evren insan 2

Evrende Yalnız mıyız?

Her çocuk mutlaka bir gün “Evrende yalnız mıyız?” diye sorar. Evren öylesine büyüktür ki bu koca boşlukta yalnız olduğumuz fikri mantıksız gelir. Gerçekte bizim gördüğümüz, evrenin yalnızca küçük bir parçasıdır. Uzayın ve evrenin gerçek büyüklüğü konusunda hiçbir fikrimiz yoktur. Yıldızların çok olduğunu düşünürüz, oysa onların gerçek sayısı ve o sayının muazzamlığı hakkındaki algılarımız da yetersizdir. Evrende yaşamın olduğu bir gerçektir, biz varız. Ancak bizim dışımızda başka bir yaşam formu olup olmadığı hakkında henüz elimizde somut bir kanıt yoktur. Bu konularda kimi zaman oldukça gerçeğe yakın, kimi zaman ise büsbütün gerçekten uzak tahminler üretmekten öteye geçemiyoruz.

Ve bir de evrenin ötesi vardır ki aklımızın sınırlarını aşmak bir yana bilimin ve deneyin sınırlarını da aşmaktadır. Ancak, ne denli muazzam olursa olsun, yine de evreni çözümlemek için 100 trilyon sinapstan oluşan ve görkemli bir bilgisayar olan beyne sahibiz. Bilimsel yöntem bütün bilmeceleri eninde sonunda çözecektir. Evrende yalnız olup olmadığımız sorusu yanıtı aranan bilimsel bir sorudur. Dünya dışı zeka araştırmaları SETI (Searh for Extra Terestrial Intelligence/Dünya Dışı Zeka Arayışı) adı altında yürütülür.

Zekâ mı Canlılık mı?

Fizikçiler ve astronomlar genellikle “Evrende zeka var mı? Varsa onlarla iletişim kurabilir miyiz?” diye sorarlar. Biyolojinin bakış açısından bizim asıl tartışmak istediğimiz evrende ve ötesinde genel olarak yaşamın varlığıdır. Yaşamın varlığı zeka koşulu olmaksızın araştırılmalıdır. Canlılar uygun koşullar oluştuğunda zekayı zaten geliştirecektir. Zekânın beklediğimiz türde ve bizim anladığımız gibi olması gerekmediği gibi, hiçbir şekilde zeka içermeyen yaşam formları da olasıdır. Yaşam evrende yaygınsa, büyük bir çeşitlilik göstermelidir; yine de gezegenlerde ortaya çıkan yaşamın ortak özelliklerinin olduğunu düşünüyorum. Genel olarak “yaşamın varlığı” benim için “zekânın varlığından” daha önemli bir sorundur. Zekânın evrimine baktığımızda, herhangi bir organın ya da sistemin evriminden hiç de farklı olmadığını görürüz. Dünyamızda zeki varlık olarak tekliğimiz bizi yanıltmasın. Yaşam, genel anlamda zekâ gerektirmeden de var olabilir. Zeki varlıklar, sonradan bazı habitatları doldurmak için ortaya çıkmışlardır.

Beynin karmaşık olduğu bir gerçektir, kuş kanadı da öyledir. Beyin, geçmişi anımsama ve geleceği öngörme konusunda uzmandır, kuş kanadı da az enerji harcayarak uçma konusunda öyledir. Beynin kimi işlevlerini—yüz tanıma gibi—taklit edebilecek bilgisayarlar yapılamamıştır, kuş kadar zarif uçabilen uçaklar da… İnsan beyninin övgüye değer karmaşıklıkta olduğu bir gerçektir: Şu an için evrende bilinen en karmaşık nesne odur. Gelgelelim şu kısacık tarihimizde nice savaşlara, katliamlara ve insan bencilliğine yeterince şahit olduk. Zekamız dünyadaki yaşamı da tehdit eder hale geldi. İşte bundan dolayı, zekâmızın gücüyle övünmemiz yersizdir. Belki beynin yapısı ve karmaşıklığı kuşun kanadından üstün olabilir. Ancak bu uçma probleminin düşünme probleminden daha basit yapıda olmasından kaynaklanır. Eğer uçma problemi de aynı derecede güç bir problem olsaydı, kuşun kanadı da beyin kadar karmaşık hale gelecekti… Demek ki zekânın evrimi, herhangi bir özelliğin evriminden daha karmaşık, daha özel bir durum sergilemez. İkisini de aynı mekanizma ile inceleriz: evrim mekanizması. Bu nedenle evrende zekâdan çok, “yaşam” üstünde durmak istiyorum. Bana göre, “Yaşam nasıl ortaya çıkmıştır?” sorusu, sorulabilecek en önemli sorudur.

Yaşam Bizi Neden Şaşırtır?

Yaşamın varlığının şaşırtıcı olması doğaldır. Bunun sebebi, cansız nesnelerle çevrili bir evrende yaşamamızdır. Uzayda en ufak bir canlılık izi görülmez. Kaya, taş, su ve hava gibi “ölü” nesnelerin arasında “organik” varlığımız Gordion düğümü gibidir. “Nasıl ortaya çıktık?” diye sorarız şaşkınlıkla. Böylesine ölü bir evrenin bizim gibi yaratıkları doğurmasını anlayamayız. Bir yaratıcı olması gerektiğini ileri süreriz. Kör fiziksel kuvvetlerin etkisi altında değil de kendi yaşama güdüsüyle devinen varlıklar olduğumuzu düşünürüz. Peki öyleyse, bu irade gücü, bu otonom devinim yeteneği nereden gelmektedir? İşte bu soruyu sorarız. Bu soruya verilebilecek en kolay yanıtı veririz çoğunlukla: tanrı! Kendi karmaşık yapımıza hayran olmak da işin tuzu biberidir. “Bu denli karmaşık bir varlık kendi kendine oluşamaz, o halde bir yaratıcı olmalı,” deriz. Daha doğrusu modern bilim ortaya çıkıncaya kadar böyle diyorduk. Gözden kaçırdığımız noktalar vardır oysa.

Söz gelişi, canlıların karmaşıklığı gayet normal ve beklenen bir durumdur. Hatta bizzat bu karmaşa, yaşamın tasarlanmış olmadığının garantisidir. Eğer tasarlanmış olsaydı, karmaşık değil, sade ve basit olurdu. Oysa canlıların anatomisi inanılmaz derecede karmaşıktır. Tekrar ediyorum, karmaşıklık, doğadaki fraktalların ve kaotik sistemlerin sonucudur ve “akıllı tasarım” eseri olamaz. Akıllı hiçbir mühendis sorunları doğadaki gibi çözmez. Söz gelişi, helikopter tasarlayan bir mühendis, onu rotor etrafında serbestçe dönen bir pervane şeklinde tasarlar. Tek bir motor kullanır. Böylesi daha sadedir. Oysa doğadaki helikopter böceği, binlerce motoru olan (kaslar), hiçbir döner parçası olmayan, her biri ayrı ayrı besin, su ve oksijen isteyen yüz binlerce hücreden oluşan karmaşık bir mimariye sahiptir. Doğanın problemleri çözme biçimi böyledir. Çünkü doğanın bir “tasarımcısı, mühendisi” yoktur. Canlı sistemler problemleri böyle çözmek zorundadır.

Eldeki yapıları yavaş yavaş değiştirip modifiye ederek, istedikleri sonuca ulaşmaya çalışırlar. Bir bakıma doğadaki bütün yapılar çakma‘dır. Bir miktar inorganik maddeyi çok uzun süre gözlemleseniz bile apaçık bir değişim göremezsiniz. Bu da cansız doğanın aşırı derecede durgun ve pasif olduğu gibi bir izlenime kapılmanıza neden olur.Buna göre, cansız bir nesnenin değişerek herhangi bir şeye dönüşmesi fikrini yadırgarız. Bu yüzden abiyogenez (cansız doğadan canlı varlıkların kendiliğinden türemesi) fikri bize çılgınca gelir.  Ama asıl çılgınca olan, karmaşık bir şeyin açıklamak için ondan daha karmaşık bir yaratıcının varlığının ileri sürülmesidir. Canlılığın ortaya çıkması şaşırtıcı ve akıl almaz bir olgu gibi görünür. Gerçekten de öyledir. Nitekim, dünyada yaşamın ortaya çıkması ve belli bir dengeye kavuşması 3 milyar yıl sürmüştür. (Prekambriyen dönemi.) Üzerinde bakteri fosili bulunan en eski kaya 3,6 milyar yaşındadır. Ana hatlarıyla canlıların taslakları oluştuktan sonra canlılığın bugünkü halini alması için 500 milyon yıl yetti. Yani dünya 3 milyar yıl boyunca sadece tek hücreli ve basit çok hücreli canlıları ortaya çıkarabildi. Günümüzde bile dünyanın asıl sahipleri hala tek hücrelilerdir. Çok hücreli gelişmiş canlılar misafir gibi dururlar. Canlıların hergün gerçekleştirdikleri olağanüstü karmaşık hücresel faaliyetler hiçbir yaratıcının müdahalesi olmadan kendi kendine sürdürülüyor.

Hücrede gerçekleşen her bir olay küçük bir “mucize” gibi gelebilir bizlere. Oysa hücre karmaşık bir “moleküler makine”dir sadece. DNA’nın kendini koplalaması, RNA ile komutları hücreye iletmesi, hücrede bu komutlara göre protein sentezi, organik moleküllerin parçalanarak enerji üretilmesi ve fotosentez gibi olağanüstü olaylar büyük oranda hiçbir “dışşal” kontrolün ya da “mucizevi” gücün etkisi olmadan, kendi kendine yürümektedir. Buna her an tanık oluyoruz. Bütün bu canlılık faaliyetlerini “beyinsiz, akılsız, ruhsuz ve cansız” moleküller yönetiyor ve bu işi hiçbir şekilde “düşünmeden” gerçekleştiriyorlar. Bu gerçek gözlerimizin önünde duruyor. Öyleyken, aynı moleküllerin ilk canlı hücreyi (protosel) ortaya çıkarmasına çok da şaşırmamalıyız aslında. Bunun için gereken her şey dünyada vardı. Dünya oluştuktan 1 milyar yıl sonra ilkel bakteriler görülmeye başlandı. Bu da canlığın evrimleşmesi için yeterince uzun bir zamandır. İnsan şunu da merak ediyor. İnsan türü sadece 1,6 milyon yaşındadır. Hatta modern insan bundan çok daha gençtir. Madem amaç insan yaratmaktır, o halde neden 3,6 milyar yıldır dünyada hayat var? (2187 katı.) Ayrıca, neden dünyadaki yaşam çok basit canlılarla başlamışken giderek karmaşıklaşmış? Canlılardaki gelişim kaya katmanlarından apaçık bir şekilde okunmaktadır. Hatta jeologlar ve paleontologlar kayaların yaşını içinde bulunan fosillere göre belirliyorlar. Buna göre içinde en basit fosillerin bulunduğu kayalar en yaşlı olanlar. Kayalar gençleştikçe içinde bulundurdukları fosiller daha da gelişmiş oluyor. Örneğin dinozor döneminden kalma hiçbir kayada gelişmiş bir memelinin fosili bulunamamıştır.

Cansız Maddelerin Aldatıcı Durağanlığı

Cansız doğanın durağan ve pasif olduğu görüşü bütünüyle bir aldanış ve yanılgıdır. Gözümüze apaçık görünmese bile her türden cansız nesne hareket halindedir. Bizim takip edemeyeceğimiz ve kaydını tutamayacağımız büyük dönüşümler geçirmektedir. Suyu ele alalım. Bize hareketsiz ve durgun görünür; ancak onun yapısındaki moleküller sürekli hareket halindedir. Onu oluşturan atomlar da keza öyle. Hatta bu hareket sonsuz küçük boyutta -Planck düzeyi denen en küçük düzeyde- öylesine çılgınca bir boyuta varır ki, o seviyede neredeyse hiçbir şey tahmin edilemez ve her şeyin olması mümkün hale gelir.

Bu çılgın hareketin oluşması için maddeye bile gerek yoktur. Boş bir uzay parçasını Planck düzeyine kadar bölerseniz, çılgınca kaynaşan bir kuantum köpüğü elde edersiniz. Kuantum köpüğü olmadık şeylerin ortaya çıkmasına gebedir. Demek ki cansız doğanın durgunluğu aldatıcıdır. Bize öyle görünmektedir. Bizim algımızdan gizlenmiş bir hareket ve değişim içindedir doğa—ve bu değişimler süreklidir.

Özel miyiz?

Evrende yalnız olmamız da megalomanimizi destekliyor. Benzerlerimiz bulunsaydı—başka gezegenlerde başka yaşam formları—o zaman kendi anatomi ve kimyamızla onlarınkini kıyaslayarak yaşamla ilgili bilgimizi arttırabilirdik. Tıpkı çok kardeşi olan insanların daha az sorunlu, daha az bencil olması gibidir bu. Şu var ki, mucize olup olmadığımızı bilmiyoruz. Öyleyken, tekil olmamız ve benzerimizin bulunmaması bizi “istisna” yapıyor. Düz mantık gereği, istisnaları tanrıya atfediyoruz doğal olarak. Dünyadaki diğer canlılarla kıyaslandığında, zekâmız bir lütuf gibi görünür gözümüze. Oysa genellikle bir habitatı dolduran canlı diğerlerini ya yok eder ya da onların gelişmesine engel olur. Kuşkusuz başka zeki varlıklar ya da adayları vardı, ama insan rekabeti yüzünden ortadan kalktılar ya da gelişme fırsatı bulamadılar. Bu, bir iş kolunu ele geçiren Mardinlilerin Erzurumluları kovması ve o iş koluna kendilerinden başka kimseyi sokmamaları gibi bir şeydir. Eğer insan zekâsı herhangi bir sebepten gerilemeye başlar, ya da ortadan kalkarsa, başka bir zeki türün çok hızlı bir şekilde evrimleşerek yerimizi dolduracağını bekleyebiliriz. İnsan türünün zekâsının bir miktar gerilediğini düşünen bilim adamları vardır bu arada.

Buna göre, son buzul çağında ortaya çıkan insan beyni, o zamanlar yaşamak için çok daha zorlu sorunları çözmek zorundaydı. Ayrıca daha küçük gruplar halinde yaşıyordu ve problemleri az sosyal destekle ve az işbirliği ile halletmek zorundaydı. Günümüzde toplumsal yapı ve kültür, çoğu durumda bizim yerimize düşünen, ya da problemleri çözmek için etkin biçimde iş birliği yapan milyarlarca insanın iş birliğine dayandığı için, tekil insan zekâsına olan ihtiyaç bir miktar azalmıştır. Bu da beyinleriminiz son 30 bin yıl içinde bir miktar küçülmesine neden olmuştur. Şehirleşme, makineleşme, robotlar ve bilgisayarların varlığı yüzünden beynimizin ortalama olarak bir miktar daha küçüleceğini bekleyebiliriz. Sonuç olarak aslında özel değiliz. Özel görünüyoruz, ya da kendimizi öyle görüyoruz. Ailenin tek oğlunun kendini çok özel hissetmesi gibidir durumumuz. Kendimizi kıyaslayabileceğimiz başka yaşam formları ya da başka zeki varlıklar olmadığından, kendimizle ilgili abartılı düşüncelere sahip olmamız da doğaldır.

Dünya’da Yaşamın Olması Başka Gezegenlerde de Olduğunun Kanıtı Sayılabilir mi?

Dünya’da her köşede yaşam vardır ama hepsinin kökeni birdir. Dünya’da farklı kökene sahip tek bir yaşam formu dahi yoktur, hepsi karbon ve DNA bazlı, çok spesifik canlılardır ve neredeyse ikiz kardeş denebilecek kadar birbirine benzerler. Hepsi hücre bazlıdır, proteinler ve aminoasitler biribirine anahtar kilit uyumu içindedir. Demek ki dünya’da bir tek hücre aslında bütün canlıların atasıdır. Bu nedenle sadece dünyasal organızmaların (karbon bazlı, DNA temelli yaşamın) gezegenimizdeki her türlü koşula uyum sağlayabilecek bir silsile oluşturduğunu söyleyebiliriz, hepsi bu. Evrende yaşam varlığı konusunda “Dünya gezegeninde yaşam varsa, diğer gezegenlerde de olabilir” cümlesinden öte bilimsel bir iddiada bulunamayız maalesef.

İstisna mıyız?

Şimdilik bunu bilmemizin bir yolu yok. Samanyolu’nda başka canlılar var mı? Peki evrende? Ötesinde? Bu konuda iki farklı bilimsel görüş vardır. Birincisine Vasatlık İlkesi, ikincisi ise Nadir Dünya Varsayımı deniyor…

Vasatlık İlkesi (Kopernik İlkesi)

Carl Sagan ve Frank Drake tarafından savunulan bu ilkenin söylediği şudur: “Farklı sayıda elemanı olan kümeler arasından rastgele bir nesne çekilirse, bu nesnenin, eleman sayısı en büyük olan kümeden çekilmiş olma olasılığı, diğer kümelerin herhangi birinden çekilmiş olma olasılığından fazladır.” Yani örneğin, dünyadan rastgele bir insan seçerseniz, bu kişi büyük ihtimalle Çinli olacaktır. Bu ilkeyi dünya gezegenine uygularsak, onun özel bir yer olmadığı sonucuna varırız. Yani üzerinde yaşam bulunduran herhangi bir gezegenden biri olmalıdır Dünya. Üzerinde yaşam bulunduran bir çok gezegen bulunmalıdır. Kısaca, vasatlık ilkesi, “Hiç de özel değiliz,” anlamına geliyor. Günümüz bilimsel anlayışı, vasatlık ilkesini destekler. Fizikçilere göre, doğal süreçler tekrarlanabilir. Yani aynı koşullar altında gerçekleşen bir olay, farklı bir zaman diliminde, farklı bir yerde aynı koşullar oluşturulursa, tekrarlanır.

Bir örnek vermek gerekirse, taşı ne zaman bıraksanız düşer. Hatta bu olay sadece dünyada değil, Ay’da, Mars’da ve hatta evrenin öteki ucunda da aynen tekrarlanır. Bu olaylar birbirinden farklı olaylar değildir ve aynı yasa çerçevesinde defaaten gerçekleşirler. Vasatlık ilkesini çok temel matematiksel anlamda destekleyen çalışmalar ancak yeni yeni yapılabilmektedir. Çünkü bu ilke, kanıtlanmış olmaktan çok, bilim adamları arasında bir ‘kanı’ olarak vardır. Bu ilkeyi kanıtlamak ya da çürütmek çok zordur. Yine de bu konuda çalışmalar yapılıyor (hem deneysel hem de matematiksel.)

Evren Yasaları

Esasında bu görüşün altında yatan derin ve temel bir “yasa” kavramı vardır. Buna göre, olaylar bir takım yasalar tarafından yönetilmektedir. Bu yasalara evren yasaları denir. Evren yasalarının nasıl oluştuğu, kaynağı ya da nitelikleri konusunda henüz yeterli bilgiye sahip değiliz. Hatta birçok yasayı henüz keşfetmemiş olabiliriz. Ancak keşfettiğimiz kadarıyla bu yasaların bazı ortak özellikleri vardır. Bunlardan birisi, bu yasaların hiç istisna kabul etmemesidir. Bu önemli bir konudur. Yasalarda en ufak bir değişkenlik, ya da istisna bulunsaydı, bu istisnalar evreni zaman ve mekan içinde tutarsız hale getirirdi. Tutarlı ve dengeli bir evrenin var olabilmesi için yasaların istisnasız, çok tutarlı ve sıkıcı derecede tek düze olması gerekir ki bizim evrenimizin yasaları öyledir. Bu noktada şöyle bir iddiada bulunabiliriz. Belki de yasalarının tutarsız olduğu evrenler de vardır. Ancak bu evrenler ya hemen çökerler ya da içinde bulundukları kaos yüzünden bünyelerinde herhangi bir karmaşık nesnenin var olmasına müsaade etmezler. Buna göre, dünyadaki yaşamı ortaya çıkaran bazı biyolojik yasalar da vardır.

Aynı koşullar yeniden oluştuğunda, yaşamın da kaçınılmaz bir şekilde ortaya çıkmasını bekleriz. Bilim adamları genellikle evrende başka yaşam formlarının—bolca—bulunduğuna inanırlar. Onlara göre yaşamı ortaya çıkaran doğal—ve oldukça olası—süreçler bulunmalıdır. Koşullar her uygun olduğunda—şu veya bu gezegende—yaşam derhal—ya da büyük ihtimalle—ortaya çıkmalıdır. Bu durumda, evrende yalnız değiliz, olamayız. Ancak onlarla iletişim kuramayabiliriz. Vasatlık ilkesi ya da Kopernik İlkesi evrendeki yerimizin özel olmadığını, evrenin merkezinde bulunmadığımızı söyler. Bu görüşe göre, yaşam evrende birçok farklı yerde ve birçok kereler ortaya çıkmış olmalıdır. Bu durumda bizler istisna değiliz. Evren yasalarının zaman ve mekan içindeki tutarlılığı bize özel olmadığımızı, bir kez olan şeyin defaaten olmuş olması gerektiğini düşündürür. Bu görüş doğru olabilir mi? Bunu bilmiyoruz. Ama pek çok bilim adamı (biyolog, fizikçi, kimyacı) doğru olduğu görüşündedir.

Bu görüş doğruysa, yaşam defaaten ortaya çıkmış ve çıkacaktır. Benzer süreçler benzer sonuçlar doğurduğundan, evrenin bizim gezegenimizle aynı koşullara sahip başka bir dünyasında oluşacak bir yaşam formunun aşağı yukarı bizimkine benzemesi gerekir. Görünüş benzerliğinden bahsetmiyorum. Kimyasal süreçler benzer olmalıdır demek istiyorum. Yani orada da yaşam karbon temelli olmalı, aynı enerji dönüşümleri ile yürümeli, DNA benzeri yapılar olmalı vs. Bu görüşün doğruluğunu şu an için kesin olarak ne çürütebilir ne de onaylayabiliriz. Ancak evrende başka bir yaşam formu ile karşılaşırsak ve onu inceleme fırsatı elde edebilirsek, bu görüş güçlenecektir. Abiyogenezle ilgili bir takım çalışmalar yapılmakta ve olumlu sonuçlar alınmaktadır.

Bu konuda çalışan ilk bilim adamları: Harold Urey ve asistanı Stanley Lloyd Miller‘dir. Ayrıca günümüzde Martin Hanczyc de önemli çalışmalar yapmaktadır. (Türkiye’ye de gelip çalışmalarını anlatmıştır.) Abiyogenezin nasıl olduğunu anlayabilir ve bunu laboratuvarda deneylerle kanıtlayabilirsek, o zaman vasatlık ilkesi bir görüş olmaktan çıkar; yasa olur.. Şöyle ki: Diyelim A gezegeninde karbon temelli bir yaşama rastladık. O zaman vasatlık ilkesi güçlenecektir. Hatta bu yaşam formunun DNA benzeri bir genetik materyali bulunsun… O zaman bu ilke daha da güçlenir. Bulunan yaşam formu dünyadakine benzemiyorsa? Bu durumda “yaşamın ikinci bir formu daha vardır…” denecektir.

Nadir Dünya Varsayımı

Bu varsayım ilk kez jeolog ve paleontolog Peter Ward ile gökbilimci ve astrobiyolog Donald E. Brownlee tarafından yazılan bir kitapta ortaya konmuştur. Bu görüş, vasatlık ilkesinin tam tersini iddia eder. Buna göre yaşamın bu dünyada ortaya çıkması çok büyük bir tesadüftür.  Buna göre Dünya’da yaşam pek de muhtemel olmayan bir çok astrofizik ve jeolojik faktörün şans eseri bir araya gelmesiyle ortaya çıkmıştır. Nadir Dünya Varsayımı kısaca, “Yaşamın ortaya çıkması aslında devenin iğne deliğinden geçmesi kadar zordur, ama bir kez olmuştur,” diye özetlenebilir. Bu görüşün altında yaşamı ortaya çıkaracak pek çok faktör bulunduğu ve bu faktörlerin her birinin gerçekleşmesi pek de muhtemel olmayan olaylar olduğu düşüncesi yatar. Nadir Dünya Varsayımı, yaşamın ortaya çıkmasının güçlüğünün farkındadır. Günümüzde yaşamın ortaya çıkmasının bir çok faktöre bağlı olduğu iddia ediliyor. Bunlardan bazılarını sayalım:

  1. Gezegenin orta büyüklükte ya da küçük bir yıldızı olmalı. (Uzun ömürlü olması için.)
  2. Gezegenin yıldızı, ikinci ve hatta üçüncü kuşak yıldız olmalı. (Ağır metalleri bulundurması için.)
  3. Gezegen yıldızına ne çok yakın ne de çok uzakta bulunmalı. (Sıvı su bulundurması için.)
  4. Gezegenin kütlesi çok küçük ya da çok büyük olmamalıdır. (Gezgen kütlesi pek çok faktörü doğrudan etkiler. Sözün gelişi, küçük kütleli bir gezegen atmosferini tutamaz. Ayrıca küçük gezegenlerin iç kısmı sıcaklığını koruyamaz ve çabucak soğur. İç kısmı soğuyan gezegenlerde tektonik hareketler de durur. Isı kaybı, demir çekirdeğin hareketine de engel olacağından, küçük bir gezegen manyetik alana sahip olamaz.)
  5. Gezegenin yıldızının galaksi içindeki konumu sarmal kolların merkezinden ve galaksi merkezinden uzakta bulunmalı. (Süpernova patlamalarından uzakta olması için.)
  6. Gezegen jeolojik olarak aktif olmalı. (Yer kabuğunun sürekli yenilenmesi için.)
  7. Gezegenin bir ayı bulunmalı. (Gezegeninin kendi etrafında dönüşünün istikrarlı olması, gezegenin yalpalamaması için.)
  8. Gezegenin bir manyetik alanı bulunmalı. (Güneş rüzgarlarından korunması için.)
  9. Sistemde büyük bir gezegen daha bulunmalı. (Meteor ve kuyruklu yıldızları kendine çekmesi için.)

Bu saydığım faktörler sadece gezegenle ilgili olanlar. Bir de inorganik evrim sonucu organik yaşamın ortaya çıkabilmesi için gereken faktörleri düşünün… Ben şimdilik aklıma gelenleri yazdım. Bu faktörlerden bazıları gerçekten elzem görünüyor. Mesela 1., 2., 3. ve 4. maddeler hemen hemen kesindir. Diğer faktörlerin zorunlu olup olmadığı tartışmalıdır. Nadir Dünya Hipotezi, abiyogeneze de genişletilebilir. Dünya yaşama çok uygun bir gezegen olsa bile, bu gezegende abiyogenezin gerçekleşmesinin bir zorunluluk olup olmadığını bilmiyoruz. Belki abiyogenez için de yukarıdaki gibi başka şartlar gereklidir. Ancak bunlar bilinmiyor. Nadir Dünya Hipozeti, cansız maddelerin kendiliğinden bir araya gelip ilk hücreyi oluşturmasının güç bir iş olduğunu ve bunun gerçekleşme olasılığının çok az olduğunu kabul eder. Bu noktada yaradılışçıyla aynı fikirdedir—şimdilik. Bu görüşün ışığında yaşamın ortaya çıkması bir mucizeye benzer. Ancak bu gerçekleşebilir bir mucizedir.

Fizikçi Görüşü, Olasılıkçı Görüş ve Yaradılışçı Görüş

Yaşamın nasıl ortaya çıktığını bilmiyoruz. Bu yönde hiçbir şey kanıtlanmış değildir. Yukarda da gördüğümüz gibi, yaşamın kendi kendine mi yoksa bir yaratıcının inisiyatifiyle mi ortaya çıktığı yönünde temel iki görüş vardır. Abiyogenezciler çoğunlukla bilim adamlarıdır. Diğer görüş ise daha çok teistlerin görüşüdür. Abiyogenezciler de kendi arasında ikiye ayrılır:

1. Fizikçi Görüşü: Yaşamın ortaya çıkmasının bir zorunluluk olduğunu, bunun evrende defaaten olan “sıradan” bir olay olduğunu düşünenler, yani Kopernik İlkesini kabul edenler ki ben bunlara fizikçi görüşü diyorum.

2. Olasılıkçı Görüş: Yaşamın ortaya çıkmasının deneme sayısına bağlı bir olasılık olayı olduğunu düşünenler, ben buna da olasılıkçı görüş diyeceğim. Olasılıkçı görüşü basit bi örnekle açıklayalım. Üst üste 10 kez tura gelmesi olasılığı dur. Küçük bir olasılıktır bu. Ancak şans eseri, ilk denememizde bile bu olay gerçekleşebilir. Eğer 210 tane birbirinin tıpkısı evren varsa ve bu evrenlerin her birinde bir çocuk üst üste 10 kez parayı atarsa, evrenlerin birinde üst üste on kez tura gelmesini bekleriz. Şimdi diğer evrenlerde yaşayan çocuklar zaten bu olayın gerçekleşmesini beklemiyorlardı. O nedenle olayın gerçekleşmemesi onları şaşırtmaz. Ancak, olayın gerçekleştiği bir tane evren vardır ve bu evrendeki çocuğun kafası çok karışmıştır. Beklemediği, tecrübeye ve sağduyuya aykırı bir olaya şahit olmuştur. Ve bu olay, tekrarlanmamaktadır. Attığı paralar üst üste on kez tura gelmiştir. Bu durumun açıklamasını yapamaz çocuk. Bir mucizenin gerçekleştiğine inanabilir. “Belki de tanrının parmağı dokunmuştur,” diye düşünür. Oysa bizim için ortada şaşılacak bir durum yoktur. Biz, çok sayıda evrenden birinde bunun olmasını bekliyorduk zaten.

Başka evrenleri işin içine karıştırmadan, bu evren içinde kalarak üst üste on kez tura gelme olayına şahit olabilir miyiz? Elbette… Yeterince çok sayıda deneme yaparsak, bu olayın gerçekleştiğini gözleriz. Ancak bunun için sürekli deneme yapmalı ve yeteri kadar beklemeliyiz. Bekleyeceğimiz zamanı hesaplayabiliriz. Her denemenin bir dakika sürdüğünü farz edersek, bu olayın gerçekleşmesi yaklaşık olarak 210 dakika sürecektir. Bu ise yaklaşık 17 saat eder. O halde bir gün boyunca hiç durmadan para atarsak, istediğimiz bu olayın gerçekleşmesi gerekir. Yaşamın ortaya çıkması da deneme sayısına bağlı olabilir. Yani yeteri sayıda deneme yaparsak ve yeteri kadar beklersek, yaşamın kendiliğinden ortaya çıktığını görebiliriz. Ancak yaşamın ilk kez hangi koşullarda ortaya çıktığını henüz bilemiyoruz. Bu nedenle kaç deneme yapılması ya da ne kadar uzun süre beklenmesi gerektiğini bilemiyoruz. Yaşamın bir okyanusta, belli koşullar altında ortaya çıktığını farz edelim.

Bu koşullar laboratuvarda yeniden oluşturulup, yeteri sayıda deneme yapılabilirse, yaşam ortaya çıkabilir. Ancak bunun için ne kadar beklememiz, kaç deneme yapmamız gerekir? Bunu hesaplayabilecek bilgi birikimine—şimdilik—sahip değiliz. Yaradılışçılar olasılıkçı görüşe itiraz ederler. Onlara göre en basit proteinin oluşması için bile olağanüstü çok sayıda denemenin yapılması gerekir. Bu görüşün haklı yanları vardır. Gerçekten de en basit ilk hücrenin bile tesadüfen bir araya gelmesi olağanüstü büyük bir şans gerektirir. Fizikçi görüşü, bu noktada şansın değil bir takım zorunlulukların rol oynadığını düşünür. Ancak bu zorunlulukların tam olarak ne olduğunu ve hangi mekanizmanın işlediğini bilemez. Olasılıkçı görüş ise, bu tesadüfün ortaya çıkması için gereken deneme sayısının evren içinde mümkün olduğunu düşünür. Kişisel görüşüme göre, evren yaşamı ortaya çıkaracak kadar büyük ve eski bir laboratuvar olmayabilir. Belki de gerçekten yaşamın ortaya çıkması olağanüstü derecede büyük bir şanstı ve kendi evrenimizin büyüklüğü, çeşitliliği ve yaşı, bunu ortaya çıkarabilecek yeterlilikte olmayabilir. Ben bu noktada olasılıkçı görüşün, başka evrenleri de kapsaması gerektiğini düşünüyorum. Yani olasılık faktörünü hemen hemen sonsuz bir zamandan beri varolagelen çoklu evren köpüğüne genişletiyorum.

Böylece yeteri sayıda deneme yapılmış olacağının garanti edileceğine inanıyorum. Fakat bu görüşüm, tartışmayı evrenin ötesine götürdüğü ve onu bilimsel deney olanaklarının dışına iterek mistikleştirdiği gerekçesi ile reddedilecektir. Onlar bu evren içinde ve eldeki olanaklarla yaşamın başlangıcı problemini ele almaya devam edecekler. Bunu da haklı ve yerinde bulurum. Ancak, yine de yaşamın ortaya çıkmasının şans faktörüne bağlı olma ihtimali vardır. Tabi bu sadece yaşamın ilk anı için geçerlidir. Bundan sonrası tamamen bilinen ve kanıtlanan biyolojik yasalar (evrim) tarafından güdülenir. Yani bundan sonrası bir “şans” değil, bir “zorunluluktur.” Ancak şunu da belirtmeliyim ki, çoklu evren köpüğü konusunda bir çok fizikçi çalışmakta ve fikir üretmektedir. Bu çalışmalar genellikle teorik ve matematiksel olmakta, şimdilik deney olanağı bulunmamaktadır. Evrenin yaşı 13 buçuk milyar yıldır. Evrende katrilyonlarca gezegen vardır. Bu katrilyon gezegenin bir kısmı yaşamın başlaması için gerçekten çok uygun koşullara sahiptir. Bu uygun koşullara sahip gezegenler içinde bulunan okyanuslarda organik maddeler kaynaşmaktadır. Bu gerçekler bilim tarafından kanıtlanmıştır. Nebulalarda şeker molekülleri bulunmuştur. Metan, karbondioksit ve su her yerde vardır. Hatta organik moleküllerin çoğu ve aminoasitler gibi karmaşık moleküller bile evrende mevcuttur. Evren koca bir laboratuvardır. Sayısız gezegen içerir ve çok uzun bir zaman önce var olmuştur. Bu büyük laboratuvarda yapılan sayısız denemelerden birinde yaşam ortaya çıkmış olabilir. İşte bu olasılıkçı görüştür. Hatta biz bu yazımızda bu laboratuvarın sınırlarını evrenin de ötesine kadar genişleteceğiz.

Çoklu Evren Köpüğü yahut Multivers

Bir görüşe göre, bizler çoklu evren köpüğü denen bir yapı içinde yaşıyoruz. Bizim evrenimiz sayısız çoklukta evrenin sadece bir örneğidir. Çoklu evren görüşü, mantıklı ve dayanakları olan bir görüştür. Büyük ihtimalle de doğrudur. Hatta bana göre bizzat yaşamın varlığı bu hipotezi desteklemektedir. Yaradılışçılar, çoklu evren görüşünü göz ardı etmekteler. Çok büyük sayıda evren oluşmaktaysa, her bir evrenin özellikleri diğerinden farklıysa ve bu köpük çok yaşlı ise, o halde yaşamın ortaya çıkmasını sağlayacak kadar çok deneme yapılmış demektir. Sonuçta biz ortaya çıktık! Çevremizde cansız bir evren bulduk. Şimdi merak ediyoruz: “Nasıl oldu da ben ortaya çıktım? Çevremden ne denli farklıyım… Benzerim yok. Benim gibi yeni canlıların oluştuğunu da görmüyorum. O halde ben bir istisnayım. Özelim. Benim varlığım imkânsızdır. O halde ben bir mucizeyim. Mucizeleri ise tanrı yapar. O halde bir tanrı var.” İşte, yaradılışçı görüş böyle mantık yürütür.

Oysa bizler çoklu evren köpüğü içinde birer yapıyız. Benzerlerimizin var olup olmadığını da bilmiyoruz. Bizim evrenimizde ne denli çok gezegen olduğunu da… Diğer evrenler içindeki yıldızları ve onların etrafından dönen sayısız gezegeni hayal bile edemiyoruz. Bu evrene nasıl geldik? Arkamızda belirgin bir iz, ya da bizim gibi başkaları olsaydı, o zaman bu soruyu sormayacaktık. Nereden geldiğimizi açıkça görecektik. Oysa bizi bu dünyaya getiren izlerin çoğu silinmiş. İşte bu yüzden, birinin bizi buraya bıraktığını düşünüyoruz. Ismarlanmış, paketlenmiş ve dünyaya gönderilmiş bir varlık olduğumuza inanıyoruz… Ta ki bilimsel araştırmanın ve bilimsel düşüncenin ne denli güçlü ve etkili bir araç olduğunu fark edinceye kadar da buna inanmayı sürdürdük. Bilim adamları ardımızda bıraktığımız izleri ortaya çıkarıyorlar. Evren kitabına tarihimizin yazılmış olduğunu görüyorlar. Nasıl yapıyorlar bunu? Yaşlı bir ağacın gövdesinin kesiti binlerce yıllık atmosfer ve toprak yapısını analiz etmemizi sağlıyor. Keza antartikanın el değmemiş buzullarından alınan dikey kesitler de öyle… O kadar ki yüzbinlerce yıl önce atmosferin hangi bileşenlerden oluştuğunu, dünyanın iklimini, sıcaklığını bu buzul kesitlerinden okuyabiliyoruz.

Bundan başka, kimi ırmakların tortuları bize ip uçları sağlıyor. Japonya’da bulunan bir ırmak, öylesine düzenli bir biçimde katmanlar oluşturuyor ki adeta bir kitap gibi okunabiliyor. Bundan başka tortul kayaçları inceliyoruz. Kaya katmanları eski okyanus, deniz, göl ve akarsuların tabanlarıdır. Bu akarsu tabanları milyonlarca yılda oluşmuş ve oluştukları dönemin fosil kaydını tutmuşlardır. Her katman bir zaman dilimini yansıtır. Bu kaya katmanları geriye doğru dünyadaki yaşamın kaydını tutmuştur. Bundan başka DNA’mız da geçmişimizin kaydını tutmuştur. DNA moleküllerindeki değişimlerin (mutasyonların) izlerini sürebiliyor, hatta bunu bir moleküler saat olarak kullanabiliyoruz. Doğa geçmişin kaydını tutmuş, tarihini yazmıştır. Bilim adamları doğanın yazdığı bu tarih kitabını okumayı öğreniyorlar. Bizler evren ve olasılık yasalarının bir sonucuyuz. Ortaya çıkmamız kaçınılmazdı. Bunun için her türlü koşul hazırdı. İlerde bilim abiyogenezin mekanizmasını da çözecek büyük ihtimalle. Belki yabancı yaşamı da keşfedeceğiz. O zaman varlık daha da anlaşılır hale gelecek.

Drake Denklemi

Drake denklemi dünyadışı yaşam arayışında önemli bir denklemdir. İlk kez SETI tartışmalarını kolaylaştırmak amacıyla Frank Drake tarafından 1961 yılında, dünya dışı zeka ile ilgili bir toplantıda ortaya atılmıştır.

Toplantıyı düzenleyen kişi olarak, toplantıya birkaç gün kala gündemin belirlenmesine gerek olduğunu farkettim. Bir kağıda, dünya dışı yaşamın tespit edilmesinde karşılaşılabilecek güçlükleri belirlemek amacıyla tahmin etmemiz gereken bütün faktörleri sıraladım. Baktım ki, bu faktörleri çarptığınızda bir sayı elde ediyorsunuz (N). Bunun galaksimizde varlığı tespit edilebilecek durumda olan uygarlıkların sayısını verdiğini anladım. Tabii ki bu sayı, radyo teleskoplarla tespit edilebilecek olan uygarlıkların sayısıydı. Hayatın ilkel biçiminin araştırılmasında işe yaramazdı. – Frank Drake

Drake Denklemi:

N = R* ∙ fp ∙ ne ∙ fℓ ∙  fi ∙ fc ∙ L

Burada:

N = galaksimizde iletişim kurabileceğimiz uygarlıkların sayısı

R* = galaksimizde yılda ortalama yıldız oluşum oranı

fp = bu yıldızlardan çevresinde bir gezegene sahip olanların oranı

ne = bu gezegenlerin arasında yaşamı destekleyebilecek durumda olanların oranı

f = bu gezegenler içinde üzerinde gerçekten bir yaşam formu bulunduranların oranı

fi = bu yaşam formları içinde bir çeşit zekaya sahip olanların oranı

fc = bu zeki uygarlıklar içinde, çevrelerine tespit edilebilecek sinyal gönderenlerin oranı

L = sinyal gönderen uygarlıkların ortalama sinyal gönderme süresi

Günümüzde N Değeri Kaç?

Denklemin görevi N sayısını tahmin etmek olsa da, bu işi yapabildiğini söylemek zor. Çünkü faktörlerin değeri bilinmiyor. Gerçi bazı faktörler için yapılan tahminlerin çeşitli araştırmalara dayandığını söyleyebiliriz. Bundan 20 yıl önce hiçbir ekzoplanet (güneş sistemi dışında, başka yıldız sistemlerine ait gezegen) bilinmiyordu. Bu nedenle fp‘nin değeri hakkında elde en ufak bir veri yoktu. En fazla şunu söyleyebilirdik: “Galaksimizde 100 milyor yıldız var. Bunlardan en az birinin çevresinde  (Güneş) gezegen bulunuyor (yani Güneş Sistemindeki gezegenler.) O halde fp‘nin değeri en azından 10-11 olmalıdır. Ancak en son dünya dışı gezegen araştırmaları sonucunda yüzlerce ekzoplanet keşfedilmiş durumdadır.  fp‘nin değeri yükselmiştir.

Kötümser Sonuç:

Nadir Dünya Hipotezi kabul edilerek (yani ne*fℓ  = 10−11 alırsak) ve faktörlerin değerlerini olabildiğince düşük tutarsak:

R* = yılda 7 yıldız
fp = 0.4
ne*fℓ  = 10-11
fi = 10-9
 fc = 0.1
L = 304 yıl
Bu durumda:
N = 8 x 10-20 (Sadece galakside değil, muhtemelen bütün evrende başka hayat yok.)

İyimser Sonuç:

Drake faktörlerini olabildiğince yüksek tutarsak ve değerini tahmin edemediğimiz faktörleri 1’e eşit kabul edersek:
R* = yılda 7 yıldız
fp = 1
ne = 0.2
fℓ  = 0.13
 fi = 1
fc = 1
L = 109 yıl

Bu durumda:

N = 182 milyon bulunur. (Galaksimiz iletişim kurabilecek uygarlıklarla dolu.)

Görüldüğü gibi N için verilen en düşük ile en yüksek değerler arasında 28 mertebe fark vardır ki bu fark bize N sayısının hiç de anlamlı olmadığını işaret eder. Yani aradaki fark bir karınca ile evren arasındaki fark kadar büyüktür.

Drake Denklemi Bir İşe Yarıyor mu?

Tıpkı ekonominin durumuna göre borsanın yükselip düşmesi gibi, yapılan çeşitli araştırmalar da Drake faktörlerinin değerlerini değiştiriyor. Ancak bazı faktörler yine belirsizliğini korumaya devam ediyor. Aslında Drake denkleminin N sayısını tahmin etmekten çok, dünya dışı yaşam araştırmacıları arasında iletişimi ve fikir alışverişini kolaylaştırmak gibi bir işlevi var. Zaten, Frank Drake de denklemi bu amaçla ileri sürdüğünü belirtmiş.

ne Faktörünün Değeri Yükseliyor

Herhangi bir yıldız sistemindeki gezegenlerin arasında yaşamı destekleyebilecek durumda olanların oranı olan ne ‘nin değeri yapılan son araştırmalarla oldukça yükselmiştir. Bugüne değin kendi güneş sistemimizde bulunan gezegen ve uydulara pek çok insansız araç gönderilmiştir. Varılan sonuç suyun pek çok gezegen ve uyduda bulunduğudur. Ayrıca gezegen ya da uyduyu oluşturan bileşenler de hayatın var olması için gereken her şeyi içermektedir: Karbon dioksit, metan, su, azot… Mars’ta bir zamanlar su okyanusları bulunduğu düşünülüyor. Mars bir süre için yaşamın başlaması için gereken sartlara sahip olmuş olabilir. Ancak Mars baharı kısa sürmüş, gezegen güneşe olan uzaklığından ve küçüklüğünden dolayı bu özelliğini kaybetmiştir. Kütlesinin azlığından dolayı atmosferi yetersizdir. Mars’da atmosfer basıncı dünyadakinin yaklaşık %1’idir.

Sorunlu Drake Faktörü: f

Drake faktörleri arasında en umutsuz olanı  fℓ , yani üzerinde yaşam bulunduran gezegenlerin oranıdır. Abiyogenez araştırmaları sonuçlandıkça bu faktörün değeri konusunda daha iyi tahminlerde bulunmayı bekleyebiliriz. Benim tahminim  fℓ ‘nin değerinin çok küçük, sıfıra yakın olduğu yönündedir. Nadir Dünya Varsayımı’na yakın bir görüşe sahibim. Genel olarak, vasatlık ilkesini destekleyenler (bilim adamlarının çoğu) fℓ ‘nin yüksek bir değere sahip olduğunu düşünürler. 2002’de, araştırmacılar Charles H. Lineweaver ve Tamara M. Davis, dünyayı temel alarak yaptıkları istatistik analiz sonucunda  bir milyar yıldan yaşlı gezegenler için fl > 0.13 olduğunu bulmuşlar. (Tabi bu da bir tahmin. Yukarıdaki iyimser tahminde bu sayının kullanıldığnı fark etmişsinizdir.) Vasatlık görüşüne karşıt olarak, Nadirciler bu faktörün değerinin hemen hemen sıfıra yakın olduğuna inanırlar. Yaradılışçılar ise fℓ =0 kabul ederler. Onlara göre Drake denkleminde  fℓ =0 yazılırsa N=0 olur.

Yani evrende yaşam olamaz. Yaşamı tanrının yaratması gerekir. Oysa dünyada yaşam bulunduğuna göre ne*fl değeri en az 10−11 olmalıdır. (Galaksi başına en azından bir yaşam var.) Nadirciler fℓ  değerini çok küçük kabul ediyorlar (sıfıra yakın, ama sıfır değil). Bu da N sayısını küçültecektir. (Çarpanlardan birinin küçük bir sayı olması, çarpımın sonucunu da küçültür.) Ancak, birazdan göreceğimiz gibi, bazı faktörlerin değeri büyük olduğu için, fℓ ‘nin değeri sıfıra çok yakın bile olsa, N değeri 1’den büyük olabilir. fℓ değerinin büyük, neredeyse 1 olduğuna dair bir kanıt vardır. Bu da Dünya gezegeninde yaşamın koşullar uygun olur olmaz derhal ortaya çıkmış olması gerçeğidir.

Bilindiği gibi yaşam dünya oluştuktan bir milyar yıl sonra ortaya çıkmıştır. Bu ilk bir milyar yılda yaşam zaten ortaya çıkamazdı çünkü dünya büyük bir göktaşı yağmuru altındaydı… Mars büyüklüğünde bir gezegen dünyaya çarpmıştı ve dünyadan bir parça koparmıştı. Bu kopan parça bugün ayı oluşturmuştur. Çarpışmanın enkazı sürekli dünya ve aya çarpmaktaydı. Bu çarpışmaların izi bugün ay yüzeyinde hala görülmektedir (kraterler). Dünya yüzünden ise silinmişlerdir—dünya yüzeyinin hem jeolojik hem biyolojik olarak aktif olması, ayrıca suyun etkileri yüzünden. Bu göktaşlarının çarpması sonucunda yer kabuğu erimişti. bu şartlar altında yaşamın oluşması imkansızdı, çünkü su okyanusları henüz oluşmamıştı. Gelgelelim bu göktaşı yağmuru sonunda duruldu ve yerkabuğu biraz soğudu.

Ayrıca atmosferdeki su buharı da yoğunlaşıp yağmur şeklinde yere indi ve okyanusları oluşturdu. Bu olayın hemen akabinde dünya üzerinde ilk canlılar—ilkel bakteriler—görülmeye başlandı. Yaşamın bu kadar çabuk—neredeyse aniden—ortaya çıkması insanı şaşırtıyor. Bu olgu fℓ ‘nin değerinin oldukça büyük (1’e yakın) olduğunu düşündürüyor. Sanki yaşamın koşullar uygun olduğunda—Vasatlık ilkesinin öngördüğü şekilde—derhal ortaya çıktığını düşündürüyor. Ancak, bu düşünceye karşıt olarak, abiyogenez bu kadar kolay gerçekleşiyorsa, dünyanın ömrü boyunca birkaç kez daha tekrarlanması gerekirdi, denebilir. Bildiğim kadarıyla abiyogenez dünyada sadece bir kez olmuştur. Birinciden bağımsız ikinci bir abiyogenezin gerçekleştiğine dair bir kanıt yoktur. Ancak şunu unutmamalıyız ki birinci abiyogenezle ortaya çıkan canlılar (büyük ihtimalle bir takım bakteri ve arkeler) Dünya ekolojisine kısa zamanda hakim olmuş olmalıdır. İkinci bir abiyogenez ortaya çıktıysa bile, bir öncekine yem olmuş olma ihtimali yüksektir.

Denklemin Genişletilmesi

Drake Denklemi genişletilerek multiverse uyarlanabilir. Mevcut biçimiyle Drake Denklemi Samanyolu ile sınırlandırılmıştır ve evreni içermez. Ben akıllı yaşamın ortaya çıkabilmesi için bir evrenin yetmeyeceği düşüncesindeyim. Bunun için sonsuz denebilecek kadar yaşlı bir multivers’in (çoklu evren köpüğü) var olması gerektiğine inanıyorum. Denklemi genişletmek için şu faktörleri ekliyoruz: = Multiversde yıl başına ortaya çıkan ortalama evren sayısı Q Akıllı yaşamı ortaya çıkaracak uygun parametrelere sahip—ince ayarlı—evrenlerin oranı. İnce ayarlı evrenler içinde bulunan ortalama galaksi sayısı Ayrıca—zeki yaşam arayışı içinde olmadığımızdan—denklemden fve ffaktörlerini çıkarıyoruz. Ayrıca L faktörünü de yeniden tanımlıyoruz. L = Çoklu evren köpüğünün yaşı. Şimdi bu yeni faktörleri kullanarak Drake Denklemini yeniden yazalım: N = E ∙ Q ∙ G ∙ R* ∙ fp ∙ ne ∙ fl ∙ L Buna Genişletilmiş Drake Denklemi diyelim (kısaca GDD).

GDD Yaşamın Varlığını Açıklar mı?

GDD bize—faktörlerin değerinin bilinmesi koşuluyla—bugüne değin ortaya çıkmış yaşam formlarının sayısını verecektir. Gerçekten de yaşamın ortaya çıkmasını sağlayan ilk olaylar (ilk proto-hücrenin ortaya çıkışı) çok büyük tesadüflere bağlı olsa bile GDD bize yaşamın ortaya çıkacağını söylemektedir. Çünkü, GDD faktörlerinin bazıları aşırı derecede büyüktür: söz geliş L aşırı büyük, belki de sonsuz bir sayıdır. E’nin de keza astronomik büyüklükte bir sayı olduğunu tahmin edebiliriz. Gerçi kimi GDD faktörleri de çok küçüktür. Bunlar Q ve f  dir. Bu iki sorunlu faktörün neredeyse sıfıra yakın değerlere sahip olduğunu sanıyorum. Buna rağmen yine de GDD’nin vereceği sayı birden büyük olacaktır. L ve E faktörlerinin büyük olmasınının, sorunlu faktörler olan Q ve f nin küçüklüğünü dengeleyeceğini düşünüyorum. Sonuçta buradayız ve hayat var. Bütün bu tartışmaları GDD’nin ışığında aşağıdaki eşitsizlik ile özetleyebiliriz:

Bu ifade, multivers içinde yaşamın en az bir kez ortaya çıkabileceğini anlatır. Gelecekte yapılacak çalışmalar GDD faktörlerini daha büyük doğrulukla tahmin etmemizi sağlayacaktır. N’in gerçekten de 1’den büyük olduğunu gösterecek çalışmaların yapılabileceğini umuyorum. N, yaradılışçıların iddia ettiği gibi sıfıra eşit değildir.

Fermi Paradoksu:

Fermi Paradoksu kabaca şöyle özetlenebilir: “Olma olasılığı olan bir şey çoktan ve defalarca olmuş olmalıdır.” Bu durumda, eğer evrende yaşamın ortaya çıkma olasılığı evren başına 1’den daha yüksek olsaydı, o zaman şimdiye değin çoktan galaksi çapında belirti veren ve tespit edilebilen bir ya da iki uygarlık keşfetmiş ya da bu uygarlıklar tarafından ziyaret edilmiş olmalıydık. Bu paradoks evrenin büyüklüğü, iletişim için ışık hızı sınırı, var iseler uzaylıların çekingenliği gibi gerekçelerle açıklanabilir. SETI araştırmalarından (yani uzaydaki radyo dalgalarının taranarak anlamlı bir sinyal aranması) bugüne değin bir sonuç çıkmamıştır. Ancak evrenin büyüklüğü, mesafelerin uzaklığı ve ışık hızı sınırı yüzünden zaten SETI araştırmalarının sonuç verme olasılığı epeyce azdır. Buna rağmen SETI çalışmalarını başlatanlar, sanıyorum çok iyimser olduklarından kendi yaşam süreleri içinde bir uzaylı sinyalı yakalayacaklarını ummuşlardı. Bugüne değin bu umutları gerçekleşmemiştir. Kişisel bilgisayarınızla bu araştırmalara katkıda bulunabilirsiniz. SETI@home sitesinde gerekli bilgiler vardır.

Eğer evren daha küçük olsaydı, uzay boşluğu canlılar için bu denli öldürücü olmasaydı, bir kez bir dünyada yaşam oluşunca, dünyadan dünyaya sıçrayabilir, bulaşabilirdi. Tıpkı dünyanın bir köşesinde ortaya çıkan yaşamın, kısa zamanda dünyanın her köşesine, her kovuğuna yayılması gibi… O zaman aynı kökenden gelişen türlü türlü çeşitliliğe sahip bir galaksi ekolojisine sahip olurduk. Ve bütün bu galaksi yaşam formları da—ortak kökten geldikleri için—birbirlerine benzerlerdi. İşte o zaman az çok birbirine benzeyen uzaylılarla dolu bir Star Trek evrenimiz olur, ve biz de bu evreni keyif, hayranlık, şaşkınlık—ve tabii ki—korku içinde dolaşır, yeni dünyalar arardık. Ama evrenimizin yapısı—boş uzayın acımasızlığı, mesafelerin büyüklüğü ve ışık hızı sınırı—buna elvermiyor. Bu durumda, yaşam evrende bulaşıcı olamıyor. Sürekli köpüren multivers içinde ortaya çıkan yaşam evrenden evrene bilinçli yaratıklar tarafından aktarılıyor ya da taşınıyor da olabilir… Bu durumda giderek gelişen bir yaşam formu, en sonunda tanrısal güçlere erişmelidir. Belki bir multivers tanrısı vardır! Belki de o multivers tanrısı biz olacağız, kim bilir…

Uzaylı Yaratıcılar Hipotezi (İddiası)

Son olarak, Eric Von Daniken tarafından ortaya atılan antik uzaylıların dünyadaki yaşamı ve uygarlığı başlatması hipotezine de değinmek istiyorum. Aslında buna hipotez demek doğru değil, esasında fantastik bir kurgudur. Bütün fantastik kurgular gibi Antik Uzaylılar iddiası da insanların ilgisini çekmiş, bir çok bilim-kurgu yapıtına esin kaynağı olmuştur. (Mülksüzler, Prometheus, Stargate vs.) Bu hipoteze göre, insanı yaratan da ona uygarlık veren de antik uzaylılardır. Bu uzaylılar dünyayı çağlar boyunca ziyaret etmiş, insanların ilerlemesini kontrol etmişlerdir. Bu iddianın bir çok sakat ve tutarsız yönü vardır, ancak ben bunlardan sadece bir tanesini tartışmak istiyorum. Benim itarazım dünyadaki canlılık olayının bir bütün olduğu, insanın ise bu bütünün parçalarından yalnızca biri olduğu gerçeğinde yatar. İnsan hiç de dünyaya sonradan eklenmiş gibi görünmemektedir. 2 milyar yıl geriye giden bir evrim silsilesinin parçasıdır. Antik uzaylılar iddiası tamamen saçma bir iddiadır.

Eğer insan varlığı ve uygarlığı uzaylı işi olsaydı, o zaman bu uzaylıların iki milyar yıl önce dünyadaki ilk bakterileri ve arkeleri tasarlamış olması gerekirdi, aksi takdirde bugünkü jeoloji ve biyoloji bilimleri geçerliliğini yitirirdi. Evrimsel, moleküler kanıtlar ile fosil kanıtları insan türünün dünyadaki bütün canlılıkla akraba olduğunu gösteriyor. İnsan türü dünyadaki ekosisteme sonradan eklenseydi, diğer türlerden ayrıksı (istisnai) bir yapısı olurdu ki öyle değildir; omurgalılar > memeliler> primatlar> kuyruksuz maymunlar> insansılar > insan şeklindeki bir silsilenin normal bir üyesiyiz. İnsanın milyonlarca yıl içindeki evriminin fosil kanıtları bulunmaktadır ve insan DNA’sı dünyadaki bütün canlılıkla bire bir uyuşum halindedir. Uzaylılar dünyadaki yaşamı başlatmışlarsa bile bu iki milyar yıl önce başlamış olmalı. Böylesi bir deneyin bakteriler ve arkelerle başlamış olması gerekir ki iki milyar yıl sonra ortaya çıkacak olan canlıların özelliklerini belirlemesi mümkün değildir. Uzaylılar iki milyar yıl sonra ortaya çıkacak canlının kendine benzemesini sağlayamazlardı, çünkü bakteriden insana giden evrim yolu tekil bir yol olmayıp, şartların ve kısmen de tesadüfün yön verdiği bir silsiledir. Her ne kadar bu iddia yazımızın konusu olan “evrende yalnız mıyız?” sorusu ile pek alakalı olmasa da yine de onu kısaca tartışma ihtiyacı duydum.

Ayrıca Bakınız:

  1. Yaşamın Ortaya Çıkışı İle İlgili İki Temel Varsayım,
  2. Yaşamın Yeni Bir Fizik Kuramı.

Kaynaklar:

  1. http://www.setileague.org/general/drake.htm
  2. http://xkcd.com/384/
  3. http://en.wikipedia.org/wiki/Drake_equation
  4. Bilim ve Teknik Dergisi
  5. http://en.wikipedia.org/wiki/Copernican_principle
  6. http://en.wikipedia.org/wiki/Mediocrity_principle
  7. http://en.wikipedia.org/wiki/Rare_Earth_hypothesis
  8. Evrenin Zarafeti, Brian Greene
  9. Cennetin Ejderleri, Carl Sagan
  10. Ataların Hikayesi, Richard Dawkins
  11. Multiverse: Could Parallel Universes Be Real? Brian Greene Explains (VIDEO)
  12. How Rare is Earth.
  13. Fossils on the edge of forever.
  14. How did life begin?
  15. Alien life may require rare ‘just-right’ asteroid belts.
  16. Our Solar System Is Not Quite as Special as Once Believed, New Research Suggests
  17. Alien Life Unlikely To Survive Around Dying Stars In Shifting Habitable Zones, Study Suggests
  18. Are we alone in the universe? (Infographic)
  19. Are we alone in the Universe
  20. Genesis II: Extraterrestrial Oceans Could Host Life
  21. Top 5 Cases For Martian Life
  22. 5 Reasons We May Live in a Multiverse
  23. So Many Exoplanets… So Few Women Scientists
  24. Kepler Space Telescope Data Reveals Billions Of Earth-Like Planets Near Earth
  25. Earth-like Planets Are Right Next Door
  26. What are the odds that you exist? (Infographic)
  27. ARE WE ALONE?
  28. Scientific Simulation Backs Extraterrestrial Origins of Life
  29. Why can’t we see evidence of alien life? – Chris Anderson
  30. Matematiksel Evren Hipotezi
  31. Galaksimizde 100 Milyar dünya benzeri gezegen olabilir.
  32. Yukarıdaki haberin bir başka linki.
  33. http://evrimagaci.org/fotograf/35/5601
  34. http://www.space.com/25219-drake-equation.html?cmpid=514630_20140427_22506504
  35. New Estimate Suggests 100 Million Planets In Our Capable Of Sustaining Complex Life
  36. Dünya’da yaşamın düşündüğümüzden çok daha erken başlamış olabileceğine dair yeni bulunan kanıtlar.
  37. Dünya’nın diğer kayalık gezegenlerin %96’sından daha erken oluştuğuyla ilgili bir yazı…
  38. Dünya’da yaşamın 300 milyon yıl daha erken başlamış olduğuna dair bir yazı.
  39. Multiverse ile ilgili videolar.
  40. Hercules takımyıldızındaki 2015 yılında tespit edilen sinyalle ilgili.

Yazar: Sinan İpek

Yazar, çizer, düşünür, öğrenir ve öğretmeye çalışır. Temel ilgi alanı Bilimkurgu yazarlığıdır. Bunun dışında Matematik, bilim, teknoloji, Astronomi, Fizik, Suluboya Resim, sanat, Edebiyat gibi konulara ilgisi vardır. Ara sıra sentezlediklerini yazı halinde evrene yollar. ODTÜ Matematik Bölümü mezunudur ve aşağıdaki başarılarıyla gurur duyar:TBD Bilimkurgu Öykü yarışmasında iki kez birincilik, 2. Engelliler Öykü yarışmasında birincilik, Ya Sonra Öykü Yarışması'nda finalist, Mimarlık Öyküleri Yarışması'nda finalist, 44. Antalya Altın Portakal Belgesel Film Yarışmasında finalist. Ithaki yayınları Pangea serisinin 5. üyesi "Beyin Kırıcı" adlı bir romanı var.

İlginizi Çekebilir

Ormandan İndim Şehre: Predator 2

Predator 2, Hasat Zamanı, Rüzgârın Oğlu, Elm Sokağında Kabus 5: Hayal Çocuk gibi filmlerle adından …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin