Bilimkurgu sinemasında beden işgallerini konu alan filmler oldukça eskiye dayanır. Özellikle 1940’ların sonu ile 1950’lerde ABD’de başlayan ve “komünist avı” olarak ifade edilen MacCarty’cilik ve Sovyetler’e dönük işgal korkusu bu türün yükselişe geçmesine neden olmuştur. Susan Sontag’ın vurguladığı gibi bilimkurgu sinemasındaki karakterler sürekli “götürülmeye” karşı mücadele edip insan olma ayrıcalıklarını ve hallerini korumak isterler. Beden öznenin kendini yapılandırdığı uzamdır. Bu yüzden sinemadaki beden kıyametleri türü (büyük ölçüde yabancı bir uzaylı türün dünyada gerçekleştirdiği istila ve beden kontrolü) çok önemli bir yere sahiptir. İstila edilen sadece beden değil, kendisi de aslında bir bedeni istila etmiş olan ve öznelliğini bunun üzerine kuran bir “bakanın” eyleyen yeteneğinin zayıflatılmasıdır. Bu tür öznenin yerinden edilmesi, özne yerine nesneleşme, konuşan yerine dinleyen, kontrol eden yerine kontrol edilen olma korkusunu dışa vurmaktadır. Bu kapsamda bilimkurgu sinemasında uzaylı ziyareti ya da istilasını konu alan eserler iki farklı yönde gelişim göstermiştir. Bu duruma iki klasik örnek verilebilmektedir. Kötücül bir uzaylı tipolojisi sunan Invasion of the Body Snatchers (Ceset Yiyicilerin İstilası, Don Siegel, 1956) tehditkâr biçimde insan var oluşunu yok etmeye çalışan uzaylıları sunmaktadır. İyicil bir uzaylı temsili sunan The Day the Earth Stood Still (Dünyanın Durduğu Gün, Robert Wise, 1951) gibi eserler ise insanlığa göre çok daha yüksek bir kültür ve gelişmişlik seviyesine sahip uzaylıların insan uygarlığına dönük uyarıları ve onların gelişimini zorla ya da tavsiyeler yoluyla yönlendirmeye çalışmasını konu edinmektedir.
Invasion of the Body Snatchers‘i pek çok yazar politik ve toplumsal kaygıların bir yansıması olarak görmüştür. Booker, 1950lerde Amerikanların iki temel korku içinde olduğunu belirtmektedir: Herhangi birisinden farklı olma korkusu ve herhangi birisine benzeme korkusu. Farklılık genelde dışlanma gibi korkuları tetiklerken, benzeme aynı potada erime, homojenleşme, özgünlüğünü kaybetme kaygılarını depreştirmektedir. Benzer bir durumun halen geçerli olduğunu, en azından filmlerdeki temsil boyutuyla söylemek mümkündür. Öteki hem kimliğin sabitleyicisidir hem de sürekli korkulan, benliği işgal etme tehlikesi sunandır. Bu yazıda bilimkurgu türündeki beden istilaları insan varoluşu ve kimliğine yönelik tehdit yönünden “beden kıyametleri” (body-apocalypse) ya da konakçı kıyametleri (host-apocalypse) olarak ele alınmıştır. Bilindiği üzere kıyamet (apocalypse) terimi büyük bir yıkım ve değişim yaratan bir dizi olay anlamına gelmektedir. Büyük bir yıkım sonrası dünyanın durumunu ele alan kıyamet sonrası (post-apocalypse) hakkında sadece ABD sinemasında bile önemli sayıda film çekilmiştir.
Andrew Niccol’un The Host (Göçebe, 2012) filmi beden kıyameti metaforunu günümüzde kullanan önemli filmlerden biridir. Gelecekteki bir zamanda dünya “Ruhlar” (Souls) adı verilen uzaylı yarı parazit bir tür tarafından işgal edilmiştir. Dünyadaki insanların büyük çoğunluğunun bilinçleri ele geçirilmiş, konakçıların bilinçleri bastırılmıştır. Film Melanie Stryder’ın (Saoirse Ronan) kaçışıyla başlar ve sonunda da yakalanır. Onun daha başka bir direnişçi grubuyla bağlantısından şüphelenen Avcı (Seeker) (Diane Kruger) Melanie’nin bedenine yerleştirilen Wanda/Wanderer (Saoirse Ronan) sorgular. Wanda, Melanie’nin hafızasına erişerek kardeşi Jamie (Chandler Canterbury) ve sevgilisi Jared Howe (Max Irons) hakkında bilgiler verir. Melanie ise ilk baştan bastırılmaya karşı direnmiştir ve iç ses olarak Wanda ile konuşmaya başlar. Wanda başta Avcı ile işbirliği yapsa da gördüğü imajlar Melanie ve insanlara karşı sempati beslemesine yol açar ve Melanie biraz da zorla onu amcasının saklandığı mağaraya götürür. Böylece hem uzaylı tür için hem de Melanie ve çevresindekiler için zorlu birbirini tanıma süreci başlamış olur.
Beden İstilası ve Bastırma
Filmin başında gerçekleşmiş işgal, işgalin meşruluğunu sağlayabilecek bir rasyonalitede sunulmuştur. İşgal sonrası açlık, savaş, şiddet son bulmuş, doğa tedavi edilmiş, herkes nazik ve dürüst olmuştur. Bununla birlikte bu “ideal” dünya artık insanlara ait değildir. İnsanlığın yüzleşmek durumunda olduğu kader belirli bir topoğrafyadan mahrum kılmanın ötesinde, bu dünyada bilinçli bir eyleyen niteliğini yitirmeleri anlamına gelen bedensizleşmedir. Çünkü işgal sonrası insanların bedenleri doğadan silinmemişse de bu bedenlere eylemliliği vermiş olan zihinler bastırılmıştır. Filme ve edebi esere kaynaklık eden sorun insanın doğayla kurduğu ilişkinin sorunlu yapısı, aşırı etkin güç olarak insanlığın doğada ve toplumsal ilişkilerde yarattığı tahribatın meydana getirdiği suçluluk duygusudur. Doğayla kurulan “ilişki”nin niteliği sorunlu olduğu için toptan bir yok oluş yerine beden eylemliliğinde kapsamlı bir değişikliğe yol açan bir işgal ve “yutulma” kaygısı somut ve korku uyandırıcı bir durum olarak ortaya çıkarılmaktadır.
Melanie’nin yaşadığı sorunlardan birisi genç bir ergen olarak toplumsallaşmasıyla ilgilidir. Kendi kimliğini bulma serüveninde işgalcilerin/toplumsalın taleplerini yok edici bir yutulma olarak hisseder ve yeni, işgal sonrası toplumsal ilişkilere uygun davranışları bir türlü geliştiremez. Filmde beden işgaline karşı direnişe geçenlerin gerekçeleri önemli bir rasyonellik etrafında sunulmamaktadır. Öne çıkan nokta “onların olan” bedenlerini bir başkasıyla paylaşmama, o sahipliği koruma güdüsüdür. Filmin başında işgale karşı haklı gerekçeler olarak gösterilen doğayla dengeli ilişki, nezaket, şiddetten uzak durma belirtileri göstermezler. Bunun en tipik örneği işgalci Wanda’yı konakçı Melanie’nin direnişçilerin bölgesine sürüklemesi ve Wanda’nın bu bölgeye varmasıyla sürekli şiddet ve ölüm tehlikesi altında yaşamasıdır. Bu direnişçi grup ele geçirdikleri işgal edilmiş bedenleri de öldürme pahasına çeşitli operasyonlar gerçekleştirmektedir. Bunun yanı sıra filmde betimlenen işgalin arka planında kişinin sahip olması gereken özerklik hissinin yitimi vardır. Laing’in belirttiği gibi özerklik hissi olmadığı durumda girilen bütün toplumsal ilişkiler bireyi “kimlik yitimi” ile tehdit etmekte, yutulma kaygısı açığa çıkmaktadır. Bunun karşılığında kişi etkileşimlere girmekten kaçınarak özerklik duygusunu korumaya çalışır.
Metaforik düzlemde ele alındığında Melaine, bedenini bölünmüş, istila edilmiş, farklı benliklerin sahnelendiği bir durumda bulur. Yalnızca Wanda konuşabilir ve bu şizoid bölünmede onu yargılamak, kısmen eylemlerine yön vermek ve eleştirmek dışında ilk başta yapacağı bir şey yok gibi görünür. Burada birey kendini yadsınmış hissetmektedir. Bu durum kendini yeniden kuran, büyük ölçüde topolojiden mahrum bırakılmış bir bireyin kendine yeni uzamlar ve topolojiler yaratmasıyla desteklendiğinde oldukça üretken olacaktır. Buna karşın “başkaları” tarafından yadsınan, yok edilen, bastırılan, dolaysız biçimde belki de “yadsınsa” iyi bir dönüşüm geçirecek kendi kimlik ve benliğine sıkıca tutunma ihtiyacı duymaktadır. Melanie’nin içine düştüğü durum biraz da budur. Filmde öteki o kadar güçlü bir şekilde ortaya çıkar ki, onun topolojik istilası bireyin kendisi üzerindeki özdüşünüme imkân vermeyecek biçimde çok yönlü bir istila olarak hissedilir. Birey bu istilanın kaynak bulduğu toplumsal ve fiziksel ilişkiler hakkında düşünmez; yerinden edilmişliğini telafi etmek için kendi “hakiki benlik”ine sarılıp bitmeyecek bir savaşa girişir.
Geç kapitalizm bireyinin dünyayı kavrayışının ve onun normalleşmiş toplumsal ilişkilerinin Freud’un topografik benlik anlayışında Id olarak bastırılması gereken yıkıcı güçler olarak kavranışı filmde korkutucu bir unsur olarak belirmektedir. Film öteki tarafından gerçekleştirilen işgali olumlu bir özdüşünüş başlangıcı olarak sunamamaktadır; ya da film boyunca seyircinin empati kurduğu Melanie için bu durum geçerli değildir. Aslında Melanie’nin “içinde” ondan ayrı bir özbilince sahipmiş gibi görünen bir “öteki” ile karşılaşması, dolayımlı bir mesafe duygusu yaratma potansiyeli taşımaktadır. Bir yandan kendine ait gibi görünen bedenin paylaşıldığı, dolayısıyla her an yerinden edilebilir olduğu fenomeninin etkilerini anlamaya çalışır. Görünüşte kendisidir ama gerçekte değildir. Bu kendi olamama, edimlerinin sahte benlik tarafından yapıldığı duygusuyla başa çıkmaya çalışırken, aynı zamanda her daim yanı başındaki ötekiyi bir mesafe bağlamında kabul etmek, onunla etkileşime girerken hem bir yeri paylaştığını hem de bu paylaşımın bir aynılık olmadığını görmesi gerekmektedir. Bu yüzden ötekinin konakçıdaki varlığı kişiliğin ve benliğin özbilincini kuvvetlendirirken, onu topoğrafyadan mahrum bırakarak zedeler. Bedenin daimî bir şekilde işgal edilebilirliği kişinin kendi kendine, kendiymiş gibi görünene karşı mesafeli olması gerektiğini gösterir. Bedendeki oluş mutlak değil, olumsaldır. Toplumsal ilişkiler de süreksizdir, merkezden çevreye, biz’den öteki’ye geçiş her an gerçekleşebilir. Bu durumun sunduğu “fırsat” kendine karşı mesafelilik, kültüre karşı bir özdüşünüş ve sorgulamadır. Bedenin yerinden edilebilmesi her zaman mümkündür. Öteki içimizde, kişinin benim sandığı yerde öteki olmak mümkün olduğu için ben dışarıdadır.
Ötekiyle Etkileşimin Olanakları
Bununla birlikte, Melanie’nin Wanda ile etkileşimi film boyunca bir tanışma, birbirini tanıma, önyargıları askıya alma biçiminde de ilerlemektedir. Film bu sesin gücünü Melanie’nin kendini bastırmaya çalışanlara karşı direnişi olarak sunsa da, ilişkinin karşıt yönünden bakıldığında Wanda’nın bu tür bir iletişime açıklığı da bu diyalog için temel sağlamaktadır. Başta Wanda içindeki konuşan sese karşı şüpheci yaklaşır ama silik biçimde beliren geçmişin anıları Melanie’ye yönelik önce bir sempati sonunda empati geliştirmesine yol açar. Bu istilanın haksız olabileceğini görür, kendi türlerinde de en az insanlar kadar acımasız kişilerin olabileceğine dair endişeler duyar. Sık sık kafa karışıklığı yaşasa da biraz da çaresizce Melanie’nin kendini sürüklediği direnişçilerin mağarasına yolculuk eder. Buraya vardıklarında ve Melanie’nin akrabalarıyla karşılaştığında, Melanie de artık kendisinin eski ben olarak kavranmadığını, melez varlık olarak bir başkasının misafirliğinde artık eski ben olarak kabul edilmeyeceğini görerek kendini ötekileştirilmiş hisseder. Melanie ve Wanda’ya dönük şüpheler ancak aşk ile dengelenir. Tek bir bedende kendini gösteren iki benlik ve mağarada direnişçi iki farklı erkeğin (Jared ve Jake) bu bedende kendi sevgililerini arayışı bir ucu oldukça süreksiz ve dengesiz bir aşk üçgeni oluşturmuştur. Wanda’nın, Melanie’nin sevmediği Jake ile yakınlaşması, Melanie’nin yıkıcı biçimde bilince çıkmasına, kendi varlığını baskınlaştırmasına sebep olur. Freud şöyle der: “Haz nitelikli duyuların bir zorlayıcılığı yoktur, ama buna karşılık hoşnutsuzluk duyularının zorlayıcılığı en yüksek derecededir”.,
Bu durum Melanie için de geçerlidir ve hoşnutsuzluk duygusunun kaynağı olarak “sahte benlik”in merkezi Wanda’ya karşı harekete geçmektedir. Bu süreçte Wanda kendi türünün Avcı’sının aramalarına karşı insanlara yardım eder; onlar gibi ekip biçer. Melanie’nin kardeşi de ona karşı sevecenlik gösterirken, Wanda da onun hayatını kurtarmak için kendi hayatını riske atar. Dolayısıyla iyicil olmak, uysal olmak, içinde yaşamak durumunda olduğu grubun çıkarlarına göre hareket etmek demektir.
Kimlik ve benliği bir sabitlikler değil de yapılandırılmış ve yapılandırılmaya devam edilen şema ve ağlar olarak gördüğümüzde ötekiyle etkileşim yıkıcılık değil yepyeni ve yapıcı ilişkiler kümesinin oluşumuna olanak sunmaktadır. The Host filmi bu konuda oldukça ketumdur. Film kimliğin süreksizliğini, bedenin sahiplik duygusunun yitimi konusunda hem metaforik düzeyde hem de yakın gelecekteki olası durumlara dair yaratıcı bir betimleme sunsa da, insan ve öteki için bu türden bir bedensizleşmenin getirdiği yeni fırsatlardan çok, konunun yaratacağı kaygı ve travmalara yoğunlaşmış görünmektedir. Bedenin kırılganlığı bedene karşı mesafelilik ve yepyeni bir ortak dil yaratma potansiyeli taşırken, bedenleşme için yapılan savaş, bitmek bilmeyen sahiplik nosyonları kimliği bir sabitlikler olarak kavramaya yol açmaktadır. Film bu açıdan çokkültürcü perspektifin ideallerinden oldukça uzak sayılsa da ötekinin insanın yanı başında olması, onunla bir iç ses olarak sürekli konuşması ve kısmen de olsa etkileşimlere olanak veren bir durumu betimlemesi oldukça önemlidir. Buna karşın filmin söylemi bedenleşme ve bedensizleşmenin sunabileceği yeni dil olanaklarına ilgisizdir. Benliğe dönük sahiplik söylemlerinin geçersizliği, uzaylılara ait görünen nezaket, şiddet karşıtlığı ve barış, temel ihtiyaçların giderilmesinde açıklık gibi konularda ise film ütopik durumu tartışıyor/olumsuzluyor görünmektedir.
Not: 3. Ulusal Sinema ve Felsefe Sempozyumu’nda sunulmuş bu çalışma, Sinefilozofi dergisinin özel sayısında tam metin olarak yayınlanmıştır. Yazının tam metnine buradan ulaşabilirsiniz.