harlock uzay denizcilik

Uzay Operalarında Denizcilik Esintileri

“Yıldızlararasındaki boşlukta yol alacak gemiler icat edildiğinde, o gemileri kullanmaya istekli insanlar da ortaya çıkacaktır.” -Johannes Kepler

Belki enginliği, yön bulmadaki benzerliği, romantik yönü; belki uyandırdığı macera ve tehlike hissi; belki bariz bir şekilde Keşifler Çağı’nı hatırlatması ve belki de bambaşka bir sebep yüzünden; uzay hakkında yazan insanlar denizcilikle paralellik kurma eğiliminde. Örneğin, kendisi de eski bir donanma subayı olan Amerikan Başkanı John F. Kennedy, meşhur konuşmasında uzayın yeni okyanus olduğunu ilan etmişti. Bilimkurguda bu durum sıklıkla basit bir metafor olmanın ötesine geçiyor. Yazarlar uzaydaki aşağı yukarı her şeyi tanımlamak için denizcilik kavramlarını kullanıyor ve uzay seyahatleri hakkında bilmedikleri boşlukları deniz yolculuklarından bildikleriyle dolduruyor.

Örneğin, uzay araçları genellikle “uzay gemisi” hatta yalnızca “gemi” olarak adlandırılıyor. Pek çok eserde küçük uzay araçlarına “uzay botu” veya “bot”, füzelere de “torpido” deniyor. Dahası, klasik uzay donanmalarında uzay araçlarının tipleri genelde gemilerden, özellikle de İkinci Dünya Savaşı’nda kullanılanlardan geliyor. Uzay kruvazörü, uzay destroyeri, uzay firkateyni veya uzay savaş gemisi (space battleship), tür hayranlarının kulağına yabancı gelmeyecektir. Hatta nadir de olsa uzay yelkenlileri ve uzay kanolarıyla bile karşılaşabilirsiniz. Kurguda karşılaştığımız pek çok uzay aracında, denizcilikteki cankurtaran filikalarına denk gelen şeyler bile bulunuyor. Bunlar genelde kaçış kapsülü veya benzer isimlerle biliniyor. Hâlbuki bu konsept uzayın büyüklüğü düşünüldüğünde gerçek yolculuklar için pratikte hiç de kullanışlı değil. Daha yumuşak bilimkurgularda kaçış kapsüllerinin açıklaması genelde gelişmiş teknoloji denilerek geçiştiriliyor. Disney’in sevilen animasyonu Define Gezegeni gibi bazı eserlerde uzay aracı ile bildiğimiz gemi arasındaki sınır epeyce bulanıklaşabiliyor.

Görsel medyumlarda uzay neredeyse her zaman iki boyutlu tasvir edilir. Uzay araçları suda yüzen gerçek gemiler gibi davranma eğilimindedir, yatay düzlemde seyrederler ve “batırılmadıkları” sürece nadiren dikey eksende hareket ederler. Görüntüleme ekranları da hep iki boyutludur, hâlbuki savaş sırasında üç boyutlu görüşe ihtiyaç vardır. Tabii uzay aracı bir gök cisminin yörüngesinde veya yerçekimi alanındaysa, iki boyutlu düzlemde ilerlemesi veya “batırılması” biraz mantıklı olabilir. Ayrıca çoğu kurgusal eserde, günümüzdeki uzay araçlarının aksine ileri teknoloji ürünü jeneratörlerle sağlanan yapay bir yerçekimi vardır. Böylece “mürettebat,” “geminin” “güvertesinde” normal bir şekilde yürüyebilir.

Uzayda cisimler sürtünme kuvvetinden etkileniyormuş gibi hareket eder. Yaşanabilir gezegenler, keşfedilmekte olan büyük bir okyanustaki adalar gibi evrene dağılmış durumdadır. Uzay araçlarının genellikle seyahatler arasında gemide erzak ve enerji depolaması gerekir (yeterince gelişmiş teknolojiye sahip olan bazılarına ise pilleri yeniden doldurmak için güneş enerjisi yeterli olur). Gezegenler, deniz muharebelerinde kara parçalarının olduğu gibi savaşın ana hedefidir. Gezegen için savaşılmasının kaynaklar, stratejik konum, yaşanabilir ortam gibi çeşitli sebepleri olabilir, ancak uzayda her zaman birincil hedeftirler. Amaç, asteroidlerde daha bol bulunabilecek bir kaynağı çıkarmak olsa bile biz gezegenler için savaşıldığını görürüz.

kirk-ve-spock

Askeriyede kara kuvvetlerinin değil, her zaman denizciliğin rütbe ve kavramları kullanılır. Uzay gemisi topluluğuna donanma, donanmanın komutanına amiral denir. Hatta Alien, Doom, Warhammer 40K, StarCraft gibi serilerde sıklıkla duyduğumuz uzay komandosu kavramının orijinali olan space marine, uzay denizcisi demektir. Space marine kavramını bizzat kullanmamış olsa da bu kavramın doğmasını sağlayan eserin Yıldız Gemisi Askerleri olduğu düşünülmektedir. Bazı eserler uzayı “siyah su” olarak adlandıracak kadar ileri gider. Bu, askerlikte deniz ve okyanuslara “mavi su,” nehir ve göllere “kahverengi su” denmesi geleneğinin gelecekteki tezahürüdür.

Astronot ve kozmonot kelimeleri hâlihazırda etimolojik olarak “yıldız denizcisi” anlamına gelmektedir. Uzay aracının yönetildiği yere güverte, yöneten kişiye kaptan, çalışanlara mürettebat denir. Güvertede aracın önündeki uzayı gösteren dev bir ekran veya pencere olur. Sanki açık denizde ufku izliyormuş gibi buradan ileriyi izlerler. Tahmin edersiniz ki uzayın sonsuzluğunda bu hiç de pratik bir yöntem değildir. Bu işi kamera ve sensorların yapması daha olasıdır.

Yine uzay araçlarında gemilerdeki gibi belirgin bir “üst güverte” ve “alt borda” yapısı vardır. Köprü üstü, kumanda kulesi, haberleşme antenleri ve silah sistemleri genellikle üst güverteye yerleştirilir. Alt kısım ise daha düzdür; çoğunlukla sadece bir “cephane ambarı” ya da “gemi kıç kapağı” benzeri kenetlenme bölümüyle kesilir. Üst güverte, her zaman tüm uzayda seyreden güçlerin kabul ettiği evrensel bir “üst istikamet” anlayışına göre konumlandırılmıştır. Bu durum, atmosferde manevra yapıp iniş kalkış gerçekleştiren gemiler için bir ölçüde mantıklı olabilir; fakat sadece yörüngeden derin uzaya seyahat eden gemiler için hiçbir anlamı yoktur.

Mürettebat sıklıkla uzay balinaları ve diğer uzay canavarlarıyla karşılaşır. Uzay aracı iyon fırtınasına veya buna benzer başka bir enerji zamazingosuna yakalanır ve ıssız ada benzeri egzotik bir gezegene çakılır. İyon fırtınaları gerçek bir fenomen olsa da etkisi deniz fırtınaları gibi değildir. Uzay bulutları aracınızı denizdeki sis gibi gizleyebilir. Gerçekte, bulutsular ve diğer yıldızlararası madde “bulutları” son derece seyrektir. Uzayın santimetre küpü başına yaklaşık yalnızca bir atom kadar maddeye sahiptir. Bu, Dünya’da veya bir yıldızda bulabileceğiniz maddeden trilyon kere trilyon kat daha az yoğundur. Bu bulutsuların bize bulut gibi görünmesinin tek nedeni muazzam boyutları ve uzaklıklarıdır. Bir bulutsu, Dünya’dan ne kadar kompakt görünürse görünsün, birçok ışık yılı genişliğinde olabilir.

Uzayda asılı duran nesneler, sanki denizde dalgalanıyormuş gibi hafifçe yukarı ve aşağı hareket ediyormuşçasına görselleştirilir. Uzay aracını asteroitler arasında uçurmak, genellikle Dünya’da bot veya takaların kayalık ve adacıklar arasında ilerlemeye çalışmasına benzetilir. Olay örgüleri ve karakterler pek çok zaman gemilerin ahşap gemicilerin demirden olduğu denizciliğin altın çağından esinlenir. Bu yüzden heyecanlı kaşifler, kayıp koloniler, her limanda egzotik güzeller, devasa uzay balinaları VE ELBETTE UZAY KORSANLARI öyküden eksik olmaz. Hatta bazı eserlerde uzayın özü elle tutulabilen bir sıvı olarak tasvir edilir. Gerçekten, yirminci yüzyıla kadar uzayın bir çeşit akışkanla dolu olduğu düşünülüyordu.

Fizikçiler esir dedikleri bu akışkanı tespit edemeyeceklerini biliyordu, ancak o zamanlar bunu yapacak teknik beceriden yoksun oldukları için tespit edemediklerini düşünüyordu. Daha sonra anlaşıldı ki esirin tespit edilememesinin nedeni zaten var olmamasıydı. Böyle bir şeye inanmalarının sebebi ise aptallıkları ve boş uzayı hayal edememeleri değildi; ışık dalgalarının tıpkı ses dalgaları gibi yayılmak için hava veya su benzeri bir ortama ihtiyaç duyduğundan emin olmalarıydı. Artık biliyoruz ki ışık hem dalga hem de parçacık gibi davranıyor ve bu da ışığın uzayın boşluğunda diğer maddeler gibi seyahat etmesini mümkün kılıyor.

