“Kimi insanlar yapay zekânın bir gün ayaklanıp insanları ezeceğinden kaygılanıyor. Bence insanın insanı ezmesi için eşi görülmemiş bir araç olarak kullanılma riski daha gerçekçi.” 50 Soruda Yapay Zeka – Cem Say
Amerikan patent dairesi başkanı Charles Duell, 1899 yılında, “Artık yeni hiçbir şey yok. İcat edilebilecek her şey icat edildi,” diyerek tarihe geçmiştir. Bugün bakıldığında saçma görünen bu açıklama aslında kendi içinde tutarlıdır. Yüzlerce yıl durağan bir süreç gösteren insanlık, son üç yüz yılda binlerce yıllık ilerleme katetmiştir. Bilhassa Sanayi Devrimi sonrasında gelişme hızı devamlı olarak artmış, kısa zamanda olağanüstü ilerleme kaydedilmiştir. Buna en iyi örnek, durmadan hızlanan bir spor arabadır. Zaten hızlı olan araba ilerledikçe daha da hızlanır ve katettiği mesafe birim zamana oranla artar. Bunu öngörememek de belli ölçüde anlaşılabilir. Ayrıca her nesil kendisinin insanlığın son noktası olduğu fikrine inanır. Bazı çılgınlar çıkıp bunun devasa bir yalan olduğunu gösterdiğinde ise gerçeği kabullenmekte zorlanır, direnir.
19. Amerika Başkanı Rutherford B. Hayes, 1876 yılında katıldığı bir bilim fuarında ilk telefonu görür ve “Çok güzel bir buluşa benziyor ama tanrı aşkına bunu kim, niye kullanmak istesin ki?” der. Benzeri şekilde Henry Ford araba üretmek amacıyla bankadan kredi talep ettiğinde, görevli memur kendisine atların daima arabalardan üstün olacağını söyler. Örnekler çoğaltılabilir ama ortak noktaları hep aynı. Bu sözler ve genel itibariyle yaklaşımın bütünü, fütürizmin aslında insanlığın gelişimi açısından vazgeçilmez olduğunu gösterir. İleriye gidebilmek için geçmişin yüklerinden ve bilhassa yersiz korumacılıktan kurtulmak gereklidir.
Lumiere Kardeşler de sinemaya dair ilk adımları attığında, onları hevesli birer genç olarak görenlerin sayısı az değildi. Bu yeni nesil izlence diğer pek çok icat ya da buluş gibi tarihe karışacak, unutulacaktı. Çünkü insanlar alışkanlıklarından vazgeçmekte zorlanırlar ve haliyle bunu örtmek için yeniliği kötülemeyi seçerler. “Başımıza icat çıkarma!” denilerek özetlenen bu halin ardında uyum sağlama gerekliliğin getirdiği çabanın zorluğu yatmaktadır. “Bir şey işe yarıyorsa neden değiştireyim ki?” diye sorar ve cevabı başından bellidir.
Yeniliği takip etmek özveri gerektirir ve aynı zamanda her yenilik beraberinde köklü değişimler getirir. Bir hattatın matbaaya karşı tavrının nasıl olacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Samuel Butler’ın Erewhon adlı eserinde makine kırıcılardan bahsedilir. Marx’a atıfla emeğine yabancılaşan insanlar isyan eder ve makineleri dağıtırlar. Böylece kendi geleceklerini korumuş olurlar. Ancak bugün gelinen noktada yanılgılarının ne denli büyük sonuçları olduğu aşikar. Bant sistemini icat eden Henry Ford tarihi değiştirdi. Öyle ya da böyle toplumun dinamikleri, olması gerekenin yerine olana daha iyi uyum sağlayanın faydasına işledi.
1895’ten bugüne sinema önce ses, ardından renk ve boyut kazandı. Burada bahsi geçen boyut üç boyut değil elbette. Sinema yalnızca basit bir eğlence aracı olarak ortaya çıkmasına rağmen zamanla farklı bir hüviyet edindi. Amerikalı öncü yönetmenlerden Edwin S. Porter’ın Büyük Tren Soygunu adlı on iki dakikalık filmi sinemanın çehresini değiştirdi. Bu filmde çok basit bir senaryo ile bir soygun anlatılsa da etkisi büyük oldu. Sinemanın artık bir hikayesi, bir ilerleyişi vardı. Böylece anlatıcılık tarihini de yeniden şekillendirmeye başlamış oldu. Zamanla Holywood eksenli Amerikan Sineması, Sovyet Sineması, Avrupa Sineması, Asya Sineması ve elbette hepsinden etkilenerek özgün kimliğini kazanan Türk Sineması… Birçok ülkenin kendine özgün sinema dili, kültürü kısa zamanda oluştu.
Elbette bu kültürün oluşma sürecinde sanatsal kaygılar kadar başka etkenler de belirleyici oldu. Nihayetinde sinemanın anlatıcılıkta yeri önemlidir. Boşuna yedinci sanat olarak anılmaz. Sanatın diğer alanlarında olduğu gibi sanatçının fikrini taşımakta, aktarmakta rol oynar. Politik Kamera adlı eser de bu bağlamda bilhassa Hollywood’un kitleler üzerindeki tesirini ele alır, şifrelerini çözer. Sinema, tıpkı tragedya geleneğinde olduğu gibi duygu ve düşünceleri aksettirme konusunda oldukça geniş imkanlar sunmaktadır. İstediğiniz düşünceleri filmler aracılığıyla anlatabilir, manipülasyonu dahi sanatın içinde estetize biçimde sunabilirsiniz. Sovyetler Birliği tarafından servis edilen propaganda filmleri bu bakımdan Hollywood yapımlarından aşağı kalır değildi. Dünyanın içinde bulunduğu savaşta güç dengeleri, icraatler kadar bunların sergilenmesi üzerinde de yön değiştiriyordu ve sinema merkez noktası olarak görüldüğünden pek çok dalgalanmayla iç içe kaldı. Değişti, şekillendi; değiştirip şekillendirdi.
Bugün ise sinemanın geleceğine dair halen pek çok şey söylemek mümkün. IMAX ekran ve Dolby sistemlerle inanılması güç bir niteliğe erişen salonlar, görselliğin artık gerçekçilik noktasında arşa yükseldiğinin kanıtı. Fakat gerçekçilik dediğimiz kavramın sırtını gerçeğe yasladığını da unutmamak gerek. Neticede bir şeyin çalışabiliyor olması, geliştirilemeyeceği anlamına gelmez. Günümüzde yapay zekânın hayatımıza dahil olma aşamaları yaşamımızı köklü bir değişikliğe sürüklüyor. İnternette birçok işini teferruata gömülmeyip zorlanmadan yürüten, binlerce kilometre öteye sorunsuz biçimde bağlanan ve dünyayı geniş bir kasaba olarak algılayan modern insan için yapay zekâ, terminatörden ziyade Iron Man’in Jarvis’ine dönüşmüş durumda. Yani işe yarar, faydalı bir yardımcı.
Bu doğrultuda kurulacak bağların daha da ilerleyeceği ise aşikar. Söz gelimi sinemada CGI yardımıyla gerçek tabanlı görüntü üzerine işlenen bilgisayar verileriyle yıllar önce vefat etmiş oyuncuların beyaz perdeye çıkması bile artık mümkün. Bu durum teknik kabiliyet ve imkanların inanılmaz bir seviyeye çıktığını; sınırlarının da ancak hayallerle mukayese edilebilecek ölçüde genişlediğini gösterdi. Ki bunlarla da sınırlı kalmayacağı kesin. Charlie Chaplin’i, Bruce Lee’yi, Marilyn Monroe’yu yeniden beyaz perdeye getirebilir, yepyeni filmlerde rol verebiliriz. Sinema zamandan münezzeh bir dil kazanıp yepyeni bir görünüme bürünebilir. Dolayısıyla az evvel de değindiğimiz üzere daha büyük düşünürsek belki de imkanlarımızın ölçüleri çığır açmaya devam edebilir.
Yapay zekânın başka insanların yüzlerini tarayarak yeni yüzler ortaya çıkardığı yazılımlar malum. Yüzlerce fotoğraf sunuluyor ama bunların hiçbiri gerçek değil, hepsi yazılımın yeniden ürettiği ve küçük değişikliklerle şekillendirdiği yeni suretler. Hassaten yapay zekânın sanatkâr olup olamayacağı konusu da tartışılmaya devam ediliyor. Geçtiğimiz bir yazı serisinde yapay zekânın senaryo yazıp müzik bestelediği yapımlardan bahsetmiştik. Hatta bununla da yetinmeyip yönetmenliği dahi üstlenmişti. İnanılmaz bir gelişme olduğunu kabul etmek gerek. Yapay zekâ yazılımlar ünlü bestecilerin eserlerini öğrenip yeni besteler yapabiliyor; şairlerden şiirleri tarayıp eklemelerde bulunabiliyor ve yüklediğimiz renkleri bahsettiğimiz kelimelerle tanımlayarak ortaya resimler çıkarabiliyor. Bunların sanatsal değer taşıyıp taşımadığı, yani yaratıcılık emaresi sayılıp sayılmayacağı tartışılır; ancak yine de inanılması güç başarılar olduğu su götürmez bir gerçek.
İşte tam bu noktada sinemanın geleceğini de yeniden düşünmek gerek. Senaryo yazan, müzik besteleyen ve hatta yönetmen koltuğuna oturan yapay zekâ bir de oyuncu olursa ne düşünürsünüz? Yarattığı yeni yüzlere yazdığı senaryoları oynatan ve evreni istediği şekilde biçimlendiren bir kuklacı misali. Bağlı bulunduğu filmin her zerresine sirayet edecek, her dokusunu tasarlayacak ve yeri gelince izleyiciyle doğrudan bağ bile kuracak. Kurgusal boyuttan bakarsak her şey mümkün. İzleyicinin sinemadaki makinelerle taşıdığı çipler aracılığıyla bağ kurduğu bir gelecek düşünün. Herkesin kendi gerçeğini sanal düzlemde yarattığı bu sinema izlencesinde, yapay zekâ devamlı değişen senaryolarla önünüzde yollar açacak ve size hayal gücünüz ölçüsünde geniş alanlar sunacak. Ne muazzam bir deneyim olurdu, değil mi? Bir oyun gibi… Zaten halihazırda eğlence kültürünün izleyeceği yol da bu olacaktır. Sanal gerçekliğin yeni gerçeklik halini aldığı ve sosyal medya aracılığıyla avatarlarımızı inşa ettiğimiz günlerde pek de şaşırtıcı fikirler olmasa gerek.
Buradan hareketle yapay zekâyla kurulacak simbiyotik ilişkinin geleceğine dair pek çok yorum yapmak mümkün. Bahsi geçen olumlu gelişmelerin yanı sıra olumsuz etkiler de olası. Tıpkı makinelerin el tezgahlarının önünü kestiği Sanayi Devrimi’nin ilk zamanlarında olduğu gibi, her şeyin yapay zekânın elinde olacağı ve bu yolla yekpare biçimde film hazırlanacağı düzende insan müdahalesine eskisi kadar gerek kalmayacaktır. Haliyle bugün sinema ve dizi sektöründe görev alan birçok insan gelecekte işsizlik sorununu daha net biçimde yaşayacaktır. Bu maalesef acı bir gerçek. Fakat bu değişimin daha evvel yaşananlarda olduğu gibi yeni iş imkanları ortaya çıkaracağı muhakkak. Yapay zekânın bilinci mevzusu nihayetinde henüz bilinmeyen bir konu ve şartlar çağa uyum sağlayan herkese yeni bir yol çizecektir.
Diğer bir konu da yapay zekânın bilinç kazanıp yönetimi ele geçireceği ve hatta insanlığın sonunu getireceği senaryolar. Bu konuda görüşler sunan araştırmalar da bulunmakta. Bahsi geçen araştırmaların ve nihayetinde sunulan argümanların ortak noktası, yapay zekânın yönlendirmeyle hareket edeceği, kendi iradesine sahip olamayacağı yönünde. Yani verileri işlemek ve komutları uygulamaktan bahsediyoruz. Dolayısıyla, elimizde bulunan veriler korkulacak noktanın başka bir detayda gizli olduğunu göstermekte. Konu özelinde değinirsek, sanatsal yaratım konusunda yine insanların sunmak istediği düşüncelere aracılık edeceğini, politik kameranın işleyişindeyse yalnızca bir araç olarak yer alacağını söyleyebiliriz. Yani yapay zekâ her silahta olduğu kadar tehlike içerecek ama tetiği yine başkaları çekecek. Sinemanın gelişimi ortada, bakalım işler beklediğimiz gibi mi gidecek? Yoksa deepfake’in sahte yüzleriyle oyunlar oynayan yapay zekâ, bir gün beynimize sahte yaşamlar işleyen simülasyonlar mı yaratacak? Bütün mesele bu…