Post-Apokaliptik sinemanın ilk örneği Danimarkalı yönetmen August Blom’un yönettiği Dünyanın Sonu (Verdens Undergang, 1916) adlı eserdir. ABD’de, türe ait ilk örnekler komedi-bilimkurgu karışımıdır. Türe ait ilk örnek, John G. Blystone’un 1924 tarihli The Last Man On Earth’tür. Filmde, (filmin çekildiği tarihe göre) gelecekte, 1940’ta, bir adam âşık olduğu bir kız tarafından reddedilip aşağılanır ve adam ormanda inzivaya çekilir. 1950 yılında ise sadece erkekleri etkileyen “Masculitis” virüsü erkek nüfusunu yok eder ve bu kız tarafından reddedilen adam bir ulusal hazine değeri kazanır. Aynı tema, ikinci film olan It’s Great to be Alive (Alfred L. Werker, 1933) filminde de tekrarlanmaktadır; gizemli bir virüs, ölen erkek nüfus ve virüsün yayılmasından önce Güney Pasifik’te bir adaya çarpan pilot ve pilotun döndüğünde dünyadaki son erkek olduğunu anlaması söz konusudur.
Deluge (Felix E. Feist, 1933), dramatik öğelerin de bulunduğu, yıkımı doğal bir görüngü olarak sunan bir filmdir. Filmde Dünya’daki hava durumu hızla değişmekte, basınç, rüzgâr hızı gibi etkenler bilinen dünyanın hızla değiştiğini göstermektedir ve New York şehri özelinde gösterilen deprem, uygarlığın en büyük başarılarını, gökdelenleri, binaları, Özgürlük Anıtı’nı yıkmaktadır ve ardından gelen dev okyanus dalgaları dünyanın önemli bir kısmını sular altında bırakmaktadır. Böylece bu felaketten sağ kalanlar için en önemli görev yeniden birleşip, yeni bir toplumu inşa etmektir. Deluge etkileyici bir şekilde kıyameti görselleştirmektedir. Broderick erken dönem felaket filmlerinin, zamanın küresel krizlerinin görünümleri olan Dünya Savaşı, 1917 Sovyet Devrimi, Büyük Buhran gibi olguların korkularını yansıttığını düşünmektedir (1993: 364). Sonuç olarak henüz tehlike dışsal ve kontrol edilemez düzeydedir. İnsanlık bu aşamada henüz kendi şanssız yazgısıyla yüzleşen bir tür olarak görülmektedir.
Bilimkurgunun “Altın Çağı”: 1950’lerde Nükleer Savaş Sonrası Dünya
Bilimkurgu sineması ancak 1950’den sonra eleştirel anlamda fark edilebilecek bir tür olarak ortaya çıkmıştır (Sobchack, 2001: 12; 2005: 261). 1950’ler, post-apokaliptik filmlerin hem bağımsız hem de büyük yapım şirketlerince üretildiği bir dönem olmuştur. Bu dönemde üretilen filmlerin üç tanesi, Captive Women, (Stuart Gilmore, 1952), World Without End (Edward Bernds, 1956) ve Teeange Cave Man (Roger Corman, 1958), savaşın bitmesinden çok sonraki yıllardaki yaşamı ele alırken, Five (Arch Oboler, 1951), Robot Monster (Phil Tucker, 1953), Day the World Ended (Roger Corman, 1955), The World, the Flesh, and the Devil (Ranald MacDougall, 1959) ve On the Beach (Stanley Kramer, 1959) savaşın etkilerinin henüz sürmekte olduğu dönemi konu edinmektedir. Filmlerde yalnızca Robot Monster felaketin nedenin uzaylı istilası olarak görse de, bu istiladan dolayı kafası karışan dünya devletlerinin nükleer silaha sarıldığını ifade etmektedir. Dolayısıyla bu dönemde filmlerin hepsinin, İkinci Dünya Savaşı’nı bitiren nükleer bombaların insanlığı tümüyle yok edecek olası etkileri konusunda tepkileri yansıttığını söylemek mümkündür.
Five, teknolojik gelişmelere karşı muhafazakâr değerlerin ön plana çıktığı, bilime ve insanlığın sınır tanımaz biçimde dünyayı fethetmesine dönük çabalara karşı kuşkulu, yok oluşu dışsal bir şey olarak görse de “malumun ilanı” olan bir “gereklilik” olarak görmektedir. Film yıkım sonucunda kurulacak toplumsal yapının ancak çalışkanlık, mütevazılık, dışarıya karşı kuşkulu, bu yeni toplumsal duruma karşı “tam hazır” olmayanların bir şekilde ortadan kalktığı tekçi bir dünya tasavvuruna sahiptir. Captive Women, merkezine New York kentini ve bu kent için mücadele eden üç grubu almaktadır ve eski dünyanın kalıntılarını ya da insanların kendisini yeni bir mücadele alanı olarak ortaya koymaktadır. Robot Monster, nükleer silahlara dönük bir ilgi gösterse de bu ilgiyi bu silahların olası tehlikeleri bağlamında tartışmamaktadır. Dahası insanlık için acil görev Ro-Man istilasına yol açacak ya da onu engelleyecek daha güçlü bir silahın geliştirilememesidir.
Day The World Ended, nükleer silahların tehlikesine dikkat çekmektedir ve bunun sadece doğayı dönüştürmekle kalmayıp insanı da kötü hale getirdiğini, bunun doğal ve tanrısal yasaların ihlali olduğunu ortaya koymaktadır. Nükleer felaket ve radyoaktif süreç insanı dönüştürmekte, onu çiğ et yemeye ve yamyamlığa eğilimli hale getirmektedir. Captive Women’da olduğu gibi mutasyona uğramış yaratıklara dönük ötekilik algısı belirmeye başlar. Film yeni durumu yeni bir başlangıç için yol olarak görür ve daha geleneksel ilişkilerin hâkim olduğu bir toplumu ideal bir yapı olarak ortaya koyar. World Without End, nükleer silahların tehlikesine dikkat çeker ve bunun sadece doğayı dönüştürmekle kalmayıp insanın bir kısmını kötü, canavar ya da yer altına çekildiğinde “kadınsı” yaptığını ortaya koyar. Nükleer felaket ve radyoaktif süreç insanı dönüştürürken yapılması gereken, geçmişten gelen bir grup insanın, yeni dünyanın yer altı sakinlerine, cesareti, gücü, özgeciliği göstermesidir. Bu yüzden filmin anlatısal modeli için geleceğin daha iyi toplumsal yapısı, geçmişten alınan bir dizi değerin eklemlenmesiyle mümkün görünmektedir. Böylece şiddetin yeniden kullanılması, mutasyona uğrayanların toptan sürgünü, şiddet uygulayan erkeklerin yeryüzünü fethe çıkması gibi süreçlerle gelecek dünyası geleceğin bir kısım bilgeliği (çünkü silahlar sadece küçük amaçlar için kullanılır) ile geçmişin silahlı gücüyle arasında bir denge kurulmaktadır. Böylece mitik Amerika yeniden diriltilmeye çalışmaktadır.
Teenage Cave Man, insanlığın tarihsel gelişimini bazı nesnel süreçlerden kopararak, onu tarih dışı ele alarak ortaya koyar. İnsanlığın ilkelliğe dönüşle son bulan bir tarihsel gelişim içinde atomik bir uygarlık olduğunu, bunun ise yeni bir yıkımla başa döndürdüğünü iddia edip, geçek toplumsal ve maddi ilişkileri anlamaya çalışmaz. Yenilik istenci olarak öne çıkan arayış miti, gerçeklerin bulunmasına yol açsa da film bunların bir farklılık getireceği konusunda yıkıma bir yenilik atfetmez. The World, The Flesh, and The Devil, Five gibi siyah insanların görünmekle kalmadığı, aynı zamanda onun başkarakter olarak belirdiği bir filmdir. Film yıkım sonrası dünyada en önemli çatışma konusu olarak ırk ayrımcılığını görür ve beyaz bir kadın ile siyah erkek arasındaki eşit, aşk ilişkisini bir olasılık ve kadın tarafından da arzulanan bir ilişki olarak ortaya koyar. Başka bir beyaz erkeğin varlığını göstermesi ise karakterler arasında bir çatışma yaratsa da sonucu çok değiştirmez. Film net biçimde eski yıkıcı savaşlara, iki erkek arasında bir kadın için gerçekleşecek “Dördüncü Dünya Savaşı”na karşı tavır alır. Hayatta kalan kişiler için tek çözümün birliktelik olduğu, “başlangıcın” ancak böyle mümkün olduğunu gösterir.
Son olarak On the Beach, nükleer savaşın sürmekte olan etkilerini, ölümü bekleyen bir grup şehir insanı ve askerler yoluyla ortaya koyar. Yıkıp yok etme güdüsünün insana içsel olduğunu, dolayısıyla bu güdünün değiştirilmesinin zor olduğunu, suçun insanlığın eline ölümcül bir oyuncak vermiş olan bilim insanlarında olduğu, her zaman bir hata yapanın çıkacağı vurgusu filmde hâkimdir. Filmde bu savaştan kaçınmak için “hala zaman var” ise de, geçmişe özlemle (nostaljik) yaklaşmakta ve şimdiyi idealleştirip onun bir mutluluk, sorunsuzluk anı olarak sabitlemek istemektedir.