siberpunk

Siberpunk’ta Oryantalizm

Matrix’in kayan kanjileri, Blade Runner’ın Japonca neonları ve William Gibson İstanbul’u… Siberpunk akımı ortaya çıkışından beri doğu kültürü ile etkileşim halinde. Geleceğin tekno-distopyalarındaki kaçınılmaz küreselleşme aklınıza gelebilecek neredeyse her siberpunk eserde mevcut. Çok uzağa gitmemize gerek yok. Yakın zamanın en popüler dizilerinden Altered Carbon‘a bakalım. Ana karakterimiz Takeshi Covacs. Dizinin uyarlandığı kitap serisine ismini veren karakterimiz bile akımın doğuya duyduğu ilgiyi hatırlatıyor.

Bu ilişkinin sebepleri arasında aklımıza ilk gelen küreselleşme kavramı olacaktır. İletişim ve ulaşım teknolojilerinin gelişmesi bir nevi sınırları kaldırıyor. Doğu ve batı hiç olmadığı kadar bütünleşiyor, kültürler kaynaşıyor. Ama tabii ki akımdaki doğu rüzgarının tek sebebi bu değil. Beraber diğer sebeplere bakalım.

Doğu’nun Güzellikleri

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Japonya yepyeni bir ülke haline geldi. Özellikle son elli yılda yaptığı yatırımlarla teknolojinin gelişmesine çok büyük katkıda bulundu. Şu anda robotik konusunda Dünya’nın en iyilerinden. Az ötesinde Güney Kore elektronikte ve Çin sanayide dünya devleri. Geleceğin de bu uzak doğu ülkelerinin teknolojisine bağlı olacağını düşünmek haksızlık olmaz.

Tokyo, Pekin, Şangay şimdiden siberpunk bir filmden fırlamış gibi görünüyorlar. Batılı hikaye anlatıcılarının eserleri için biçilmiş kaftan. Üzerine yıllardır Amerikan popüler kültürünün ilgisini çeken doğu kültürü eklenince katanalar, ninjalar, yakuzalar havada uçuşuyor; samuraylar, Japon onurunu sergiliyor…

Doğu’nun Çirkinlikleri

Şimdi biraz batıya kayalım. Gelişmemiş ülkeler ve Orta Doğu… Peki dünyayı yakalayamayan bu insanlar neden siberpunk’a uygun? Çünkü siberpunk gelişmiş teknolojinin refah seviyesini arttırdığı bir dünya resmetmez. Siberpunk özünde bir distopyadır. Siberpunk’ta bir çürümüşlük, yozlaşmışlık havası hakimdir. Örnek vermek gerekirse aklınızda Star Trek dünyalarını canlandırın. Uzay gemileri insanlığa yeni ufuklar açmıştır. Medikal teknoloji ömrü uzatmıştır. Uzay yolculuklarının tehlikelerinden büyük ölçüde korunabilirsiniz. Kolunuz mu kırıldı her tabakadan insanın ulaşabileceği yara bantlarıyla kısa sürede iyileşirsiniz.

Siberpunk böyle değildir. Bu akım ismindeki “punk” kavramını yaşatır. Fakirliği, açlığı gösterir. Sağlık teknolojilerinin yerine uyuşturucular, eğlence sektörünün yerine hayat kadınları ve geyşalar vardır. Siberpunk kapitalizmi eleştirir. Teknolojinin ilerlemesi holdingleri, hanedanları ve zaibatsuları paraya boğmuş, zengin ve fakirin arasındaki farkı arttırmıştır. Evet, orada müthiş ürünler vardır ama yalnızca zenginler için…

Tekrar dönüp kendimize bakalım. Teknolojinin ülkemizi Star Trek’in değil siberpunk’ın yoluna sürüklediği açıktır. Bizim için teknoloji haberlerinin yapay zekalar değil dolandırıcılar olması bunun en büyük uyarısı olabilir. Sonuçta siberpunk’ın en önemli belirtilerinden olan teknolojinin amaç dışı kullanımı kültürümüze yerleşmiş durumdadır. Doğu, emperyalizmin yükselişinden beri Batı için geri kalmışlığın ve yozlaşmanın sembolüdür. Bu yüzden siberpunk’a da oryantalist bir bakış açısıyla yaklaşılmasından daha doğal ne olabilir?

