun farkına varan ailenin tüm üyeleri muhtemelen “çocuk kaçıran kedi” (kaçınılmaz biçimde “dış mihrak”) tarafından kaçırılmış kızı bulmak için havlar, baba ise çaresiz biçimde dışarı adımını atıp ona seslenir. Ancak cevap alamadıklarında umutsuzca eve dönerler. Babanın tüm planları boşa gitmiş(midir?)tir. Aslında tüm yapı kırılsa ve acı çekmeyi bile göze alarak birisi sınırların dışına çıksa da aslında bu tam olarak bir sınırları aşma değildir. Çünkü kız sınırların ötesine çıkarken bile aslında babanın, yani otoritenin ona çizdiği sınırlar içinde hareket etmiştir. Evden kendi başına çıkmak varken “sadece araba ile evden çıkılır” kuralından dolayı araca saklanmıştır.
Köpek dişi kırılmadan evden çıkılamayacağına hala canı gönülden inanmaktadır. Burada muhalif olduğunu düşünen ve verili sistemin dışına en azından düşünsel boyutta çıktığına inanan kişilere dönük de bir gönderme vardır. Köpek dişi her ne kadar bir tutsaklığı imlese de aynı zamanda bir isyanı simgeler. Ondan kurtularak kişisel bir devrim gerçekleştirilebilir ama bu devrimin “yaşayıp” “soluk alması” mümkün müdür? Bunu en iyi ertesi gün kameranın fabrika önünde bekleyen arabanın bagajını dışarıdan bize göstermesiyle hissederiz. Biliriz ki genç kız hala oradadır ve bir “canlılık” belirtisi göstermemektedir. Kurtulmaya çalıştığı eski kuralların tutsağı olarak belki de ölmüştür. Film böylece bize özgürlüğün kendisini de sorgulatıyor; saklanmanın getirdiği garip bir tutsaklık…
Kültür insanlık için elbette olmazsa olmazdır. Onda binyılların deneyim ve bilgi hazinesi saklıdır, onlarla yaşamımız ve evreni anlamamız kolaylaşır. Ancak bir aracı idealleştirip onu dokunulmaz ve sorgulanamaz yaptığımızda ister istemez kendi kendimizi zincirlere vurmuş oluyoruz. Bizi özgürleştiren aynı zamanda tutsaklaştırmaya başlıyor. Bu yüzden gündelik yaşamın ötesine taşan, bize hep orada bir yerde “daha iyisinin” olduğunu hissettiren göstergelere ihtiyacımız var. Lanthimos’un Kynodontas’ı da bu tür göstergeler arasında sayabileceğimiz bir eser.
*Bu yazı ilk kez, Boğaziçi Üniversitesi, Mithat Alam Film Merkezi’nin çıkardığı Sinefil Dergisinin Temmuz 2013 Sayısı, sayfa 5-8 yayınlanmıştır.