İcat tarihinin belki de en ibretlik ve etkileyici hikayesi 1847 doğumlu İskoç bilim adamı, mucit ve mühendis olan Alexander Graham Bell’inkidir. Hepimiz, küçüklüğümüzde metal tenekelerle ve ip parçasıyla yaptığımız basit telefonu hatırlarız. İşte Bell, bu amatör cihazı bir sonraki aşamaya taşıyan isimdir. Bu garip hikayenin mimarlarından biri de hiç kuşkusuz Bell’in kız arkadaşı Mabell Hubbard’dı. Hubbard, bütün parası telefonun icadına giden ve beş parasız kalan Bell’i tren istasyonunda EXPO’ya gitmek üzere ikna edemeseydi bu öykü yarım kalacaktı.
1876’da, Philadelphia’da düzenlenen EXPO fuarına dek kimsenin ciddiye almadığı, herkesin hor gördüğü, dalga geçtiği bu adam ve o zamana dek “bilimkurgusal” bir öğe bile sayılabilecek icadı “telefon”un kaderi o gün değişti; hem de ne değişim! Bu değişim, çok alakasız görünen bir ülke sayesinde gerçekleşmiştir: Brezilya. Gerçekten de o gün Brezilya imparatoru Dom Pedro, EXPO’ya gelip hiç kimsenin önemsemediği telefon cihazına ilgi göstermeseydi ve jürilerin de ilgisini çekmeyi başaramasaydı, belki de bugün telefon sadece bir müzede ilginç bir oyuncak olarak sergilenecekti. Birkaç dakika önce alay edilen bu buluş, bir anda elektrik tarihinin en muazzam buluşu olmuştu.
Bell’in hem annesi hem de karısı sağırdı. Onlara tekrar işitme yeteneğini kazandırabilmek amacıyla çeşitli işitme cihazları üzerinde deneyler yapıyordu. Kaderin cilvesi midir bilinmez ama bu konulara ilgi duyup deneyler yapmasaydı, belki de telefon hiçbir zaman icat edilemeyecekti. Çok ironiktir ki, telefonu icat etmesine olanak sağlayan bir başka vasfı da elektrikten hiç anlamamasıydı. Eğer elektrikten anlasaydı kurallar ve formüller arasında sıkışmış olacaktı; zira dönemin elektrikçilerine göre elektriğin yapabileceklerinin bir sınırı vardı. Elektrik aracılığıyla bir kabloyu konuşturmak onlara göre imkansızdı, ama Bell bunu başardı. Herkes, Bell’i hayalperest olmakla suçladı ancak o, yardımcısı teknisyen Thomas Watson ile birlikte gece gündüz çalışarak bir hayali gerçekleştirdi.
Hayallerini gerçekleştirmek Bell için kolay olmadı. Alaya alınmasına rağmen şevki kırılmayan azimli mucidin düşüncesi şuydu: “Sağır ve dilsiz birini konuşturabiliyorsam demiri de konuşturabilirim!” Bu zorlu yolculuğunda bir cerrah vasıtasıyla temin ettiği insan kulağı da yardımcı olmuştur. Bell, kulak zarına ve onun titreşimleri iletebilme potansiyeline hayran kalmıştır. Doğadan ilham aldığı deneyleri aylar, yıllar boyunca gece gündüz sürmüştür. Watson bir odada olurdu, Bell ise diğer bir odada… Ansızın bir gün, EXPO’dan 3 ay önce bir Mart günü, Watson’un Bell’e söylediği cümle şu olmuştur: “Seni duyabiliyorum!”
“Bütün düşüncelerinizle elinizdeki işe konsantre olun. Güneş ışınları, bir noktada odaklanmadığı sürece yanmaz.” -Alexander Graham Bell