William Gibson’ın Mirası

William Gibson

Siberpunk çok uzun zaman önce bilimkurgunun bir alt-türü olmayı bırakıp kültürel bir akım haline geldi. Kurguda edebiyattan sinemaya, çizgi romanlara ve tiyatroya kadar geniş yelpazede ürün vermekle kalmadı, müzikte, resimde ve modada da kendine yer buldu. Bu yüzden siberpunk kültürünün gelişiminde tarihsel sebepler önemli yer tutuyor. Bu kültürün en önemli kişisi ise kuşkusuz William Gibson. Yazdığı kısa hikayeler ve efsanevi Sprawl Üçlemesi (Neuromancer, Count Zero, Mona Lisa-Overdrive) siberpunk türünü ortaya koyan Gibson, altın çağ bilimkurgusu ve yeni dalga akımından beslenerek yeni bir kültür başlattı. William Gibson kesinlikle (iyi anlamda) bir oryantalistti. Neuromancer‘da henüz siberpunk dünyasını tanımlarken şöyle başlayan sihirli bir bölüm kaleme aldı:

“Beyoğlu’nda yağmur yağıyordu. Kiralık Mercedes’in içinde, temkinli Rum ve Ermeni kuyumcularının parmaklıklarla korunan ışıksız vitrinlerinin önünden geçtiler. Burası Osmanlı dönemi İstanbul’unun Avrupa yakasındaki en göz alıcı yerdi.”

Aynı kitapta Afrikalıların uzay istasyonuna, teknolojiyle bütünleşmiş kültürleri ve müziklerine; ayrıca seri boyunca bolca Japon kültürüne yer verdi. Aslında Sprawl üçlemesinin Japon kültürü üzerine kurulu olduğunu söylersek abartmış olmayız. İkinci kitaptan itibaren önemli yer tutan Vudu mitolojisini de unutmamak gerek. Kısaca William Gibson’ın eserleri, siberpunk’ın olduğu kadar akımdaki oryantalizm geleneğinin de başlangıcı.

Siberpunk’ın Japonya’yı Japonya’nın Siberpunk’ı Sahiplenmesi

Kafanızda siberpunk bir şehir canlandırmaya çalışırsanız bu muhtemelen Tokyo‘ya benzer. Bunda anime kültürünün siberpunk’ı sahiplenmesi büyük yer tutuyor. Neuromancer’ın çıkışından yalnızca birkaç yıl sonra yayınlanan Akira, çok fazla siberpunk unsur içeriyordu. 95 yılında gösterime giren Ghost in the Shell ise anime-siberpunk birlikteliğinin zirvesiydi. Ghost in the Shell’in popüleritesi ve Matrix başta olmak üzere Amerikan eğlence sektörünü fazlasıyla etkilemesi, siberpunk doğu temasını güçlendirdi.

Siberpunk’ta Doğu temasının neden bu kadar popüler olduğunu anladığımıza göre bu temayı kullanan bazı eserlere bakabiliriz.

Ghost in the Shell

ghost-in-the-shell-1995

Ghost in the Shell Japon yapımı bir anime olduğu için doğu kültürünü içermesi fazla normal gelebilir. Ancak bu film, Akira veya daha yakın zamanlı benzerlerinin aksine sırtını Japon kültürüne fazlasıyla dayıyor. Robot geyşalar ve teknoloji devi zaibatsuların yanında tekno-korku havasını arttıran yerel müzikleriyle Ghost in the Shell, sadece teknolojinin geliştiği bir distopya değil, aynı zamanda teknolojinin Japon kültürüyle kaynaştığı bir dünya sunuyordu. Animenin yakın zamanlı batılı uyarlaması pek başarılı olamasa da en azından bu konuda kaynak materyale bağlı kalmıştı. Daha doğru ifade etmek gerekirse, ana karakterleri batılı oyuncularla değiştirmesi eleştirilen film, batılılaşma çabasına rağmen Japon kültüründen kopamamıştı. Çünkü bu kaynak materyalin çok önemli bir parçasıydı.