Özellikle bilimsel fantezi ve steampunk alt türlerinde yazanlar, uzayı esir akımları ve güneş rüzgarlarıyla doldurmayı sever. Hatta güneş yelkenlerine sahip büyülü gemilerle boşlukta kelimenin tam anlamıyla yelken açmanız bile mümkündür. Şanslıysanız uzayda nefes alabilir ve vakum etkisinden kurtulabilirsiniz. Aslında, güneş rüzgarları ve yelkenleri gerçekten var olan şeylerdir. Güneş rüzgârları, yıldızlar tarafından yayılan elektromanyetik yüklü plazma akımlarıdır ve yansıtıcı bir güneş yelkeninin kullandığı ışık basıncına kıyasla yüzey alanı başına kat kat daha az “itme” sağlarlar. Ancak, bambaşka düzeneklerle – elektriksel yelkenler ve manyetik yelkenler – itiş gücü elde etmek için kullanılabilirler. Bu sistemler, parçacıkların fiziksel yüzeylere çarpmasıyla değil, büyük antenlerce üretilen elektromanyetik alanlardan oluşan “sanal yelkenler” aracılığıyla güneş rüzgarının elektromanyetik “itmesini” yakalayarak çalışır.

Bu teknolojilerin prototipleri başarıyla test edilmiştir. Yansıtıcı güneş yelkenleri daha basit olup dâhili güce ihtiyaç duymasa da, elektromanyetik yelkenlerin birçok avantajı vardır: daha düşük ağırlık, daha yüksek ivmelenme ve bir yıldıza olan mesafeye bağlı kalmaksızın daha geniş bir çalışma menzili gibi… Uzay araçları suya iniş yapacak şekilde tasarlanır çünkü okyanus, atmosfere girmenin yarattığı ısıyı absorbe edebilir. Cowboy Bebop’tan Bebop, David Brin’in Startide Rising romanından the Seeker ve CoDominium serisindeki uzay mekikleri gibi kurgusal örneklerin yanında Ay’a gönderilen Mercury, Gemini ve Apollo uzay araçları da bu şekilde tasarlanmıştır. Mesela Satürn’ün en büyük uydusu olan Titan’a gönderilen Huygens uzay sondası bir metan okyanusuna iniş yapmıştı. Mühendisler, nereye ineceğini bilmedikleri için aracı hem karaya hem de sıvıya inebilecek şekilde tasarlamıştı. NASA şimdiden uzay araçlarını denizcilik geleneğine göre isimlendirmeye başladı. Hatta Enterprise isminde bir test mekiği bile var.

Uzay operalarının denizcilikten esinlenmesi boşuna değil. Uzun zaman önce denizciler, potansiyel olarak düşmanca bir ortamda kendi kendine yeten bir aracı güvenle işletmek için gereken organizasyonel teknikleri geliştirdi. Şu anda her şeyi sıfırdan bulmak yerine denizciliğin idari ve lojistik tekniklerini (ve bunlar için icat edilmiş terimleri) benimsemek mantıklı. Ancak kurguda uzay araçlarının gemilerden ziyade denizaltılardan esinlenmesi daha mantıklı olurdu. İkisi arasında çeşitli benzerlikler mevcut:

  • İkisi de üç boyutta hareket ediyor.
  • Aracın dışında uzaya (ya da suya… anladınız işte) uzun süre maruz kalmak ölümcül olabilir (tabii denizaltı o anda derinlikteyse).
  • Dışarıyı görmek hiç ama hiçbir işe yaramaz, bu nedenle denizaltılar ve uzay gemilerinde genellikle pencere bulunmaz (hem uzay hem de derinlikler kapkaradır).
  • Torpido atan denizaltılar, yarı gerçekçi uzay savaş gemilerinin füze ateşlemesine iyi bir benzetmedir.
  • Ne yazık ki, hâlâ birkaç önemli farklılık noktası mevcut: Uzayda gizlilik, su altında fark edilmeden kalmaktan çok daha zor ve uzay balinalarının varlığı, denizdeki benzerlerine göre çok daha fazla açıklama gerektiriyor.

Son olarak, bir denizaltıyı uzaya çıkardığımızda ne olacağını merak ediyorsanız sizi şu harika yazı ile baş başa bırakalım.

Kaynaklar:

Yazar: Sadık Efe Sarıtunalı

Bilgisayarla fazla ilgilenir. Boş zamanlarında ise çizgi roman okur. Bir gram çizim yeteneği olmadığı için çuvalladığı çizgi romanlarından sonra en büyük hayali kendine bir çizer bulup çizgi roman yazarı olmak. En büyük tutkusu ise bilimkurgu.

İlginizi Çekebilir

bilimkurgu distopya umut direnis

Yarının Tohumları: Bilimkurgu, Kolektif Hafıza ve Politik Direniş

Bilimkurgu için sadece teknolojik kehanetler ya da yıldızlararasındaki maceralardan ibaret diyemeyiz. Her şeyden önce insanlığın …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin