jean giraud moebius

Bir Bilimkurgu Vizyoneri: Moebius

Jean Giraud‘nun ya da kullanmayı tercih ettiği lakabı ile Moebius‘un eserlerine bugün bakan herhangi bir bilimkurgu veya fantastik hayranının etkilenmemesi mümkün değil, ancak kendisinin asıl önemi yaşadığı dönemi düşündüğümüzde ortaya çıkıyor. Günümüzde işlerine epey aşina sayılırız. Eserlerindeki detaylı, gerçekçi endüstriyel çizgiler ve dünya dışı havası veren fantastik öğelerin karışımı, 1980’lerden beri neredeyse standart olmuş durumda; dolayısıyla da Moebius’un bu tarza ve yaklaşıma 1970’lerin başından beri öncülük ettiğini kavramak güçleşiyor. Önde gelen pek çok çizgi roman, video oyunu, anime, manga ve büyük bütçeli Hollywood filmlerinin onu yakalaması yıllar, hatta bazı açılardan on yıllar alacaktı.

Jean Giraud, 1960’ların başından beri yazımını ve çizimini üstlendiği kovboy çizgi romanlarıyla Fransa’da hatırı sayılır bir popülerliğe ulaştı. Kısa bir süre sonra da Moebius “doğdu”, bu, Giraud’nun çizdiği bilimkurgu eserlerinde kullandığı takma adıydı, doğduktan kısa bir süre sonra da bu lakap ortalıktan kayboldu. Yeniden ortaya çıkması ise neredeyse on yıl sonra olacaktı. Yeni ufuklara yelken açma hedefiyle yola çıkan Fransız dergisi Métal Hurlant‘ın (veya daha sonra tanınacağı İngilizce ismiyle “Heavy Metal”in) kurucularından biri oldu. Moebius’un en etkili eserlerini burada yayımladığı kolaylıkla iddia edilebilir, ne var ki dünyanın geri kalanının da bunu fark etmesi için birkaç yıl daha geçmesi ve birtakım ilginç olaylar silsilesinin yaşanması gerekecekti.

1975 yılında, Vizyona Girmemiş En Müthiş Bilimkurgu Filmi üretim aşamasına geçti. Deneysel (ve sıkça da tartışmalı) Şili-Fransız asıllı yönetmen Alejandro Jodorowsky, Frank Herbert’ün Dune eserinin film haklarını elinde bulunduruyordu. David Lynch’in tuhaf ve tatmin hissinden yoksun 1984 tarihli uyarlamasının aksine, bu daha önce eşi benzeri görülmemiş ölçüde ve ihtişamda bir yapım olacaktı; yani, en azından kağıt üstünde öyleydi. Jodorowsky film için süper yaratıcı beyinlerden oluşan müthiş bir ekip topladı, bu ekipte yazar ve görsel efekt uzmanı Dan O’Bannon, efsanevî bilimkurgu kitap kapakları ressamı Chris Foss, biyomenkanik dehası HR Giger ve elbette Moebius da vardı.

Ekip sayfalar dolusu inanılmaz görseller ve tasarımlar ortaya koydu, bunların büyük bir kısmı on yıllarca gün yüzüne dahi çıkmayacaktı. Elbette söylemeye gerek yok, bu fazla iddialı proje daha filmin çekilme aşamasına bile geçilmeden çöktü. Öte yandan, bu üretim öncesi safhada bir araya gelen beyinlerin dostluğu, bilimkurgu sinemasının geleceği için çok önemli olacaktı.

Yalnızca iki yıl sonra, başka bir bilimkurgu şaheseri beyaz perdeye geldi. 1977’de Star Wars dünya çapında izlenme rekorları kırdı ve geniş kitlelerin bilimkurguya olan bakış açısını değiştirdi. Moebius’un işlerine aşina olanlar için ise (bugün dahi geri dönüp bakıldığında), Star Wars’a bakıp onda Metal Hurlant etkilerini görmemek neredeyse imkânsızdır. Tatooine‘in çürüyen, pas tutmuş teknolojik aletlerle dolu devasa çöllerinde, Millennium Falcon‘un kirli iç koridorlarında, Jedi cübbelerinde ve Han Solo’nun pasaklı görünümünde bu etkiler rahatlıkla hissedilir.

Ancak belki de en bariz esinlenme, Moebius’un 1975 tarihli The Long Tomorrow adlı eserinin on birinci sayfasının ilk panelindedir, bu resimde, arka planda bir İmparatorluk Sonda Droidi’nin neredeyse tıpkısı yer alır. Aynı çizgi romandaki dikey mimarili şehirlerin etkileri de Star Wars devam filmlerindeki Coruscant gezegeninin tasarımlarında kendini gösterir. George Lucas, 1989 tarihli bir Moebius eserleri antolojisine önsöz yazmıştır, burada onun büyük bir hayranı olduğunu söylediğine şüphe yok. Moebius daha sonra, 1988 yılında Lucas’ın fantastik temalı filmi Willow için konsept sanatçı olarak ünlü yönetmenle birlikte de çalıştı.

Dune projesi iptal edildikten sonra hayal kırıklığına uğrayan Dan O’Bannon, ABD’ye geri döner. Neredeyse pes etme aşamasında olan O’Bannon, şansını son bir kez daha denemeye karar verir ve Star Beast adında bir senaryo yazar, daha sonra ise bunu 20th Century Fox’a satmayı başarır. Fox bu adı çok beğenmemiştir ama, bu yüzden değiştirilmesini ister. Ayrıca filmi çekmesi için genç ve henüz adı hiç duyulmamış İngiliz bir yönetmenle anlaşır: Yıl 1978’dir ve Ridley Scott, Alien‘ı çekmeye başlar.

Hem yazar hem de görsel efekt danışmanı olarak kadroda yer alan O’Bannon, Dune için toplanan ekipte tanıştığı dostlarını işe almaya başlar. İkonik ve korkutucu yaratık tasarımları Giger’a emanet edilir, uzay gemisi Nostromo‘nun dış tasarımları için de Chris Foss ile anlaşılır. Hepsinden de öte, hem O’Bannon hem de Scott (ki “ofisinde hep bir tomar Heavy Metal çizgi romanı bulunduğunu” sıklıkla dile getirmiştir) ekipte Moebius’u da ister. Ne yazık ki Fransız sanatçı, yönetmenin istediği kadar üretim aşamasına katkıda bulunamadı ancak mürettebatın eskimiş, endüstriyel görünümlü astronot kıyafetlerinin tasarımını yaptı, ki bu kıyafetler belirgin görsel tarzları sayesinde daha sonra uzaylı yaratığın kendisi kadar ikonik olacaklardı. İşin ilginç yanı, Moebius’un orijinal konsept tasarımlarında, Tom Skerrit‘in canlandırdığı Kaptan Dallas’a çok benzeyen sakallı bir astronot da vardı, bu aşamada Skerrit daha kadroda yoktu bile. Moebius’un etkileri basit dekor ve kostüm tasarımlarının ötesine geçmişti anlayacağınız.

Tabii bunun böyle olacağı en başından belliydi. Scott, Moebius’un ekipte yer almasını O’Bannon kadar çok istiyordu, özellikle de onun Nostromo’nun klostrofobik koridorlarını tasarlamasından yanaydı. Moebius’un vakit ayıramaması neticesinde bu iş müthiş yetenekli Ron Cobb’a düştü. Cobb, Scott’ın yönetiminde Approaching Centauri ve Blackbeard and the Pirate Brain gibi kısa Moebius eserlerinde de çizerlik yapmıştı. Blackbeard and the Pirate Brain’de Uzay Yolu’ndan ziyade bir petrol kulesi platformunu andıran köhne, dağınık görünümlü bir uzay gemisinde sıkışıp kalmış tanıdık görünümlü, mavi yakalı bir astronot yer alır. Hatta yine aynı öyküde yer alan bir “uzayda cenaze töreni” sahnesi vardır ki, Alien’da John Hurt’ün cenaze törenini epey andırmaktadır.

Moebius’un Scott üzerindeki etkisi Alien’la sınırlı kalmaz. Birkaç yıl öncesine sarıp tekrar Dune’a dönelim. Başarısızlığa mahkûm projenin yavaş ilerleyişinden bunalan O’Bannon, kısa bir çizgi roman yazmaya ve çizmeye karar verir. Çizdiği öyküyü Moebius’a gönderir. Bu fütüristik noir detektif öyküsünü büyüleyici bulan Moebius, onu baştan çizmek için O’Bannon’ın iznini ister. O’Bannon seve seve buna izin verir ve ortaya, belki de Moebius’un kariyeri boyunca ürettiği en etkileyici işi çıkar: On altı sayfalık bir çizgi roman olan The Long Tomorrow.

Moebius’un diğer pek çok eseri gibi bu da neon aydınlatmalı noir sokaklara, sıkışık düzen bir araya gelmiş binalara, uçan araçların oluşturduğu trafik sıkışıklıklarına ve bugün artık neredeyse klişeye kaçan pasaklı kahramanlara sahiptir. Fakat unutulmamalı ki o dönem böyle bir eser ilk defa çiziliyordu, bu bilimkurgunun gerçekçi şehir yaşantısının görsel kaosuyla ilk kucaklaşmasıydı. Eser sadece mimarî ve mekanik tasarımlarıyla değil, şehrin neredeyse yaşayan karakterlerinin giyim kuşamlarıyla da çığır açıcı bir nitelikteydi. Fantastik, abartılı ve dünya dışı görünmesine rağmen The Long Tomorrow’un şehri çok gerçekçi, çok katmanlıdır; gerçek bir şehir gibi hissettirir. Tokyo’dan Londra’ya kadar her endüstriyel şehrin yaşadığı cennet ve cehennem hislerinin birleşimi bu şehirde de okuyucuyu esir alır.

Gidişattan da anlaşılabileceği üzere, Ridley Scott bir kez daha bir projede beraber çalışmak üzere Moebius’a gelir, ancak ne yazık ki yine durumlar buna el vermez. Moebius daha sonra şöyle diyecekti:

“Ridley bana Blade Runner’da birlikte çalışmayı teklif etmişti ancak o sıralar başka bir film, The Time Masters üzerinde çalıştığım için onu geri çevirmiştim. Şimdi bundan biraz pişmanım çünkü Blade Runner’a bayılıyorum. Bir yandan da Dan’le ortak çalışmalarımız filmin görsel esin kaynaklarından biri olduğu için çok mutluyum, bundan onur duyuyorum.”

Moebius elbette yine alçak gönüllülük ediyordu, zira 1982 yapımı Blade Runner‘ın çığır açan ve kendinden sonraki pek çok yapımı etkileyen görsel tarzının esinlendiği bir numaralı eser The Long Tomorrow’du. The Long Tomorrow yalnızca bilimkurgu sinemasını değil, edebiyatı da etkileyecekti. 1984 yılında William Gibson kısa sürede külte dönüşecek eseri Neuromancer‘ı yayımladı. Eser siberpunk alt türünü doğurdu ve “siberuzay” terimini dünyaya hediye etti. Gibson, esin kaynakları arasında Moebius’u da saydı:

“Yıllar sonra Ridley ile bir yemekte sohbet ederken konu esin kaynaklarımıza geldi, ikimiz de Metal Hurlant’a, 70’lerdeki Moebius ve benzeri sanatçılara ne denli borçlu olduğumuzu net bir şekilde ifade ettik. Neuromancer romanının “görsel” tarzı pek çok yönden Heavy Metal’de gördüğüm görsellerden etkilenmişti. Bana kalırsa aynı şey John Carpenter’ın Escape from New York’u ve diğer pek çok ‘siberpunk’ eser için de geçerli. Bu Fransızlar bu işi hepimizden çok önce çözmüşlerdi.”

1982, Disney’in bilgisayar fantazisi Tron‘un da yayımlandığı seneydi. Moebius filmde kostüm ve set tasarımcısı olarak yer alıyordu ve konsept çizimleri, Syd Mead’in de katkısıyla birlikte filmin müthiş güzellikteki fütüristik görünümünün temelini oluşturacaktı. Bu, Moebius’un yer alacağı pek çok Hollywood yapımı filmden ilkiydi, onu Master of the Universe ve James Cameron yapımı The Abyss gibi filmler takip edecekti. Fakat bunların arasında belki de en önemli olanı, Luc Besson yapımı 1997 tarihli bilimkurgu şaheseri The Fifth Element olacaktı.

Bir kez daha Dune’a geri saralım. Proje hayal kırıklığına dönüşse de, Moebius ve Jodorowsky yakın arkadaş olmuşlardı. 80’li yılların başında Jodorowsky, çizgi roman yazarlığını denemeye karar verdi. İkilinin bu işbirliğinin sonucu epik bilimkurgu-fantazi karışımı The Incal doğdu. The Long Tomorrow’daki kalabalık ve dikey şehirler ile uzay operası ve doğaüstü elementlerin buluştuğu bir eserdir. Bir başka deyişle, Besson’ın filmini izlemiş herkesin şıp diye tanıyacağı bir karışım… Başkalarıyla birlikte Moebius da filmde konsept sanatçı olarak çalışmaya başlar. Belki de film üzerindeki etkisinin farkında değildi ancak Jodorowsky bunun kesinlikle farkındaydı. The Fifth Element, Moebius’a ve Metal Hurlant’taki diğer çizerlere bir aşk mektubudur adeta.

Filmin görsel tarzı, araç ve set tasarımlarından tutun John Paul Gaultier tasarımı kostümlere kadar The Incal’ın sayfalarından alınma gibidir. Üstelik, film bazı temaları ve hikâye elementlerini dahi The Incal’e borçludur, öyle ki The Incal’in bölümlerinden biri The Fifth Essence adını taşır. Jodorowsky için bu, esinlenmeden çok daha fazlasıydı, filmi izledikten sonra Luc Besson’ı ve yapımcı stüdyoyu intihalle suçlayarak dava açtı. Davayı Moebius’un filmde konsept sanatçı olarak çalışıyor olması nedeniyle kaybetse de, aslında bir yere kadar haklı olduğu filmi izleyen herkes tarafından fark edilebilir. The Fifth Element biraz da bu yüzden Moebius hayranları için acı tatlı bir deneyimdir. Film Moebius’tan sadece laf arasında bahsediyor olsa da, bu belki de Moebius’un kafasının içindekileri yakalamaya en çok yaklaşabilen sinema filmi olması nedeniyle hayranları arasında özel bir yere sahiptir.

Moebius’un etkisi sadece Hollywood ve Avrupa ile de sınırlı kalmaz. Metal Hurlant’ın etkisi Japonya’ya kadar yayılır. Anime efsanesi ve Studio Ghibli kurucusu Hayao Miyazaki, kendini büyük bir Moebius hayranı olarak görür, ikili daha sonra iyi de arkadaş olacaklardır. 2004’te Paris’te ortak eserleriyle bir sergi açarlar, burada ikili birbirlerinin eserlerini değerlendirirken Miyazaki şöyle konuşur:

“Moebius’u Arzach ile tanıdım, tarih sanırım 1975 olmalı. Arzach’ı ilk defa 1980’de gördüm ve bu büyük bir şok etkisi yarattı. Üstelik sadece bende de değil, tüm manga yazarları bu işten müthiş derecede etkilenmişti. Bugün bile, onun müthiş bir uzay hissi olduğunu düşünürüm. Nausicaä’yı yönetirken tamamen Moebius’un etkisi altındaydım. Moebius’un çizgilerini gördüğümüzde onlara hayran kalmıştık. Nasıl desem, dünyaya yeni bir bakış açısı kazanmış gibiydik.”

Moebius’un etkisi sadece Miyazaki’de değil, Ghost in The Shell’in yaratıcısı Masamune Shirow ve Akira’nın yaratıcısı Katsuhiro Otomo‘da da görülür. Hatta Otomo, 90’lı yıllarda Moebius’un The Airtight Garage adlı eserinin anime uyarlamasını yapmaya çalışmıştır, ne var ki bu eser tamamlanamamıştır. İkili çok yakın arkadaş olmuş, Moebius Akira’dan esinlenen görseller çizerken, Otomo da bu jeste Azrach’tan esinlenen görseller çizerek karşılık vermiştir.

Moebius’un çalışmaları saymakla bitmez. Manga sanatçısı Jiro Taniguchi ile olan ortak çalışmalarından veya Marvel efsanesi Stan Lee ile Silver Surfer üzerindeki işbirliğinden bahsetmedik bile. 2012’de, Ridley Scott’ın neredeyse 30 yıl aradan sonra çektiği ilk bilimkurgu filmi olan Prometheus‘un duyurulmasıyla, Scott ve Moebius hayranları ikilinin nihayet ortak bir çalışmaya imza atacaklarını umarak beklentiye kapılmışlardı. Ne var ki Moebius’un kısa süre sonra ölmesiyle son birkaç yıldır kanser hastası olduğunun ortaya çıkması, bu işbirliğinin aslında imkânsızlığını gözler önüne seriyordu. Prometheus ise aldığı kötü eleştirilere rağmen muhteşem astronot kostümleri ve set tasarımıyla, Ridley Scott’ın esinlendiği yeri hiç unutmadığını bize bir kez daha gösterdi.

Kaynak

Yazar: Erkam Ali Dönmez

Oyun sever, oyun oynar, oyun çevirir, oyun yapar.

İlginizi Çekebilir

frank herbert roportaj

Kayıp Röportaj #1: Frank Herbert’tan Fütüristik Düşünceler

Daha önce hiç gün yüzüne çıkmayan bu sohbet, ilk olarak 1984 yılı ortalarında, tam da …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin