İnsanlık tarihi boyunca tanrılara inanmak, doğanın gizemlerine anlam vermenin ve belirsizliklerle başa çıkmanın bir yolu oldu. Gök gürültüsünü öfkeyle bağıran bir tanrının sesi saydık, kıtlığı ilahi bir cezalandırma biçimi olarak yorumladık. Ancak son yüzyılda, bu anlatı giderek daha fazla insan için geçerliliğini yitiriyor. Artık birçok kişi, yaşamın ölümle nihayete erdiğini, görünen dünyanın ötesinde bir güç bulunmadığını kabul ediyor. İnançsızlık, bir zamanlar marjinal sayıldığı coğrafyalarda bile daha görünür hâle geliyor.
Kuşkusuz bu manzaranın ardında derin toplumsal ve kültürel dönüşümler yatıyor. Ekonomik güvence, sağlık hizmetlerine erişim, yüksek eğitim düzeyi ve hukukun üstünlüğü gibi yapısal etkenler sayesinde insanların hayata karşı duyduğu güven artıyor, artırdıkça da dini inançlara olan ihtiyaç azalıyor. Korkunun ve belirsizliğin egemen olduğu dönemlerde din, insanların zihninde dünyayı anlamlandırmanın ve düzen kurmanın bir yoluydu, ancak güvenli ve istikrarlı toplumlara dönüştükçe bu işlevini yavaşça kaybettiği görülüyor.

Bu eğilim, özellikle gelişmiş ülkelerde belirgin şekilde kendini gösteriyor. Kuzey Avrupa’da, Japonya’da, Kanada’da ya da Avustralya’da, dini aidiyet artık bireysel kimliğin merkezi bir parçası değil. İnsanlar, toplumsal refahın yüksek olduğu bölgelerde hastalığa, yaşlılığa ve kriz anlarına karşı devlet destekli çözümlere sahip. Bu koşullar altında doğaüstü bir müdahaleye olan ihtiyaç da azalıyor. Tanrı artık her şeyi gören bir gözden ziyade birçok kişi için geçmişe ait bir fikir hâline geliyor.
Ancak bu küresel dönüşümün tek yönlü olduğunu düşünmek yanıltıcı. Dini inançlar, yeryüzünün birçok bölgesinde hâlâ güçlü. Üstelik sadece geleneksel yapılarla sınırlı değil; yeni biçimlerle, yeni söylemlerle karşımıza çıkıyor. Bazı bölgelerde dinsel canlanmalar yaşanıyor. Kimlik, aidiyet ve kültürel koruma gibi saiklerle din, birey ve toplum arasında hâlâ sağlam bağlar kurabiliyor.

Öte yandan dini inancın ortadan kalkması, onun yerine mutlaka rasyonel bir dünya görüşünün geçeceği anlamına gelmiyor. Tanrı fikrini reddeden birçok kişi, yine de doğaüstü ya da sezgisel açıklamalara başvurmaktan geri durmuyor. Astrolojiye, telepatiye, tanrısal uzaylılara, reenkarnasyona ya da “evrenin mesajlarına” inananların sayısı az değil. Modern zamanların sunduğu bilimsel bakış açısı, her birey için ulaşılır ya da ikna edici olmayabiliyor. Karmaşık kuramlar, soyut matematiksel modeller, laboratuvar deneyleri… Bunlar günlük hayatın somut gerçekleriyle çeliştiğinde insanlar yeniden anlam arayışına girişiyor.
Bu noktada, insan zihninin nasıl çalıştığına dair psikolojik araştırmalar önemli. Bilimsel olarak düşünce sistemimiz iki temel işleyişe dayanıyor: biri hızlı, sezgisel ve otomatik, diğeri ise yavaş, mantıklı ve çaba gerektiren. Sezgisel sistem, evrimsel süreçte hayatta kalmamıza yardım eden reflekslerle dolu. Tehlikeyi hızlıca algılamak, sosyal ipuçlarını çözümlemek ve düzen aramak gibi işlevler, bu sistemin doğal uzantıları. İşte tam da burada, görünmeyen bir gücün varlığını sezme, bilinmez olaylara anlam yükleme eğilimi ortaya çıkıyor.

Söz konusu eğilim, toplumsal yapılar içinde de dinin varlığını açıklayan önemli bir unsur. Din, sadece bireyin acısını dindiren bir teselli mekanizması olmaktan uzak, aynı zamanda toplumsal düzeni sağlayan güçlü bir araç da. Antropolojik çalışmalar, doğaüstü ceza inancının işbirliğini ve kurallara uymayı artırdığını gösteriyor. Eğer herkes ahlaki kuralları çiğnemenin ilahi bir ceza doğuracağına inanıyorsa, orada düzen daha kolay tesis ediliyor. Buna bir de demografik etmenler eklendiğinde dinin kalıcılığı daha iyi anlaşılabiliyor. Dini topluluklar, genellikle daha fazla çocuk sahibi olma eğiliminde. Bu da inancın sonraki kuşaklara aktarılmasını sağlayan bir döngü yaratıyor.
Ayrıca, inançsızlık da artık kendi ritüellerini ve topluluklarını oluşturmaya başladı. Ateist evlilik törenleri, seküler cenaze merasimleri, anlam arayışını merkezine alan felsefi sohbet grupları giderek yaygınlaşıyor. Ancak bu yeni biçimler, çoğu zaman dinin binlerce yıldır sunduğu kapsayıcı kimlik, topluluk ve anlam sistemlerinin yerine geçmekte zorlanıyor.

İnsanlık, tüm bu çok katmanlı dinamikler içinde tamamen dinden arınmış bir geleceğe mi ilerliyor, yoksa din yeni biçimlerde yaşamaya devam mı edecek? Bu soruya kesin bir yanıt vermek güç. Fakat psikolojik, toplumsal ve tarihsel verilere bakıldığında, dinin bir süre daha insanlığın düşünsel evreninde yer bulacağı açık. Belki tanrılar değişecek, ibadet şekilleri dönüşecek, ama insan zihni hâlâ anlam, teselli ve bağ kurma ihtiyacını başka yollarla doyurmaya çalışacak.
İnançsızlık, yükselen bir değer olabilir. Ancak din bir inançtan çok daha fazlası; bir alışkanlık, bir kültürel miras, hatta bir bilişsel ihtiyaç. Bilim, eğitim ve akıl yürütme sayesinde dinlerin etkisi azalıyor, ama geride bıraktığı boşluğu doldurmak sanıldığı kadar da kolay olmayacak gibi görünüyor.