İlk olarak 2011 yılında İngiliz Channel 4 kanalında 3 bölüm şeklinde seyirciyle buluşan mini dizi, ardından 2013 yılında 3 yeni bölüm ile devam etmişti. 2014’ün sonunda gelen noel özel bölümü ile toplamda 7 bölüme ulaşan Black Mirror, uzun bir aranın ardından 21 Ekim’de 6 bölümle ekranlara geri döndü. Fakat artık salt İngilizler’e ait bir yapım olmadığını da eklemek gerek. Dizi bundan böyle Amerikan internet televizyonu Netflix‘te yayın hayatına devam edecek. Dizinin geride kalan 7 bölümü hakkında daha detaylı bilgiler için şu yazımıza göz atabilirsiniz.
Dizinin yaratıcılarından Charlie Brooker‘ın halen daha bölüm senaryolarını yazıyor olması Black Mirror’ın geleceği adına oldukça önemli bir haber. İlk 2 sezonu da düşündüğümüzde distopya alanında böylesine başarılı bir senaristin elinden çıkacak olan kurgular son derece ürkütücü ve 3. sezonda da şahit olduğumuz üzere, aynı etkisini korumaya devam ediyor. Kimi bölümleri tek başına yazan Brooker’a, bazı bölümlerde ise farklı senaristler eşlik ediyor. Fakat her bölümün hikayesinde parmağı olduğunu bilmek dizinin sıkı takipçileri tarafından iç rahatlatıcı bir durum.
ABD-İngiltere ortak yapımına bürünen Black Mirror’da bundan böyle Hollywood oyuncuları görmemiz de haliyle kaçınılmaz olmuş durumda. Önceki bölümlerdeki İngiliz soğukkanlılığını ve aksanını zihinlerimiz arasa da, kaliteli oyuncuların dizide boy göstermesi bir nebze olsun bizi bu tip düşüncelerden uzaklaştırmaya yetiyor.
Bölümler ekseninde 3. sezonun “kara ayna”larına tek tek bakalım.
3×1: Nosedive
Hikayesinin Charlie Brooker’a ait olduğu 1. bölümün senaryosunu kaleme alan kişiler Rashida Jones ve Michael Schur. Joe Wright’ın yönetmen koltuğunda oturduğunu gördüğümüz bölümün başrol oyuncusu ise Bryce Dallas Howard.
Nosedive, 2 yıla yakın bir süredir beklediğimiz yeni Black Mirror sezonunun ilk bölümü olması ve konusunun da sosyal medya olması sebebiyle bir kara mizah örneği olarak sosyal medyada büyük bir hızla yayıldı. Pastel renklerle bezeli olan bölüm, ilk etapta 2013 yapımı Spike Jonze imzalı “Her” filmini anımsatıyor. Üstelik filmle bağlantısı bu kadarla da sınırlı değil. Yakın bir gelecekte geçen Her ile Nosedive teknoloji ile iç içe geçen insan yaşamına odaklanıyor. Tıpkı filmdeki gibi Nosedive’da da ekranda görünen herkesin elinde insanların sanal bir dünyaya giriş yapmasını sağlayan aygıtlar bulunmakta. Black Mirror’ın önceki bölümlerinden de izler taşıyan bu bölüm ile izleyicisine yeni kanalında yeniden merhaba diyen dizi, son derece sert bir sosyal medya eleştirisine imza atıyor ve önceki tüm bölümlerden geri kalır bir yanı olmadığını kanıtlıyor.
Günümüzde Facebook, Twitter, Instagram, Snapchat, Periscope gibi sosyal medya uygulamaları ile insanların her anlarını sanal bir ortama aktardığı zaten bilinen bir gerçek. Bu bölümde anlatılanlar ise biraz daha korkutucu bir fikir ile çıkıyor karşımıza. Bu tür uygulamalarda yapılan her türlü paylaşıma gelecek olan her beğeni ve yorum insanların egolarını tatmin etmekten başka bir işe yaramamakta ve insanlık her geçen gün sanal bir kutuya hapsolarak yapaylaşmaktadır.
Lacie’nin günlük hayatına konuk olduğumuz bu bölüm adından da anlaşılacağı üzere bir “dibe vuruş” öyküsü anlatıyor. Zaten konu Black Mirror olunca ütopik bir senaryo beklemek abes olurdu. Distopyayı iliklerimize dek hissedeceğimiz bir gelecek portresinde insanlar 5 puan üzerinden sınıflara ayrılmıştır. Günümüz sınıf farkının sanal bir boyuta taşındığını gözlemediğimiz hikayede puanı yüksek olan kişilerin yapmacık, düşük olan kişilerin doğal/normal insanlar olduklarını fark etmekse trajikomik bir durum yaratıyor. Acaba Lacie 4.5 üstü bir puana sahip olan arkadaşının düğününe katılıp puanını 4.5 üzerine çıkarabilecek ve bu sayede o çok istediği evi satın alabilecek midir?
Black Mirror bu bölüm itibarıyla kelimenin tam anlamıyla, “Ben döndüm!” mesajı veriyor.
3×2: Playtest
Kurt Russell’ın oğu Wyatt Russell ve Hannah John Kamen‘in başrolde yer aldığı sezonu ikinci bölümü “Platest”in senaryosu Charlie Brooker tarafından yazılmıştır. Dan Trachtenberg’in yönetmenlik koltuğunda oturduğu bölüm, arttırılmış gerçeklik teknolojisinin gelecekte alabileceği boyut ve bunun sonuçları üzerine kurulu.
Evden habersiz bir şekilde çıkan ve dünyanın çeşitli yerlerini gezen Cooper, gittiği yerlerde hayatın tadını çıkaran ve parası bittiğinde ise geçici işlerde çalışarak yolculuğuna devam eden bir gezgindir. Teknolojiyle arası bir hayli iyi olan ve kısa süreli işlerini sanal ortamdan bulan maceraperest ruhlu karakterimiz Londra’dayken yine aynı sorunla karşılaşır ve büyük bir oyun firmasının piyasaya sürmeden önce insanlar üzerinde test edilmesini amaçladığı bir oyunda kobay olmayı kabul eder.
Bir anda kendini gereğinden fazla “arttırılmış” bir gerçekliğin hakim olduğu oyunun içinde bulan Cooper, kendi iç dünyası ve bilinçaltından beslenerek korku öğeleri yaratan, oynayan insanın sınırlarını zorlayacak korku gelirim türündeki oyuna ne kadar süre tahammül edebilecektir?
Günümüzde dahi oyun sektöründe büyük bir hızla yer etmeye başlayan sanal gerçeklik ve arttırılmış gerçeklik teknolojilerini düşündüğümüzde, dizide karşımıza çıkan böylesine korkutucu olayları ilerleyen zamanlarda görmemiz işten bile değil. Inceptionvari bir finale sahip olan Playtest’in zaten en vurucu kısmı da son bölümünde yer alıyor.
Ayrıca bölümün bir sahnesinde 2. sezon 2. bölüm “White Bear”a ufak bir gönderme yapmayı da ihmal etmemiş Brooker. Buna ek olarak, Edgar Allan Poe’nun “Kuzgun”unu görmek de güzel bir olay olarak hafızalarımızda kalıyor.
3×3: Shut Up and Dans
Başrollerinde Game of Thrones’da Bronn karakteriyle tanıdığımız Jerome Flynn ve yetenekli genç aktör Alex Lawther‘ın yer aldıpı bölümün orijinal hikayesi Charlie Brooker’a, senaryosu ise William Bridges’a ait. Kamera arkasında ise The Woman in Black başta olmak üzere çeşitli korku/gerilim filmlerinde yönetmenlik yapmış olan James Watkins bulunuyor.
Black Mirror dizisinin bildiğimiz o karanlık senaryolarına ek olarak gerilim unsurunu da çok iyi kullandığını biliyoruz. Sezonun 3. bölümü olan Shut Up and Dance ise kelimenin tam anlamıyla izleyicisine ekran başında soğuk terler döktürmeyi başarıyor.
Kenny ve Hector, her normal insan gibi hayatlarına devam ederken, içinde bulundukları teknolojik çağın başlarına açacağı belalardan habersizdirler. Bilgisayar korsanları tarafından yapılan şantajlar birçok insanı mağdur etmektedir ve 19 yaşındaki Kenny ile evli ve çocuklu olan Hector da toplum tarafından hoş karşılanmayacak türden şeyler yaparken bu internet korsanları tarafından kayıt altına alınıyorlar ve adeta birer kukla olarak kullanıyorlar. Bu “ayıp” şeylerin yayılmaması için her türlü şeyi yapmaya hazır olan ikilinin gerilim dolu hikayeleri izleyicide şok etkisi yaratırken, aynı zamanda içten içe onların iyi birer insan olduklarını düşünerek izleyip empati kurmak da farklı sonuçlara yol açabiliyor. Peki korsanlar sözlerini tutacak ve o içerikleri yaymaktan vazgeçecek mi dersiniz?
Shut Up and Dance’ta bilgisayarlar ve telefonlarımızın kameraları başta olmak üzere birileri tarafından sürekli izlendiğimiz varsayımı ortaya atılıyor ve aslında sanal dünyanın geldiği boyutu da düşündüğümüzde bunun gerçekleşmesi çok zor bir ihtimal olmadığını fark ediyoruz. Yine aynanın karanlık tarafından bakan Black Mirror, yaşamakta olduğumuz karanlık çağ özelinde izleyicisini bilinçlendirmeyi ihmal etmiyor.
3×4: San Junipero
Sezonun 4. bölümü orijinal bir isme sahip. İlerleyen dakikalarda bölüm içinde geçen bir yer adı olduğunu anladığımız San Junipero’nun yönetmeni aynı zamanda 2. sezon 1. bölüm “Be Right Back”in de yönetmenliğini yapmış olan Owen Harris, senaristi ise Charlie Brooker. Başrollerinde Mackenzie Davis ve Gugu Mbatha-Raw‘ın bulunduğu bölüm an itibarıyla birçok platformda sezonun en iyi bölümlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor.
Aşina olduğumuz distopya havasından ilk etapta uzak olduğunu hissettiğimiz bu bölümün vuruculuğu bittiğinde ve üzerinde biraz düşünüldüğünde ortaya çıkıyor. Kimilerine göre bu dizi çatısı altında yayımlanması dahi hata olan ve ütopik bir senaryoya sahip olduğu söylenen San Junipero, tıpkı Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sındaki gibi ütopya görünümlü bir distopya aslında.
Senaryo ölümsüzlük üzerine kurulu. Fakat alışılagelen fiziksel bir ölümsüzlük değil bu. Sanal bir ortamda gerçekleşen ve kişilerin öldükleri andan sonra farklı bir boyutta ve sınırlı bir alanda yaşamaya devam ettikleri San Junipero şehrinde geçiyor öykümüz. Yorkie ve Kelly isimli iki kadının yolu bu sanal şehirde kesişir ve bilinç düzeyinde birbirlerine aşık olurlar. Dünya’da yaşam devam ederken her hafta 1 saatliğine bu şehri ziyaret etme şansına sahip olan insanlar, eğer memnun kalırlarsa ebediyen burada kalmayı seçme ve Dünya’daki varlığına son verme özgürlüğüne sahiptirler.
Yorkie henüz 20’lerinin başında genç bir kadınken geçirdiği trafik kazası sonucunda felç kalır. Belli bir süre San Junipero’yu ziyeret eden Yorkie, çekingen ve içine kapanık biridir. Fakat Kelly ile tanışması sonucunda hayatının kırılma noktalarından biri gerçekleşecek ve Dünya’daki varlığına son vererek sonsuza dek San Junipero’da yaşamaya karar verecektir. Peki ama aşık olduğu kadın uğruna bunu yapan Yorkie, Dünya’da eşi ve çocuğunu kaybeden Kelly’den aynı karşılığı görebilecek midir? Onu San Junipero’da yalnız bir hayat mı beklemektedir yoksa bilinç düzeyi ve sınırlı bir alanda aşk dolu sanal bir “yeni dünya” mı?
Dizide San Junipero adıyla karşımıza çıkan yer 80’li, 90’lı ve 2000’li yılların California’sı olarak izleyiciye sunulsa da, şehir görüntülerinin Cape Town’da çekildiği bilgisi yer alıyor. Şehrin daimi olarak sonsuz eğlence ve mutluluk olanı olarak lanse edilmesi ilk etapta olumlu görünse de, bölümün sonundaki dijital mezarlık görüntüsü bir an için korkutmaya yetiyor, ki bölümü distopya yapan kısmın bu olduğunu fark etmek insanı geriyor.
Bu bölümü distopya olarak görmeyen Black Mirror izleyicilerinin yapmaları gereken şey ise olaya biraz daha farklı bir pencereden bakmayı başabilmelerinde gizli. San Junipero sanal bir dünyadır ve tabii ki bir veya birden fazla yazılımcıya sahiptir. Kaderimiz o yazılımcıların ellerindeyken, bilerek ve isteyerek fiziksel dünyayı terk etmek ne kadar doğru? İçinde yaşadığımız fiziksel dünyada da her an birileri tarafından yaşamımıza son verilme ihtimalinin bulunması San Junipero ile Dünya’yı aynı kefeye koymamıza yetiyor. Her iki dünyada da insan bir “yolcu”dur aslında ve niçin o dünyaya giriş yaptığını ve ne zaman terk edeceğini bilemez. Haliyle kaderimizin öyle ya da böyle birileri tarafından kontrol edildiği gerçeğiyle yaşamalıyız. Hangi dünyada olduğunaysa yine kendimiz karar vermek zorundayız.
Özetle, tüm Black Mirror bölümleri arasında farklı bir kulvarda olan San Junipero, ütopya ile distopyanın kesiştiği o ince çizgi üzerine kurulmuş olan, üzerine tezler yazılabilecek denli etkileyici bir senaryoya sahip.
3×5: Men Against Fire
Yine tamamı Charlie Brooker’a ait olan senaryonun yönetmeni Jakop Verbruggen. Başrollerinde Malachi Kirby ve Madeline Brewer‘ın olduğu bölümde 2014 yapımı zaman paradoksu temalı Predestination filminde karşımıza çıkan Sarah Snook da bulunuyor.
Men Against Fire, senaryonun gidişatı itibarıyla en çok 1. sezon 2. bölüm olan “Fifteen Million Merits”i andırıyor. Bir nevi uyuşturucu benzeri yöntemle sistemin içine yerleştirilen insanlar sorgulamadan kendilerine söylenenleri yapmak zorunda bırakılmışlardır. Çeşitli etkenler sebebiyle sistemi sorgulamaya çalışan Stripe’ın, tüm gerçekleri idrak etmesinin ardından tekrar sistem tarafından öğütülmesi bölümün ana konusunu oluşturuyor. Bu yönüyle 1.sezon 2. bölüm ile birbirlerine olay örgüsü bakımından benzediği söylenebilir. Bölümün sertlik dozu ise 2. sezon 2. bölüm “White Bear”ı akıllarak getiriyor.
İlerleyen yıllarda askeri bilimkurgu alanında kült olarak sayabileceğimiz yapımlar arasında girmeyi daha şimdiden garantileyen Men Against Fire, tüm bölümler içinde kendine ön sıralarda yer bulabilecek denli iddialı olmayı başarıyor. İnsanı birçok konu hakkında sorgulamaya iten bölümün güçlü yanlarından biri ise yaratılan atmosfer.
Dünya üzerinde var olan tüm devletlerin ve o devletlerle çeşitli sebepler dolayısıyla sürekli bir çatışma halinde olan silahlı örgütlerin ideolojisi ve hayata bakış açısını son derece tutarlı bir şekilde anlatmayı başaran bölüm, etkili bir sistem eleştirisine imza atıyor. Distopik bir dünyanın hakim olduğu bu gelecek portresinde insanların öldürmek için nasıl bir psikolojiye sokulduğunu görüyor ve savaş denen olgunun ne kadar anlamsız olduğunu yeniden idrak ediyoruz.
Bu bölümde, teknoloji ile birlikte insanın duyarsızlaşması, vicdan denen olgunun bedenini terk etmesi, başkaları tarafından rahatça kontrol edilebilecek canlılar haline gelmesi gelecek adına endişe verici boyularda resmediliyor. Katı bir distopya izlediğimiz bölüm, dizinin klasik havasını son derece başarılı bir şekilde devam ettiriyor ve sezonun son bölümü öncesi izleyicilerine sert bir darbe indiriyor.
3×6: Hated in the Nation
1.5 saatlik bir zaman dilimi ile bir film izliyormuşuz etkisi yaratan Hated in the Nation, dizinin en uzun süreye sahip bölümü unvanını şimdilik elinde bulunduruyor. Charlie Brooker tarafından yazılan senaryo, James Hawes tarafından ekrana aktarılıyor. Başrollerinde Kelly Macdonald ve Faye Marsay‘ın yer aldığı bölüm, yine korkutucu bir senaryo üzerine kurulu.
Devlet tarafından da desteklenen “robotik arı” projesi ile şehrin her yerine yayılan arılar çok gizli bir şifreleme yöntemi ile korunmaktadır. İnsanların yararı için kullanıma sokulan bu proje, günün birinde birileri tarafından hacklenip insanlara karşı kullanılırsa ne olur peki?
Bilimkurgu ile polisiyenin harmanlandığı bu bölümde yakın bir gelecekte Londra’dayız. Dedektif Karin Parker ve onun teknik anlamda donanımlı yardımcısı Blue Colson, sosyal medyadaki tepkiler sonucunda yaşanan bir dizi sıra dışı olayı analiz etmeye başlarlar. Günümüzde Reddit, Ekşi Sözlük, Facebook, Twitter gibi platformlarda insanların her türlü olaya karşı yazdıkları sanal tepkiler bu bölümde karşımıza çıkanlarla paralellik gösteriyor.
Bir süre sonra gizemli ölümleri de beraberinde getiren bu ilginç olaylar silsilesinin önüne geçilmediği taktirde çok daha fazlası meydana gelecektir. Halk ve hükümet çaresizdir. Teknolojiye karşı başlatılan savaş gerçekten bir sonuç getirecek midir yoksa teknolojisinin kölesi mi olunmuştur? Bu soru çerçevesinde şekillenen bölüm, insanı derin sorgulamalara itiyor. Sezonun en katı bölümleri arasında yer alan bölüm yok artık nidaları eşliğinde izleniyor ve dünyanın geleceği hakkında oldukça karamsar bir bakış açısı sergiliyor.
Hated in the Nation’da ayrıca dizinin önceki 3 bölümüne de ince göndermelerde bulunuluyor. White Bear, Playtest ve Men Against Fire bölümleri hakkındaki detaylar aslında her bölümü farklı bir zaman diliminde geçen dizinin özünde birbirine bağlanabildiğini kanıtlıyor.[/tab][/tabgroup]
Son Söz
Hayatımıza nüfuz etmiş olan ve adeta nefes almak kadar normalleşen teknolojinin aslında iyi kullanıldığında işimize yaradığı gerçeğini unutmamakla birlikte, oldukça kötü yönlerinin de bulunduğunu anlamamızı sağlıyor Black Mirror. Bunu 3. sezonunda yer alan 6 farklı hikayeyle de yine biz izleyicilerine kanıtlıyor. Toplamda 13 bölüme ulaşan dizinin her bölümü eşit derecede şaşırtıcı, düşündürücü ve sorgulatıcı. Son yıllarda bunu yapabilen film ve dizi sayısı oldukça az olduğundan, Black Mirror’ın değerini çok daha net anlayabiliyoruz.
Charli Brooker önderliğinde hayat bulan dizinin her bölümü distopyayı iliklerimize kadar hissettiriyor. Bilimkurgu edebiyatından hoşlanmayan, türü küçümseyenlerin dahi diziyi seyretmesi şaşırtıcı değil. Dizide bahsi geçen senaryoların birçoğunun aslında daha önce kimi bilimkurgu yazarlarınca öykü ve romanlarına konu edildiğini bilmekte de yarar var.
Edebiyatın beyaz camdaki bir tezahürüdür Black Mirror.