Geçen yazımızda hikaye anlatıcılığının tarihsel gelişimine dair önemli noktalara değinmiş, teknoloji ile entegre hale geldiği bir sapakta durmuştuk. Şimdi ise bu sapaktan devam ederek yaşadığımız çağa dair birkaç kelam edeceğiz. Öncelikle geçen yazıda eksik kalan Netflix‘e daha detaylı değinmek gerek. Adı, İngilizce internet anlamına gelen “net” ve Amerika’da günlük konuşma dilinde “filmler” anlamına gelen “flicks” kelimesinden türetilmiş bir kelimedir. Adından ve işlerinden de anlaşılacağı üzere film-dizi yapımcılığı ve dağıtımı alanında iştigal etmektedir; fakat bilinenin aksine kuruluşu 1997 yılına değin uzanmaktadır. Çağın dilini bilmek tabiriyle üzerinde özenle durduğumuz hususu burada görebiliyor musunuz? İnternetin yaygınlaşmaya başladığı bir dönemde, henüz televizyonların zirveden ayrılma telaşı bulunmamasına rağmen yeni bir mecra arayışı. Ne kadar cesurca ve önemli. Ama ilk değil. Tarihte tüm icatlar bu yoldan geçmiştir. Sinemanın icadının ardından da birçok insan çok fazla tutunamayacağı kanaatine varımıştır; fakat tarihin akışı onları her daim yanıltmayı başarmıştır. Netlix’in kaderini de bu doğrultuda okumak gerekir.
Diğer yandan Netflix kişisel deneyimlere ve isteklere özgün yayınlar yapmayı bir slogan haline getirerek temel bir hususu es geçmez. Arayüzü açıldığında kullanıcısına seçimler yapabildiği ve gönlünce keyif sürebildiği bir platform imkanı sunar. Televizyonda böylesine geniş bir erişim imkanı olmaması da etken olabilir, yine de asıl gözden kaçırılmaması gereken husus “konfor”dur. Ünlü Fransız Filozof Michel Foucault konfor ile ilgili şunu söyler, “Kapitalizm konfor verir ama özgürlüğünüzü elinizden alır.” Yani, konfor elde etmek için bazı şeyleri feda etmek gerekir. İşte yeni hikaye anlatıcılığının en belirgin farkı da budur. Büyük anlatılar, acılar ve kahramanlıklar yerine daimi tatmin arayışına kulak kabartmak ve bunun sağlayıcısı olmak gerekir. Çünkü kimsenin bunalım edebiyatını ve yabancılaşma sorunsalını dinlemeye, uzun boylu aforizmik sözleri okumaya, ve bunları anlamak için uğraşmaya vakti yok.
Kapitalizm ile birey ilişkisini belirleyen diğer bir anahtar kelime ise, Satisfaction yani “Tatmin.” Make a brand diyerek ürettiği ürünleri markalaştıran sistem, markaların tüketiminde gerekli arz-talep ilişkisini kurabilmek içinse, bireyin arzu ve isteklerine oynar. Giderilmesi asla mümkün olmayan isteğin giderileceği düşüncesini yayarak, mutlak bir koşullanma ortaya çıkarır. Elbette, arzunun temelinde giderilmesi değil de giderilmenin yolu belirleyici olduğuna göre; sürekli başa dönen bir çarka giren insan için hayat tüketmekten ibaret olur. Belirli çevrenin, belirli isimlerin arasında devamlı olarak reklama maruz kalır. Pop kültürün olayı da zaten budur. İmkanların fazlalığı tatminsizliği doğurur; ardından mutlak tatmin vaat edilir. Çarkı kırmak için yapılacak şey ise zaten çarkın içinde devinerek hareket ettiğin yanılgısına kapılmaktır. Tıpkı Matrix‘ten kaçılınca ulaşılan Zion gibi. Herkesin bildiği ama kimsenin dillendirmediği acı hakikat. Velhasıl, gönüllü kölelerin tatmin arayışı, kendi çığlıklarının duyulmasını ister.
Dolayısıyla sormak gerekir, çağın dili denilen şeyin bugünkü karşılığı nedir? Yaklaşık 6 sene kadar evvel Vine isminde uygulama piyasaya sürüldü. Vine prensip olarak “ne kadar kısa ve öz anlatırsan o kadar başarılı olursun”un vücut bulmuş haliydi. Haliyle altı saniye içinde mesajı verip kapatmak için de epey çaba harcamak gerekti. Oysa artık şimdilerde Vine yok, lakin bıraktığı etki çok önemli bir noktayı işaret etti ve bugün halen etkisini sürdürmekte. Zira içinde bulunduğumuz hız çağında kıtalar arası yolculuk yan köye gitmek kadar basitleşmişken, büyük anlatıların esamesi okunur mu? Elbette okunmaz. Çünkü hepimizin acelesi var, sürekli yenilikler ortaya çıkıyor ve bunlara yetişmemiz gerek. Yemek için dahi oturmaya fırsatımız olmadığını ve yemek kültürünün buna göre şekillendiğini düşününce, derin anlatılar da yerini yalın anlatılara bırakmalıdır. Yeni bir ses, yeni bir biçim arayışları da bu şekilde kendine yer bulur. İnsanlar artık tek merkezden yayın yapan istasyonlar yerine kendilerinin de bizzat katılabileceği ve fikirlerinin belirleyici olacağı mecralar talep eder. Bugün sosyal medya dediğimiz platformların doğuşu bahsi geçen arayışın sonucudur. Bireysel hikayeler, kişisel alanların sanal arayüzleri ve sanal kamuoyu; buyrun size sosyal medya.
Sosyal medyanın hikaye anlatıcılığında ilk adımlarından biri olan Snapchat isimli uygulama, insanlara yaşamlarını anlatmaları için ve anlık olarak mesajlaşmaları için uygun bir mecra sunar. Bu mesajlar belirli bir sürenin ardından silinmekte, böylece kişilerin sürekli olarak yenileyeceği hikayelerinin olması gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Neredeysen, ne düşünüyorsan ya da ne yapıyorsan kendine ait şahsi mecra aracılığıyla başka kullanıcılarla paylaşma imkanına sahipsin. Bu belki de kanıksanmayacak kadar alışıldık bir durum hale gelip, gözden kaçırılmış olsa da, aslında bir devrimdir. Eskiden, televizyon ya da radyo yayınlarında yer almak ve kendinden bahsetmek herkesin kavuşabileceği bir imkan değildi, hassaten büyük bir saygınlık göstergesiydi. 80’lerde Grammy ödülü alan ve MTV kanalında klibi yayınlanan bir müzisyenin toplum içindeki ününü düşünebiliyor musunuz? Kuşkusuz albümü milyonlar satacak hale gelecektir. Veyahut Türkiye’de yakın zamana kadar bulunan Kral Tv’yi düşünelim. Şarkıcılar adeta orada olmak, kendini pazarlamak için yarışırlardı. Fakat bugün işler değişti. Kral Tv kapandı ve MTV’nin ne yayınladığı pek de önem arz etmiyor. Diğer yandan edebiyata bakarsak; edebi dergilere yazan büyük eleştirmenlerin konusu olmak yazarların geleceği açısından bir piyangoydu. Ama bugün her şeyin yerini sosyal medya aldı; ve öyle ki bunun uzmanlığı bile ortaya çıktı.
Gerçekten de Snapchat bu değişimin seyrini gösteren bir ön adım. Onu takiben İnstagram ve Facebook gibi birçok sosyal mecra hikaye özelliğini aldı ve kendilerine uyarladı. Böylelikle herkes hikayeleriyle takipçilerine ulaşmak için kendi merkezlerini inşa etmiş, yenilenmeye katılmış oldular. Bugün sosyal medya ünlüleri ya da sosyal medya sahibi ünlülerin birçoğu, halihazırda bulunan televizyon kanallarından daha fazla reklam potansiyeline sahip. İnanılmaz bir değişim değil mi? Ayrıca sormak gerekir, hangimiz İnstagram hikayelerini kullanmıyoruz, veyahut hangimiz Facebook’u kişisel düşüncelerimizi paylaşacağımız ve belki de meşrebine göre tenkit edeceğimiz kişisel alan olarak görmüyoruz? Sosyal medya kullanısı olarak bizler, birçok internet sitesi ve harici sayfalarla devamlı etkileşim halindeyiz. Eski çağın bilginleri kadar derin bakamasak da onlardan çok daha fazla şeyi bilmekte, görmekteyiz. Gazetelerin ve dergilerin Cağaloğlu yokuşunu at arabasıyla tırmandığı çağlar geride kaldı, insanlık dünyayı büyük bir köy haline getirdi. Doğal olarak hikayesi de artık uzun yaz gecelerinin serin esintilerini sayfalar boyu anlatmak olmaz; ki olmadı da.
Başka bir açıdan bakacak olursak, sosyal medya kimliklerimizi gizleyerek bizlere olmak istediğimiz kişiler olma şansı verdi. Focault, kapitalizmin bizden özgürlüğümüzü aldığını söylerken haklıydı; fakat atladığı bir şey vardı, özgür olmak istiyor muyuz? Hayır. Peki ama neden? Fransız varoluşçu filozof Jean Paul Sartre‘a göre varoluş mecburi, insan özgür olmaya mahkumdur. Lakin özgür olmak ve birey olarak kendi iradesiyle karar vererek hareket etmek isteyen kişinin, aldığı kararın sorumluluğunu da üstlenmesi gerekir. Fight Club adlı romanında Chuck Palahniuk sorumluluk almayan insanın aslında neler yaşadığını ve çağımızın vebası psikotik sorunların neden kaynaklandığını bu doğrultuda işlemektedir. Sorumluluk almaktan, kendini gerçekleştirmekten, riske girmekten, belirleyici tavır almaktan ve dolayısıyla ve birey olarak var olmaktan korkan insanları anlatır; bahsi geçen insanların yani bizlerin sorunu, kişisel algılarımızın sosyal kimliklerimizle bağdaşmaması ve buna çözüm olarak alternatif kimlikler üreterek kendimizi bilinçli bir yalana inandırmamızdır. Edebi eserlerde kısa zaman dilimlerinde bile bireyin çağın kendisine dayattığı şartlar karşısında takındığı tavrın değişimi vardır. Tarih boyunca üreterek var olan insanın artık varlığının tek şartı tüketmek olunca, bir yandan kendi ilke ve prensiplerini de tüketmesi kaçınılmazdır.
İşte bu sebeplerle çağın dilini yakalamak, sosyal medya ile ilgili diğer bir durumda insanların anlık etkileşimlerinin insani ilişkilere olan etkisini bilmek elzemdir. Misalen, Friedrich Nietzsche dünyada daktilo kullanarak yazan ilk filozoflardan biridir. Daktilo metinlerini incelediğindeyse, el yazması metinleriyle arasındaki farklar dikkatini çeker ve; “Yazma şekli yazma biçimimizi etkiler” der. Karl Marx ise benzeri bir sözle aynı sürece yani üretime odaklanır,“Üretim şeklimiz, yaşantımızı belirler.” Her şeyin anlık olarak reaksiyon alabildiği, bilginin anında dünyanın heryerine ulaşabildiği, var olan bilgiye erişimin de çok kolaylaştığı bir çağda; üstüne üstlük herkesin bireysel, şahsi düşüncesini de rahatlıkla paylaşabilmesi, yaşam şeklinini etkilemesi beklenmez mi? Nitekim etkiledi de, ilk bölümde üstünde özenle durduğumuz hız ve yalın anlatımın çıkış noktası da sosyal medya ve devamlı etkileşen insanların kanaatini beyan etme ihtiyacı oldu. İşte karşınızda çağımızın edebiyatı; Hibrit Hikaye.
Hibrit Hikaye Nedir?
TDK’ya göre Hibrit kelimesi Fransızca Hybride kelimesinden gelmektedir. Anlamı; genetik olarak düşünüldüğünde melez ırk, teknolojik olarak düşünüldüğündeyse iki farklı güç kaynağının bir arada bulunmasına tekabül eder. Hibrit Hikaye tabiri ise Prof Dr. Hasan Boynukara‘nın hikaye kitabıyla ortaya attığı bir savdır. Hibrit Hikayenin iki önemli detayı vardır. Bunlardan ilki Zweig‘ın ünlü sözüne benzerlik gösteren yalın anlatımıdır. Zweig geçen yazımızda bahsettiğimiz 1938 tarihli makalesinde şöyle bir cümle kullanır: “Bir metine eklenecek değil, çıkarılacak bir şey kalmadığında hazır demektir.” Benzeri uygulama Hasan Boynukara hocanın kitabının da göze çarpan ilk detayı. Hikayeler alışılmışın aksine çok kısa ve anlatım dili olarak ise çok sade kaleme alınmış. Gündelik hayatın diline mümkün olduğunca yakın tutulan dil, okurun konuyla ve karakterlerle bağ kurmasını kolay hale getirmiş. Dikkat çeken diğer bir detay ise, hikayelerin hepsinin kendi şahsi Facebook hesabında paylaşılması, gelen yorumlara göre değişime açık olması ve yorumlarla birlikte basıma hazırlanması. Hibrit tabiri de işte bu kolektif çalışmanın, okur-yazar iletişiminin yapısına dair kullanılmaktadır. Böylelikle yalnızca yazarın değil, okurun gözünden de olay örgüsüne bakma imkanı sunulmaktadır. İçerisinde bulunan 58 adet hikaye, çeşitli kesimlerden insanların kah güldüren kah düşündüren yorumlarıyla yazarın ya da yayınevinin müdahalesi olmaksızın direkt olarak okura sunulmuş. Muazzam bir öncü çalışma, ayak izlerini şimdiden izlemek gerek.
Benzeri bir yaklaşımı Mustafa Everdi‘nin Kılçıklı Hikayeler adlı eserinde görmekteyiz. Toplumun her kesiminden insanın zihnini işgal eden ve durmadan batıp duran kılçığın hesabını soran Everdi, teknoloji çağında nostalji yaşayan ya da buna dair özlem duyan insanların trajikomik yansımasını okuruna sunar. Size de tanıdık gelmedi mi? Ülkemizde ve dünyada teknoloji hızla ilerliyor olmasına rağmen halen geçmişin tozlu sayfalarına kafasını gömen ve değişime bağnazca bir saldırganlıkla tepki gösterenlerin acıklı düşleri… Hikaye anlatıcılığı, insanlığın düşünce ve olayları ekseninde ortaya çıkan ona eşlik bir yoldaş; Don Kişot’un Sancho Panza’sı misali aklın ve duyguların arasındaki dengeyi kollayan, ruhu arıtan bir Katharsis metası. Fakat değişimin sancılı yönlerini anlatan bu metinler, yaşayan insanların evhamlarının tesirinde kalırsa ortaya yalnızca çatışma çıkar. Diğer ismi İnteraktif Hikaye olan bu hikaye anlatımı, sosyal medyanın gücüne dair önemli doneler vermekte ve çağın dilini yakalayarak, insanlığın gidişatına dair yol haritası sunmaktadır.
Hibrit Hikaye anlayışı angaje yani ideolojik edebiyat anlayışının aksine hareket ederek odağına insanı koyar. Angaje edebiyat sırtını ideloji ve inanışa yaslar; sanat ürününü angajman metası haline getirir. Misalen Rus romancı Gorki’yi ele alalım. Yazdığı romanları ne kadar kaliteli ve başarılı olursa olsun asıl amacı meramını anlatmaktır. Elbette bunun yanında şahsi fikirlerini de okuruna anlatması doğaldır; fakat o fikrin sahip olduğu güçten destek alma çabasına girer ya da bu yolla okuru etkilemeye çalışırsa, anlattığı hikaye de boşa çıkar. Öte yandan, yaratılan karakterler de fikri taşıyan temsilcilerden hatta kuklalardan ibaret hale gelir. Dünya görüşü tam zıttı noktada Ayn Rand’a bu açıdan bakarsak, onda da benzer şeyleri görebiliriz. Romanları başarılı olmasına, karakterlerinin çizgileri belirgin olmasına rağmen, kendi fikrini taşıttığı kuryelerden, hamallardan farkı var mıdır? Ayrıca bahsi geçen anlayış sırtını kahramanın gelişimine dayar. Bildungsroman olarak geçen bu türde karakterin bahsi geçen fikri öğrenip, aydınlanmasını ya da hidayete ermesini konu edinir ve böylece propaganda ile sanat karışır. Sanatın bir derdi, meramı olmalıdır orası ayrı; fakat asıl belirleyici omurgası sanat yapmak isteğinden güç almasıdır. Şayet sanat eseri kurye olarak görülürse, bu sadece okurla yazar arasındaki köprüleri yıkar. Bununla birlikte ahlaki öğütler ve öğretilerin çağının da geçtiğini görmek gerekir. Burada bahsedilen kişisel gelişim kitaplarından ziyade etik ve ahlak üzerine yazılmış felsefi eserlerdir. Her çağı kendi şartları içinde değerlendirmek gereklidir. Zira çağ kendi başına reflekslerini yaratır. Bu açıdan bakıldığında ahlaki öğretilerin güncelliği yalnızca bireyin onlara olan hakimiyeti kadardır; yani ahlak öğretmek, ahlaksızlığı dahi teşvik edebilir.
Hikaye dilinin ve güncelliğin önemi işte bu kadar belirgin. Çünkü hikayeler yalnızca bilindik öykü formatında metinlerden öte hayata dair bildiğimiz ne varsa onu aktarma yöntemimizdir. Hikaye anlatıcılığı kadim bir gelenektir. Hikayeciler toplumun nabzını tutan ve kollektif şuurda toplanan sembollere ulaşan aracılardır. Bu sebeple çağın dilini bilmek, geleceğin ana hatlarını da şekillendirir. Dünya küçüldükçe, imkanlar arttıkça ve tatminsizlik çoğaldıkça özüne dönmek isteyen insan, bu vasıtayla hissettiği boşluğun kendi hikayesine olan yabancılığı olduğunu anlar. Zira tüm düşünce kalıplarından, yargılardan uzak bir noktada hayata bakabilmek herkese geniş ufaklar sunacaktır. Edebiyatın, edibin işi de zaten bu değil midir? Masallarla zihnimize nasıl bir insan olmamız gerektiği aşılanır. Destanlar bizlere kim ve ne olduğumuzu anlatır. Romanlar ve hikayeler çağımızın gerçeklerini tahlil etme imkanı verir. Şiir ise duyguların ıslahını sağlar. Peki ama son tahlilde sormak gerekebilir; teknoloji ile hikaye anlatıcılığı değişiyorsa, anlatan da değişecek midir? Bunun cevabını da diğer yazımızda göreceğiz…