Bilimkurguda Dunya Disi Yasam

Dünya Dışı Yaşam Düşüncesinin Tarihimizdeki Yeri

Eski tarihlerden beri insanlar, sezgileri ya da kurabildikleri mantık sistemleri aracılığıyla Dünya‘nın kainattaki yerini saptamaya çalıştı. Antik çağ filozofları, Dünya’nın “her şeyin” merkezinde yer aldığını düşünüyordu. Örneğin Aristoteles, Dünya’nın pek çok küreden ibaret bir evrende (Güneş, Ay ve yıldızlar) en içteki küre olduğu fikrindeydi. Aristoteles’e göre bu göksel kürelerin tümü, dört elementi (ateş, su, toprak, hava) içeriyor ve “Dünya” çekirdeğinin etrafında dönüyordu. Biçimleri ise kristalsi ve şeffaftı. Bütün elementler, kainattaki yerlerinde sahip oldukları özelliklere göre sıralanmış hâldeydi. Dünya kainatın merkeziydi ve yerçekimini de bu mantıkla izah ediyordu. Çünkü katı cisimler en alttaki o erişilmez merkeze ulaşmaya çalışıyordu.

Aristoteles’in kurduğu bu mantık sistemine göre öteki dünyaların varlığı imkânsızdı. Eğer evren onun düşündüğü gibi olsaydı, başka dünyalardaki maddeler de hem kendi merkezlerine hem de kainatın merkezine, yani Dünya’ya ulaşmaya çalışırdı. Dolayısıyla “başka dünyaların varlığı”, Aristoteles’in evren modeli içerisinde ciddi çelişkiler meydana getirirdi. Kısacası Aristoteles’e göre aynı anda iki dünya var olamazdı. Fakat Antik Yunan düşünürleri arasında atomların varlığını savunanlar, Aristo ile aynı düşünceleri paylaşmıyordu. Buna rağmen 13. yüzyılda Aristo’nun yazıları Avrupa’da yayıldıkça, bilginlerin çoğu onun görüşlerini benimsedi. Ne var ki bu düşünce, o dönem için çok büyük bir çelişki ortaya çıkarıyordu: Tanrı, birden fazla dünyayı var edemeyecek kadar güçsüz müydü?

1277’de, Paris piskoposu Étienne Tempier, bilginlerin 219 ilkeyi öğretmesini yasakladı. Bunların çoğu Aristo’nun felsefesiyle bağlantılıydı. Özellikle 34. ilke, Aristo’nun ortaya attığı “birden fazla dünya aynı anda var olamaz” savıydı. Tanrı sonsuz sayıda dünyayı yaratıp bunları var edebilecek kudrete sahipti. Buna karşı çıkmak aforoz edilmek anlamına geleceği için, Parisli bilginler hızla birden fazla dünyanın aynı anda var olabilmesine olanak sağlayan mantık kuramları geliştirdi. Böylece Aristo’nun evren modeli dini gerekçelerle reddedildi. Başka dünyaların varlığını düşleyenler de söz sahibi olabilmek için nihayet bir fırsat kazandı. Paris o zamanki Avrupa’nın entelektüel merkeziydi ve diğer bilginler “yeni dünyalar” konusunda Parislilerin görüşlerini takip etti. Fakat o yıllarda “dünya dışı yaşamın” pek de irdelendiği söylenemezdi. Yine de Jean Buridan ve Ockhamlı William bu olasılık hakkında kafa yormuştu. Ockahmlı William’a göre Tanrı şu anda var olan tüm canlılardan sonsuz sayıda yaratabilirdi ve üstelik bunları Dünya’da yaratmak zorunda da değildi…

Üzerinde yaşam bulunan dünyalar daha sonraları Cusalı Nicholas (1401-1464) ve Giordano Bruno (1548-1600) isimli düşünürlerin eserlerinde ortaya çıktı. Bu düşünürler yalnızca yeni dünyaların varlığını irdelemekle kalmadı, o dünyalardaki insanların bizlerle aynı, hatta bizlerden daha da gelişmiş varlıklar olabileceğini ileri sürdü. Nicholas’a göre kainatın bir merkezi yoktu, dolayısıyla Dünya kainatta ne konumsal ne de yaşamsal açıdan ayrıcalıklıydı. Bruno ise Tanrı’nın mükemmeliğinin sınırsız sayıda varlık ve dünyayı gerektirdiğini iddia ediyordu. Heretik düşüncelerinden dolayı yakılarak öldürülen Bruno, ne yazık ki Kopernikanizm’in 16. yüzyılda kazandığı zaferi göremedi.

Kopernik, gezegen sisteminin merkezine Güneş’i yerleştirdi. Bununla birlikte Dünya, Güneş’in etrafında dönen diğer gezegenlerden biri hâline geldi. Böylece “öteki dünyaların” varlığı sadece bir spekülasyon olmaktan çıkıp bir gerçeklik hâlini aldı. Öteki dünyalar demek bu dünyaların üzerinde yaşaması muhtemel varlıklar demekti. 1600’lerin sonlarına doğru Christiaan Huygens (kendisi Titan’ın kaşifidir), “Gezegensel Dünyalar, Bunların Sakinleri ve Üretimleri İle İlgili Yeni Varsayımlar” isimli kitabında eğer Dünya da bir gezegense ve başka gezegenler de varsa, o gezegenlerde de yaşam bulunmasının imkânsız olmadığını yazdı. Huygens’den birkaç yıl önce Bernard le Bovier de Fontenelle, “Dünyaların Çoğulluğu Üzerine Konuşmalar” eserinde Güneş Sistemi’ndeki yaşam ihtimalini zeki ama eğitimsiz bir kadın ile bir filozof arasındaki diyaloglar üzerinden tartıştı. Filozof, Dünya’nın insanlarla dolup taşarken öteki gezegenlerin bomboş olmasının tuhaflığına dikkat çekti. Hatta ona göre, Dünya üzerinde Ay’a tapınan insanlar olduğu gibi Ay’da da Dünya’ya tapınan insanlar olabilirdi.

Rönesans’tan bu yana uzaylıların (öteki dünyaların) var olup olmadığı tartışması yalnızca felsefe ve bilimle sınırlı kalmadı ve bu tartışma kendini sanat eserlerinde de gösterdi. Uzaylılar, kurgusal eserlerde genellikle şeytani varlıklar olarak betimlendi. Bu eğilim, büyük ölçüde insanların bilinmeyene karşı duyduğu korkudan kaynaklanıyordu. Kurgular uzaylılarla dolup taşsa da, insanlar dünya dışı yaşamdan henüz bir iz bulabilmiş değildi. Oysa bazı dönemlerde insanlar buna çok yaklaştıklarını düşündü. Mesela 19. yüzyılın sonlarına doğru Mars yüzeyindeki bazı çizgiler, gelişmiş bir medeniyetin varlığına işaret eden kanal sistemlerine benzetildi. Oysa bugün herkes Mars’ın yaşamaya elverişli olmadığını ve söz konusu çizgilerin de gelişmiş bir medeniyet tarafından inşa edilmediğini biliyor.

Evren yalnızca Güneş Sistemi’nden ibaret değil. Orta çağda, “Tanrı’nın kudreti sınırsız sayıda dünya yaratmaya ve bunları aynı anda var etmeye yeter,” diyen düşünürler bugünün şartlarında uzay gözlemi yapsa kim bilir ne tür bir vecd duygusuna kapılırdı. Eğer Güneş Sistemi’nde dünya dışı yaşam yoksa bile orada bir yerlerde mutlaka olmalı… 1961’de Frank Drake o meşhur denklemini geliştirdi ve sadece Samanyolu Galaksisi’nde on bin gezegenin ileri seviyede medeniyetlere ev sahipliği yapabileceğini iddia etti. Peki ama kainat niye bu kadar sessizdi? Belki de insanların sahip olduğu teknoloji dünya dışı canlılardan gelen mesajları algılayamıyor ya da o mesajlar uzayın karmaşası içinde kaybolup gidiyordu.

Fermi Paradoksu’na göre evrendeki gelişmiş medeniyetler, çoktan galaktik ulaşım sistemlerini keşfetmiş olmalıydı. Evren, Dünya’dan neredeyse üç kat daha yaşlıydı ve insanların bugün ulaştığı konum (ve ne kadar fazla gezegenin olduğu) düşünüldüğünde, bizlerden fersah fersah ileride pek çok medeniyet olması akla yatkın görünüyordu. Ama ortalarda kimse yoktu. Bu paradoksu açıklamaya çalışan pek çok bilim insanı ve düşünür ortaya çıktı. Örneğin bir araştırmaya göre, evrenin daha küçük olduğu eski dönemlerde meydana gelen gama ışını patlamaları yaşanılabilir gezegenleri adeta “kısırlaştırmış” olabilirdi. Çünkü galaksilerin iç içe olduğu daha küçük bir evrende, gama ışını patlamaları pek çok gezegeni kolayca tarumar edebilirdi. Dünya’nın oluştuğu tarih ise, evrenin yaşam için güvenli bir alan yaratabilecek kadar genişlediği dönemlere denk geliyordu. Öte yandan yaşama uygun gezegenlerin bu misafirperver koşulları kalıcı olmayabilirdi. Venüs ve Mars buna iyi birer örnekti. Böylesi gezegenlerde yaşam ortaya çıkmışsa bile meydana gelen korkunç boyutlardaki değişimlere adapte olamadan yok olup gitmeleri işten bile değildi. Böylece Dünya üzerindeki yaşam, belki de ender rastlanılan ve kainatın doğası tarafından hiç de hoş karşılanmayan bir fenomen olarak sınırsız bir yalnızlıktan ibaretti.

Hazırlayan: Tuğrul Sultanzade | Kaynak

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

Melancholia

Aykırı Yönetmenden Aykırı Bir Bilimkurgu Filmi: Melancholia

Danimarkalı Lars von Trier, sinema dünyasının en aykırı yönetmenlerinden biri olarak kabul ediliyor. Kalıpların dışında …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin