Yönetmenliğini Adam Randall‘ın üstlendiği iBoy, varoşlarda yaşayan bir gencin uğradığı saldırıyı ve bu saldırının sıra dışı sonuçlarını anlatıyor. Çeteleşmenin yaygın olduğu bir ortamda haliyle yasa dışı işlerin de yaygın olması beklenir. Lise öğrencisi Tom da böyle bir mahallede yaşayan ve tüm bunlara mecburi olarak kulaklarını tıkayan sıradan biri. Fakat tanık olduğu bir olay neticesinde vurulunca, ne yazık ki işler onun için farklı yönde değişir. Uyandığında artık başka birisidir. Telefonu parçalanmış, parçalarıyla beyni bütünleşmiştir. Önceleri vurulma sonrası tek endişesi küçük uyum sorunları olsa da, kaza sonrası aniden sahip olduğu yetenekleri fark etmesiyle birlikte sıradan ergen hayatı yerini çetrefilli bir aksiyona bırakır.
Filmle ilgili göze çarpan ilk şey Game of Thrones dizisinin Arya Stark‘ı Maisie Williams‘ın da rol alıyor olması. Finalini yapan dizinin rüzgarıyla film de kendisine bir izleyici kitlesi elde etmeye çalışıyor. Matrix, Wanted, Örümcek Adam, Iron Man… Kahramanın yaşadığı büyük çapta bir olayın -ki genelde felaket niteliğinde- olumlu yönünün anlatılmasına yoğunlaşıyoruz. Fakat bu noktada akıllara bir soru gelmesi de gayet olası. Onlarca defa denenmiş bir şeyin yeniden denenmesinin sebebi basittir: Arz-talep ilişkisi. Peki, iBoy bu beklentiyi karşılayabiliyor mu?
Filmde göze çarpan ilk detay teknolojinin hayatımızdaki yeri. Elektronik cihazlar hayatın her alanında, her an yanı başımızda ve zihnimiz devamlı olarak adapte durumda. Televizyon, bilgisayar, telefon… Bu sebepten dolayı, ne düşünme, ne yazma ne de yaşama şeklimiz aynı kaldı. Nitekim sonsuz bir döngü olarak değişim her daim değişimi de tetikler ve eskide kalanlar böylece kaybolur gider. Ezberden şiir okumak artık karşılığı olmayan bir eylemdir; hatta şiir yazmak bile şiir okumadan yapılan bir gençlik hevesi artık. Diğer yandan teknolojinin böylesine iç içe olduğu yapılar, teknolojik saldırılar karşısında kuşkusuz bize yöneleceklerdir. Zira teknik gelişmelerin alamet-i farikası muktedir olana hükmetme yetkisi vermesidir. Diğer yandan sosyal sınıf farklılıkları ve teknolojiye erişim de önemli bir sorun. Neticede maddi güç kıstasıyla oluşan şehirler, bu bağlamda kendilerine özgü bir düzene de sahip olurlar. Nitekim insanı anlatırken ister istemez ilgili bu yapıya da değiniliyor böylece.
Gelişen ve büyüyen şehirlerde zamanla zıtlıkların birliği resmedilir. Bir yanda büyük, gösterişli evlerde yaşayan zenginler vardır, diğer yanda ise zenginlerin hayatlarını merak ve gıptayla izleyen fakirler. Eskiden bu tarz yerleşimler birbirinden uzakta yer aldıklarından fakirlerin yaşadıkları bölgelere dair “taşra” isminin kullanılması uygun görülürmüş. Yani dışarıda, uzakta olan. Fakat nüfus arttıkça azalan toprakla birlikte herkes iç içe yaşamak zorunda kaldı. Böylece birbirinden bambaşka hayatlar yaşayan insanların zıtlıkları daha da belirgin hale geldi. Nitekim kimlik bunalımlarını ve arayışları da bu ortaya çıkardı. Gelgelelim, olayın başka bir yönü ise sınıfsal çatışmalar ve sınıflar arasında yapılmak istenen geçişler. Karşısında 50 katlık gökdelen bulunan bir insanın, “neden ben orada değilim” demesi gayet doğaldır. Bir de bu insan genç ve haliyle hayatın acemisi ise, o gördüğü yere erişebilmek önüne ne gelirse ezip geçmek isteyecektir. Kendini tarif ettiğini düşündüğünü, kimliğini oluşturan ne varsa atarak ait olmak istediği yerin giysisine bürünecektir. Tepede duranın kendisine yol vermesi için Tanrılara kurban adayan ilkel insan gibi, o da kurbanlar sunacak ve böylece kutsanmak isteyecektir. Zira ihsan, isteyenin muhtaç olacağı bir gerçek değil midir zaten? Oyunu oynayan değil, oynatan yönetir.
Bir de sahip olunan güç ve bu gücün kişiler üzerindeki etkisi söz konusu. İnsan, ait olmadığını hissettiği yerden bulunmak istediği yere ulaşmak için her türlü fedakarlıkta bulunabilir. “Yapmam, olmam, söylemem” dediği ne varsa zamanla kendini içinde bulur… Sosyal çatışmanın ürettiği bu geçişler ve göz önünde uğranılan haksızlık ise kahramanın doğuşuna sebep olur. Bu hikaye de her hikayede olduğu gibi kahramanın kendini ortaya çıkaran koşullara karşı açtığı isyan bayrağını gösteriyor. Ancak hikayenin vurucu olması için isyanın bir temele ve tutarlı amaca dayanması gerekir. Ayrıca bilimkurgu hikayelerinin bilimsel gerçeklerden güç alarak insanın zihnini besleyecek kaynaklar olarak sunulması elzemdir. “Velev ki, diyelim ki böyle oldu”ların sonucu yalnızca hikayenin kendi yıkımının habercisidir.
Velhasıl, Netflix‘in süte su katarak film üretme mantığı ne yazık ki istenilen seviyenin altında birçok yapımı ortaya çıkarıyor. Elbette sosyal sorunlara dair önemli şeyler görüyor, kendi hayatlarımızda karşılığı olmasa bile, her ivdanlı insan gibi acının ve gerçekliğin yıkıcılığı karşısında ürperiyoruz. Ayrıca klişe ve birçok defa işlenmiş olsa da, özenle çalışılan ve emek verilen yapımlar izlenmeli, devamı için destek olunmalıdır. Fakat bilimkurgu disiplinine ait eserlerin oldubittiyle geçiştirilmesi, hem kamera önünde hem kameranın ardında yer alan insanların kariyerine dahi mal olabilir. Diğer yandan, izleyicinin filmde yaşanan olaylar ve insanlarla bağ kurması da yapımın yerini pekiştirecek en önemli unsur. Şayet yaşananlar yalnızca yaşanması için yazılırsa, izleyici de sadece bakınır ve tıpkı Oğuz Atay’ın romancının imtihanını anlattığı mesel gibi, anında kapağı suratınıza kapatır. Bu sebeple, dikkatli izlemeli ve şahit olduklarımızdan payımıza düşeni almalıyız… Sanatın amacı da bu değil midir zaten? Herkes kendine kadar yontar, her zihin kendinde eksik olanı arar…