Biraz da animenin konusundan bahsedelim. 2029 yılında gelişen teknoloji, insan ve makine arasındaki farkı çok azaltmıştır. İnsanlar ve makineler çeşitli şekilde birleşebilmekte; insanların yaptıklarını makineler, makinelerin yaptıklarını insanlar yapabilmektedir. Zaten teknolojinin kültürle bütünleşmesi buradan doğuyor. Ana karakterimiz Motoko Kusanagi devlet için siber suçlarla mücadele etmektedir. Felsefeyi polisiyeyle birleştiren filmde geleceğin Japonya’sında soluk soluğa bir kovalamacanın ortasındayız. İnsanların beyinleriyle ağa bağlanabilmesi, beyinlerindeki bilgilerin çalınabilmesine ortam hazırlamış. Kukla Ustası isminde bir hacker üst düzey gizli bilgilere ulaşınca onu durdurmak Teğmen Motoko’ya düşer. Ama Motoko, düşmanının bir insan mı yoksa program mı olduğunu bile bilmemektedir. Düşman, her ikisi birden bile olabilir…

Sprawl Üçlemesi

Sprawl Üçlemesi

William Gibson ve şaheseri Sprawl serisinin siberpunk üzerindeki etkisinden yukarıda söz etmiştik. Amerika’da bir kubbe kent ile Japonya ekseninde ilerleyen hikaye, Case ismindeki eski bir hackerın aldığı yeni işle başlayıp tüm dünyanın kaderini etkileyen bir yere ilerliyor. Afrika kültürü ve diniyle birleşmiş uzay istasyonu, siberpunk İstanbul ve çeşitli Avrupa başkentleri olmak üzere pek çok mekanı bize tanıtan seri, “matrix” ve “tam dalış” gibi kavramları ortaya koymasıyla devrimsel bir eser.

Ayrıca seride geçen Johnny Mnemonic‘in hikayesinden uyarlanan bir film de mevcut. Fakat filmde kitabın en sevilen karakterlerinden Molly Millions çıkarılıp yerine Jane isimli bir karakter eklenmiş. Molly, ilk razor-girl olmasıyla önemli bir karakter. William Gibson’ın kadın karakterlerin öne çıktığı dünyasından samuray-ninja esintisi taşıyan bir karakter Molly Millions. Daha sonra edebiyatta pek çok karaktere ilham vermiş.

Matrix

The Matrix

Matrix hakkında söylenebilecek çok fazla şey var. Hadi hem konumuzla en ilgili olanından hem de en eğlencelilerinden birinden başlayalım. Yakın zamanda Matrix’in ikonik kayan harflerinin tasarımcısı Simon Whiteley, yazıların Japonca bir yemek kitabından bir suşi tarifi olduğunu açıkladı. Matrix’e dalış sırasında gördüğümüz yazıların Japonca olması, bir benzerini Ghost in the Shell’de de görmemizden kaynaklanıyor. Tabii burada bir fikir hırsızlığından ziyade ilham zincirinden söz ediyoruz. Ghost in the Shell’de aynı şeyi Neuromancer’ın matrixe dalış tarifinden almıştı. Matrix başarısını biraz da popüler kültürün tamamından bir şeyler alıp onları ustaca bir araya getirmesinden alıyor. Matrix’in esin kaynakları arasında Grant Morrison’ın Invinsibles çizgi romanı dahil olmak üzere ilgisiz görünebilecek pek çok şey var.

Matrix’in Neuromancer’dan aldığı şeyler oldukça fazla. Muhtemelen başta da baş rol oyuncusu geliyor. Filmi yöneten Wachowski Kardeşler‘in Keanu Reeves’i seçmesinde Johny Mnemonic’in etkisinin olduğu belli. Onun dışında kitaptaki Japon esintisini seriye taşımak isteyen yönetmenler filmlerin dünyasının arka planını anlatan Animatrix animesini yayınladı. Anime hayranlar tarafından olumlu tepkiler aldı. Biraz da (hala bilmeyen kaldıysa diye) serinin konusundan söz edelim. Makineler ve İnsanlar arasındaki büyük savaştan sonra, makineler sanal gerçekliğe hapsettikleri insanları enerji kaynağı olarak kullanmaktadır. Seçilmiş kişi Neo, insanlığın son umudu olabilir. Büyük savaşın sebeplerini, nasıl başladığını, neden makinelerin insan enerjisine ihtiyaç duyduğunu, seçilmiş kişinin nereden geldiğini ise Animatrix’ten öğreniyoruz.

Blade Runner

Blade Runner, son yıllarda Amerikan eğlence sektörünü elinde tutan “sevilen yapımları kullanma” akımının bir parçası olarak yeniden hayatımıza girdi. İlk filmdeki gibi insanlarda farklı duygular uyandıran film, izleyenleri ikiye böldü. Blade Runner 2049‘un, son yıllarda çok gördüğümüz, sevdiğimiz eserlerin başarısını kullanan bayat filmlerden olmadığını göstermek için filmin çıkışından önce bir dizi kısa film yayımlandı. Yeni filmin öncesini anlatan bu kısa filmlerden biri Matrix’in mirasını takip edercesine anime formatındaydı. Anime, Blade Runner’ın dünyasını yansıtmak için çok uygun bir yöntem. Çünkü Blade Runner’ın geleceğinde Doğu Asya ekonomik ve kültürel olarak dünyaya hakim durumda. Ve iki film de bunu göstermek için görsel yolları tercih ediyor. Yani bu dünyayı sokaklarda gördüğümüz yazılardan ve yapılardan tanıyoruz.

Siberpunk’ın kurulmasında büyük etkisi olan Philip K. Dick‘in “Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi?” kitabından uyarlanan film, 2019 yılında Los Angeles’ta geçiyor. Noir esintileri taşıyan film, sorun çıkaran androidleri bulmakla görevli bir dedektif olan Rick Deckard‘ı anlatıyor. Deckard bir blade runner ve işinin en büyük zorluğu gelişen teknolojinin androidleri insanlara fazlasıyla yaklaştırmış olması. Hatta sıradan insanların replicant (kopya) adı verilen androidleri ayırt etmesi neredeyse imkansız.

Yazıyı sonlandırırken internette gördüğüm farklı bir fikri aktarmak istiyorum. Bazı insanlar türe ait eserlerin oryantalizme kötü anlamıyla dahil olduğunu söylüyor. Bazı görüşlere göre oryantalizm, dışarıdan bir bakış olduğu için ötekileştirme ve ayrımcılık anlamı içerir. Hakaret olarak kullanıldığı da olmuştur. Fakat aynı zamanda sanat eserleri de oryantalist olabilir. Bu yüzden bu anlam tartışmalıdır. Örneğin ressam Osman Hamdi Bey, Osmanlı vatandaşı olmasına rağmen ülkemizle ilgili oryantalist eserler üretmiştir.

Siberpunk eserlere dahil bahsettiğim eleştiri Neuromancer’dan sonraki eserleri kapsıyor ve Blade Runner gibi eserlerin doğunun mimarisi ve kültürünü aldığını ama insanlarını almadığını söylüyor. Bu eserlerin tamamen beyaz karakterlerden oluşmasını eleştiriyor. Yeni Ghost in the Shell filmi bu görüşe güzel bir örnek. O film de Japon kültüründen çok faydalanmasına rağmen önemli karakterleri beyaz oyuncularla değiştirmesiyle eleştirilmişti. Konuyu düşünürken bir de bu açıdan bakmakta fayda var.

Yazar: Sadık Efe Sarıtunalı

Bilgisayarla fazla ilgilenir. Boş zamanlarında ise çizgi roman okur. Bir gram çizim yeteneği olmadığı için çuvalladığı çizgi romanlarından sonra en büyük hayali kendine bir çizer bulup çizgi roman yazarı olmak. En büyük tutkusu ise bilimkurgu.

İlginizi Çekebilir

Yapay Zekâyı Stanislaw Lem ile Yeniden Düşünmek

Polonyalı bilimkurgu dehası Stanislaw Lem’i çoğunlukla felsefi bilimkurgu romanlarıyla tanırız. Oysa kendisinin tıp, gelecek bilim, …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin