Makinelerin Tahakkümü: Robot Overlords

Robotların istilası temi bilimkurgusal eserlerin köşe taşlarından biri. Gelişen ve kendine özgü bir kişilik edinen robotların başkaldırma sürecini inceleyen bu eserlerin değindiği önemli nokta ise robotların elindeki kaderimizin ne olacağı sorusu. Kimilerine göre neandertal kuzenlerimiz gibi biz de tarihin tozlu sayfaların karışma riskiyle karşı karşıya kalacağız; diğer bir başka kesimse erk sahibi haline gelen robotların kölesi olacağımız kanısında. Yani robotların denetiminde, koydukları kurallara uymakla mükellef bir yaşama mahkum edilebiliriz. Neticede güçlü olanın sözü kanun ise, uymamanın da mutlaka bir cezası bulunacaktır. Böylece mutlak bir yönetimin tahakkümü altında yaşayan aciz yaratıklara dönüşeceğimizi ve nihayetinde bundan duyduğumuz rahatsızlığın patlama noktası oluşturacağını düşünebiliriz.

Yönetmenliğini Jon Wright‘ın üstlendiği Robot Overlords ya da Türkçe ismiyle Robot İmparatorluğu filminde işlenen konu da tam olarak bu. Başka gezegenden gelen üstün varlık formları, gerçekleşen büyük savaşın ardından bir hafta kadar kısa bir sürede dünyayı ele geçirir. Kalan insanları da evlerine kapatarak kendi düzenlerini kurmaya başlar. Her yere gözcü yerleştirirler ve insanların boyunlarına izleme cihazı takarak hareket olanaklarını kısıtlarlar. Böylece insanların tecrit dönemi başlar. Onlara göre bu tecridin tek sebebi, insanlara dair yapmakta oldukları incelemedir. Televizyon yayınında düzenli olarak tekrar edilen bu uygulamanın tek koşulu ise, yaşanılan evden ayrılmamaktır. Fakat bir kesim insan robotlarla anlaşarak şartların aksine imkan elde edip zenginleşir. İşbirliği yaparak insanlarla robotlar arasındaki iletişimi sağladıklarını iddia etseler de, kraldan çok kralcılıktan pek de ötede değillerdir. Yani, bir nevi SS birliği olmuşlardır, ki bu distopik ortam yaşanan olayları da tetikleyecektir.

Sakin kasabayı ayaklandıran, bir adamın sinir krizi geçirerek sokağa fırlaması olur. Bunu yapması yasak olduğundan gözcü robot anında yanına gelir ve geri sayıma başlar; fakat adamın umurunda olmadığından durum iyice çıkmaza girer. Küçük bir çocuk kapıya çıkıp, “baba, ne olur içeri gel,” diye seslenir, ama  babası için son gelmiştir, buharlaştırılır. Çocuk panikle sokağa fırlar. Babasının üzüntüsüyle ağlamaya koyulur, ama robot onu da babasına yaptığı gibi eve girmesi yolunda uyarır. Oysa çocuk korkmuştur ve elinden ağlamaktan başka bir şey gelmemektedir. Komşulardan biri onu çağırır, ancak çocuk ağlamaya devam eder, ta ki karanlıktan kapişonlu bir adam çıkıp robotu durdurana dek.

Bu adam işbirlikçi Robin Smythe (Ben Kingsley)‘dir. Aşık olduğu Kate’in gözüne girebilmek için sürekli olarak etrafında gezinen, içten pazarlıklı biridir. Kate (Gillian Anderson) ise oğlu Sean (Callan McAuliffe) ile yaşayan bekar bir annedir. Kocası uzun zaman önce kaybolmuş, Smythe de bu fırsattan istifade ederek onunla evlenmeye çalışmaktadır. Kate durumun farkındadır, fakat çaresiz hissettiği ve oğlunu korumak istediği için taviz vermek zorunda kalmaktadır. Öte yandan Sean ise babasını kısıtlı imkanlarla aramaya çalışmaktadır. Dışarı çıkamadığı için yazdığı ilanları mancınık sistemi ile imkan dahilinde en uzak yere göndermeye çabalar. Bu yolla babasını bulamasa bile en azından onu gören ya da hayatı hakkında bilgi sahibi olan birilerine ulaşabileceği umudundadır. Arkadaşlarıyla geçirdikleri bir zaman aralığında yeni gelen ufaklığı da aralarına alırlar. Oynadıkları oyun sırasında da beklenmedik bir gelişme yaşanır: Bu gelişmeyle birlikte olayların önü alınmaz hale gelir.

Filmin senaryosu iyi başlamasına rağmen, ilerleyiş ne yazık ki hüsranla sonuçlanıyor. “Türkler gibi başla, Almanlar gibi devam et ve İngilizler gibi bitir” sözünü yalanlarcasına bir tablo sunulmasının yanı sıra, karakterlerle ve karakterlerin gelişimleriyle de yeterince bağ kurma olanağı sağlanamıyor. Bu yanlış tutum, doksanların çocuk karakter merkezli Avrupa filmlerine nazire olduğu izlenimini de uyandırıyor. Bahsi geçen filmlerin belirgin özelliği, temel sinema kanununa aykırı hareket eden ve kaliteyi baltalayan anlatıcılık yöntemleridir. İyi bir filmin en belirleyici özelliği, anlattığı hikayenin kurgu olduğunu unutturacak denli sağlam temellere yaslanması ve izleyiciyi bulunduğu bağlamdan alarak kendi alternatif gerçekliğine dahil edebilmesidir. Bunların eksikliğinde ise karşımıza sinopsis halinde filmler çıkar.

Gelelim oyunculuklara; Oscar Ödüllü Ben Kingsley bu filmde adeta perde arkasında oynatılmış. Ama bu perde, gölgesini azametli göstermekten ziyade sinik bir hale getirmiş. Senaryonun dar köşeleri, resital sunma imkanı olan aktörün köy seyirlik oyunu düzeyinde kalmasına neden olmuş. Film işlediği konuda çığır açmasa da, bu noktada eğer yeterince hareket alanı verilseymiş belki de oyunculukların etkisiyle itici güç bulabilirmiş. Aynı sorunu genç oyuncuların sahnelerinde daha yoğun olarak görüyoruz. Bunda elbette yine senaryonun konuyu tatlıya bağlama amacı taşıması ve hikaye anlatma inadı etkili olmuş gibi duruyor. Uzun lafın kısası, robotlarla ilgili distopik anlatılardan hoşlananlar filme göz atabilir. Şayet beklentiye girilmezse, filmin noksanları da görmezden gelinilebilir. Yeter ki bakan değil, gören olma yetisi bulunsun.

Yazar: Emre Bozkuş

ben bir şarkıyım/atlas denizlerinden geldim/önümde dalgalar vardı/arkamda dalgalar/dalgalar bitince/ben de biterim

İlginizi Çekebilir

bilimkurgu ve kapitalizm

Bilimkurgu ve Kapitalizmin İç İçe Geçmiş Tarihi

Bilimkurgu, uzun zamandır neoliberal hegemonyayı İngilizce konuşan halkın bilincine yerleştirmek için bir araç olarak kullanılmıştır. …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin