Terry Pratchett, evrenin başlangıcına dair genel kabul görmüş olan görüşü şöyle açıklar: “Başlangıçta sadece yokluk vardı, o da patladı.” Günümüzde kozmolojiye dair çoğunluk tarafından kabul görmüş olan teori, evrenin büyük patlamanın ardından sürekli genişliyor olmasıdır; ki bu da kozmik arka plan radyasyonu ve ışık spektrumunun kırmızı ucuna doğru ışığın bükülüyor olması gibi kanıtlarla desteklenmektedir.
Ne var ki herkes bu görüşe katılmıyor. Yıllar boyunca kozmolojiye ve evrenin kökenine dair pek çok görüş ortaya atıldı. Bunlardan bazıları mevcut kanıtlar ve teknolojilerle kanıtlanamaz durumdaki ilgi çekici spekülasyonlarken, bazısı da evrenin insan duyularını aşan çıldırtıcı genişliğine anlam bulmaya çalışan sıra dışı fikirlerden ibaret.
Durgun Hâl
Albert Einstein’ın el yazmalarından yeni keşfedilen bir tanesine bakılırsa, ünlü bilim adamı İngiliz astrofizikçi Fred Hoyle’un evrenin sürekli genişlerken bir yandan da yeni maddelerin üretimi aracılığıyla sabit bir yoğunluğu koruyor olabileceğine dair teorilerini dikkate almış. Yıllar boyunca bilim çevreleri Hoyle’u bir kaçık olarak görmüş olsa da, bu el yazması belgeler Einstein’ın onun fikirlerine ciddi ölçüde kafa yorduğunu gösteriyor.
Durgun hâl teorisi 1948 yılında Hermann Bondi, Thomas Gold ve Fred Hoyle tarafından ortaya atıldı. Bu teori, ana fikrini evrene neresinden bakılırsa bakılsın, makroskopik anlamda her şeyin hemen hemen aynı göründüğü gözleminden alıyordu. Bu fikir evrenin bir başı ve sonu olmadığını varsaydığından felsefi açıdan da makul görünüyordu. Teori 1950 ve 60’lı yıllarda pek çok kişi tarafından kabul görmüştü. Evrenin genişliyor olduğuna dair kanıtlar ortaya çıktığında, teorinin savunucuları az da olsa düzenli olarak (yılda bir küp milde birkaç atom kadar) yeni maddelerin oluştuğunu öne sürdü.
Bizim galaksimizde olmayıp uzak (dolayısıyla da bize göre yaşlı) galaksilerdeki kuasarların varlığının gözlemlenmesi, bu teorinin güvenilirliğini ciddi ölçüde sarstı. Bilim insanları, kozmik arka plan radyasyonunun varlığını keşfettiklerinde ise durgun hâl teorisi tamamen çürütüldü. Ne var ki Hoyle teorisini savunmaya devam ediyordu, evrende helyumdan daha ağır atomların ortaya çıktığına dair bir dizi araştırma yayımladı; bu atomlar yaşam döngülerinin sonuna gelmiş olan ilk yıldızların yarattığı yüksek sıcaklıklar ve basınçla ortaya çıkmıştı. İronik olarak, Hoyle “büyük patlama” ismini ilk kullanan kişiydi.
Yorgun Işık
Edwin Hubble, uzak galaksilerden yayılan ışık dalga boylarının, yakın gök isimlerinden yayılanlara nazaran, ışık spektrumunun kırmızı ucuna doğru daha fazla kırıldığını gözlemlemiş, bu nedenle de fotonların bir şekilde enerjilerini kaybettiği çıkarımını yapmıştı. “Kırmızıya kayma” olarak adlandırılan bu fenomen, Doppler etkisinin bir sonucu olarak, büyük patlamanın ardından sürekli gerçekleşen bir genişleme ile açıklanır. Durgun hâl teorilerinin destekçileri ise, uzayda yolculuk eden ışık fotonlarının kırmızı ışık spektrumunun daha uzun dalga boyuna ve daha az enerjiye sahip uçlarına doğru gittikçe enerjilerini kaybettiğini öne sürdü. Bu teori ilk olarak 1929 yılında Fritz Zwicky tarafından ortaya atıldı.
Ne var ki yorgun ışık teorisi ile ilgili bazı problemler var. Öncelikle, bir fotonun momentumunun değişmeden enerjisinin değişmesi mümkün değil; bu momentum değişikliğinin bir bulanıklaşma etkisi yaratması gerekir ki böyle bir şey gözlemlemiyoruz. İkincisi, bu teori süpernovalardan yayılan ışık yayılımlarında gözlemlenen örüntüleri açıklayamazken, genişleyen evren teorisinin genel görelilik kuramıyla birleştiğinde zamanda bükülmeye yol açacağına dair oluşturulan modeller bu örüntülerle örtüşüyor. Son olarak, yorgun ışık kuramına dair öne sürülen modellerin çoğu genişlemeyen bir evren varsayımına dayanıyor, ancak bu durumda gözlemlerimizle uyuşmayan bir arka plan radyasyonu spektrumunun oluşması beklenirdi. Eğer yorgun ışık teorisi doğru olsaydı, gözlemlediğimiz kozmik arka plan radyasyonunun tamamı bize en yakın galaksi olan Andromeda Galaksisi M31’den daha yakın kaynaklardan gelmesi ve onun ötesindeki her şeyin bize görünmez olması gerekirdi.
Sonsuz Şişme
Evrenin ilk dönemlerine dair pek çok yeni model, birbirine yakın parçacıkların aralarına giren büyük uzay boşlukları neticesinde pek çok farklı yöne dağılmalarıyla oluşan vakum enerjisinden kaynaklı, kısa süreli bir eksponansiyel genişleme (şişme olarak adlandırılır) olduğunu öngörmektedir. Bu şişmenin ardından, vakum enerjisi eriyik bir plazma çorbasına dönüşmüş, sonraları bundan atomlar, moleküller ve diğer parçacıklar oluşmuştur. Sonsuz şişme teorisi, işte bu şişme sürecinin hiç sona ermediğini öne sürer. Bunun yerine uzay baloncukları şişmeyi bırakıp düşük enerjili bir duruma geçmiş, sonra da içe doğru genişlemeye devam etmiştir. Bu baloncuklar, bir tencerede kaynamakta olan suyun çıkardığı buhar baloncuklarına benzetilebilir, tabii bu örnekte tencere sürekli büyümektedir.
Bu teoriye göre, evrenimiz sürekli şişmenin yarattığı devasa bir çoklu evrendeki pek çok evren baloncuğundan biridir. Bu teorinin test edilebilir yanlarından biri, birbirine çok yakın iki evrenin birbirine dokunduğunda her bir evrende uzay-zaman bozulmalarına yol açacağıdır. Bu teoriye dair en iyi kanıt, kozmik arka plan radyasyonumuzda gözlemlenen böylesi bir bozulmanın varlığıdır.
İlk şişme modeli Sovyet bilim adamı Alexei Starobinksy tarafından ortaya atılmıştı ancak daha büyük bir bilinirliğe kavuşması, büyük patlamadan önce eksponansiyel genişlemenin gerçekleşebilmesi için evrenin bir süper soğumaya maruz kalmış olması gerektiğini öne süren Batılı fizikçi Alan Guth sayesinde oldu. Andrei Linde bu teorileri aldı ve büyük patlamaya gerek olmadan, yeterli potansiyel enerji bulunursa böylesi genişlemelerin uzayda herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda gerçekleşebileceğini, çoklu evrenin her yerinde bunların sürekli olarak gerçekleşmekte olduğunu öne süren “sonsuz kaotik genişleme” teorisine dönüştürdü.
Linde bu kuramını şöyle açıklamaktadır: “Tek bir fizik kuralına bağlı olarak bir evren yerine, sonsuz kaotik genişleme sürekli kendini yeniden üreten, böylece tüm olasılıkların gerçekleşebileceği, hâlihazırda mevcut olan bir çoklu evreni temel alır.”
Dördüncü Boyut Kara Delik İllüzyonu
Standart büyük patlama modeli evrenin sonsuz büyüklükte yoğunluğa sahip bir tekilliğin patlamasıyla oluştuğunu öne sürer, ancak kozmik ölçüde bakıldığında bu olayın üstünden çok az bir vakit geçmiş olmasına rağmen neden evrenin her yerinin aşağı yukarı aynı sıcaklıkta olduğunu açıklamakta zorlanır. Bazı kişiler bu durumun evrenin ışık hızından daha hızlı genişlemesini sağlayan bilinmeyen bir enerji formu ile açıklanabileceğini öne sürer. Perimeter Teorik Fizik Enstitüsü’nden bir grup fizikçi, evrenin dört boyutlu bir yıldızın sönerek bir kara deliğe dönüşmesi sırasında olay ufkunda oluşan üç boyutlu bir illüzyon olabileceğini öne sürdüler.
Niayesh Afshordi ve meslektaşları, 2000 yılında Münih’teki Ludwig Maximilians Üniversitesi’nden bir ekibin öne sürdüğü, evrenimizin dört boyutlu bir “toplu evrenin” yalnızca bir kolu olduğunu iddia eden fikri değerlendirdi. Şayet bu toplu evrende dört boyutlu yıldızlar da varsa, bu yıldızların da bizim evrenimizdeki üç boyutlu benzerleri gibi patlayarak bir süpernova oluşturma ve ardından kara deliğe dönüşme davranışını gerçekleştirmeleri gerektiğini fark ettiler.
Üç boyutlu kara deliklerin etrafı, olay ufku denilen küresel bir yüzeyle çevrilidir. Üç boyutlu kara deliğin olay ufkunun yüzeyi iki boyutlu olsa da, dört boyutlu bir kara deliğin olay ufkunun üç boyutlu olması gerekir. Afshordi ve ekibi dört boyutlu bir yıldızın ölümünü simüle ettiklerinde, ortaya çıkan üç boyutlu materyalin olay ufkunun etrafında bir üç boyutlu membran oluşturduğunu ve bunun yavaşça genişlediğini gözlemlediler. Böylece, evrenimizin dört boyutlu bir yıldızın çöküp kara deliğe dönüşmesinin ardından ortaya çıkan bir illüzyon olabileceği sonucuna vardılar.
Dört boyutlu toplu evren çok daha eski, hatta sonsuz yaşında olacağından, bu evrenimizde gözlemlediğimiz benzer sıcaklıkları açıklayabilir; ne var ki bazı veriler geleneksel modellere daha çok uyan çelişkilerin olduğunu göstermektedir.
Ayna Evren
Fizikteki en çetrefilli sorunlardan biri, kabul edilen neredeyse tüm modellerin (ki bunlara yerçekimi, elektrodinamik ve görelilik gibi modeller de dâhildir) zaman ileri de aksa geri de aksa evreni kolaylıkla açıklayabiliyor olmasıdır. Gerçek dünyada zamanın yalnızca tek bir yönde aktığını biliyoruz, buna getirdiğimiz standart açıklama ise zaman algımızın sadece düzenin düzensizliğe evrildiği entropinin bir sonucu olduğudur. Ne var ki bu teoriyi kabul edersek, evrenin başlangıçta yüksek bir düzene ve düşük entropi seviyelerine sahip olduğunu da kabul etmek zorunda kalırız. Pek çok bilim insanı evrenin erken dönemlerindeki düşük entropinin zamanın akışı sorununu çözmesi konusunda ikna olmuş durumda değildir.
Oxford Üniversitesi’nden Julian Barbour, New Brunswick Üniversitesi’nden Tim Koslowski ve Perimeter Teorik Fizik Enstitüsü’nden Flavio Mercati, kütle çekimin zamanın ileri gitmesini sağladığına dair bir teori geliştirdiler. Newton kütle çekim etkisindeki 1000 nokta benzeri parçacığın birbiriyle etkileşime girdiği bir bilgisayar simülasyonu üzerinde yaptıkları çalışmalarda, parçacıkların boyutları ve miktarlarından bağımsız olarak, sonunda minimum boyuta ve maksimum yoğunluğa sahip düşük karmaşıklıkta bir form oluşturduklarını gözlemlediler. Ardından parçacık sisteminin iki yöne doğru genişlemeye başladığını, simetrik ve karşılıklı iki “zaman doğrultusu” oluşturduğunu, düzenli ve karmaşık iki yapıya büründüğünü gördüler.
Bu nedenle, büyük patlama neticesinde bir değil iki evren oluştuğunu, ikisinin de birbirinin aksi yönünde ilerleyen zaman doğrultularına sahip olduğunu öne sürüyorlar. Barbour bunu şöyle açıklıyor:
“Bu ikili gelecek durumu her iki yönde uzanan tek, kaotik bir geçmiş olduğunu, yani bu merkezin iki yanında oluşmuş iki evrenin varlığını göstermektedir. İkisi de eşit ölçüde gelişmiş ise, her iki tarafta da zıt yönlerde akan bir zaman algısı gözlemlenecektir. Buradaki zeki canlılar, zamanı bu merkezden uzaklaşan tek yönlü akışa sahip olarak tanımlayacaklardır. Bu zıt evrendeki canlılar, bizi çok uzak bir geçmişte yaşıyor olarak düşünecektir.”
Uyumlu Halkasal Kozmoloji
Oxford Üniversitesi’nden fizikçi Sir Roger Penrose, büyük patlamanın evrenin başlangıcı değil, evrenin geçtiği genişleme ve küçülme döngülerindeki bir adım olduğunu söylüyor. Penrose, uzayın geometrisinin zamanla değiştiğini ve daha karmaşık bir hâle büründüğünü öne sürüyor, bunu da Weyl eğrilik tensörü denen, sıfırdan başlayıp zamanla büyüyen matematiksel bir nesneyle açıklıyor. Kara deliklerin entropiyi düşürecek bir rol oynadıklarını, evren genişlemesinin sonuna ulaştığında kara deliklerin kalan madde ve enerjiyi, ardından da birbirlerini yutacaklarını iddia ediyor. Hawking radyasyonuyla madde eriyip kara delikler enerjilerini kaybettiklerinde, tüm uzay yeknesak olacak ve kullanışsız enerjiyle dolacaktır.
Bu da bize uyumlu değişmezlik denen, farklı ölçeklere fakat aynı şekle sahip simetrik bir geometri fenomenini gösterir. Evren başlangıcındaki şartları artık sağlamayacağından, Penrose uyumlu değişmezliğin uzayın geometrisini düzleştireceğini ve ayrışan parçacıkların sıfır entropi hâline gireceğini öngörmektedir. Evren bunun ardından kendi içine çökecek, yeni bir büyük patlamanın önünü açacaktır. Bu da evrenin sürekli tekrar eden bir genişleme ve küçülme döngüsüne sahip olduğunu gösterir. Penrose, her bir patlama ve çökme aralığını “eon” olarak adlandırır.
Penrose ve meslektaşı, Ermenistan’daki Yerevan Fizik Enstitüsü’nden Vahe Gurzadyan, kozmik arka plan radyasyonu üzerine NASA uydu verilerini toplayıp yaptıkları araştırmada, 12 net eşmerkezli halka bulduklarını öne sürüyorlar. Bunların, her bir eonun sonundaki süpermasif kara delik patlamaları neticesinde oluşan kütle çekimsel dalgaların kanıtı olduğunu söyleyerek, uyumlu halkalar kozmolojisi teorisini buna dayandırıyorlar.
Soğuk Büyük Patlama ve Büzüşen Evren
Standart büyük patlama modeli, tüm maddeler tek bir noktadan patlayarak oluştuktan sonra, evrenin sıcak ve yoğun bir baloncuğa dönüştüğü ve milyarlarca yıl boyunca yavaşça genişlediği varsayımını öne sürer. Bu tekillik, genel görelilik ve kuantum mekaniği gibi teoriler konusunda bazı sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenle Heidelberg Üniversitesi’nden kozmolog Christoff Wetterich, sürekli genişlemeyi öne süren standart modelin aksine evrenin soğuk ve çok büyük bir boşluk olarak başlamış, zamanla büzüştükçe parçacıkların birbiriyle temasları neticesinde canlanmış olabileceğini öne sürmektedir.
Bu modelde, astronomların gözlemlediği kırmızıya kayma etkisinin, evren küçüldükçe evrenin toplam kütlesindeki artıştan kaynaklandığı öne sürülür. Atomların yaydığı ışık parçacıkların kütlesiyle oluşturulur, daha yüksek enerji ışığın mavi spektrumuna gitmesiyle ortaya çıkarken, düşük enerjili ışık kırmızı spektruma doğru yol alır.
Wetterich’in teorisindeki ana sorun, kütlelerin kendilerini ölçemeyip yalnızca farklı kütleleri birbiriyle kıyaslayabildiğimizden, öne sürdüğü fikirlerin ölçümle ispatlanabilir olmamasıdır. Bir fizikçi, bu modelin evrenin genişliyor olması yerine onu ölçtüğümüz cetvelin kısalmakta olduğunu öne sürmekle eşdeğer olduğunu söylüyor. Wetterich, teorisinin büyük patlamanın yerini alacak bir teori olmadığını, yalnızca evrene dair yapılan gözlemlerle uyumlu olduğunu ve daha “doğal” bir açıklama olabileceğini söylemektedir.
Yaşayan Evren
Amatör bilim insanı Jim Carter, varsayımsal dönen mekanik nesneler olan “circlonlar”ın sonsuz hiyerarşisine dayanan, kişisel bir evren teorisi geliştirmiştir. Carter, evrenin tüm tarihinin üretim ve füzyon işlemlerinden doğan circlon nesilleri ile açıklanabileceğini iddia eder. Carter bu teorilerine 1970’li yıllarda balon avlamak için dalış yaptığı sıralarda hava tankından çıkan mükemmel yuvarlaklıktaki baloncukları görmesinin ardından, circlon eşzamanlılığının fiziksel formları olarak addettiği konserve tenekeleri ve lastikli çarşaflarla yaptığı kontrollü duman halkaları deneyleriyle ulaşmıştır.
Carter, circlon eşzamanlılığının evrenin başlangıcını büyük patlamadan daha iyi açıkladığını öne sürer. Yaşayan evren teorisi, en az bir hidrojen atomunun zamanın başlangıcından beri var olduğunu iddia eder. Başlangıçta, tek bir antihidrojen atomu üç boyutlu boşlukta süzülmektedir. Bu parçacık, tüm var olan evrenimizin kütlesine eşit bir kütleye sahiptir ve bir pozitif yüklü proton ile bir negatif yüklü antiprotona sahiptir. Evren mükemmel ve tam bir dualiteye sahipti ancak negatif antiproton pozitif protona göre biraz daha hızlı kütle çekimsel genişlemeye maruz kalmıştı, bu nedenle de göreli kütle kaybına uğradı. Dolayısıyla birbirlerine yaklaştılar ve negatif parçacık pozitif olanı yutarak antinötronu oluşturdu.
Antinötron da kütlesel olarak dengesizdi ama zamanla bir denge noktasına ulaştı, ardından tekrar ikiye bölünerek iki yeni parçacık-antiparçacık nötronu oluşturdu. Bu işlem arka arkaya tekrar ederek artan sayıda nötronun oluşmasını sağladı, bazıları ikiye bölünmek yerine kendilerini yok ettiler ki bu da kozmik ışınları ortaya çıkardı. Nihayet evren kararlı nötronlardan oluşan bir kütle hâline geldi, bu kütle bir süre sonra bozularak elektronların protonlarla ilk defa birleşmesine yol açtı. Böylece ilk hidrojen atomu meydana geldi, sonunda da giderek daha fazla sayıda elektron ve proton serbest kaldı ve birbirleriyle etkileşime geçerek elementleri oluşturdu. Adına “Büyük Donmuş Ateş Çağı” denen bir sürenin ardından yıldızlar, gezegenler ve bilinç oluştu.
Ne var ki pek çok fizikçi Carter’ın fikirlerini ampirik kanıtlara dayanmayan safsatalardan ibaret olarak görüyor. Eklemek gerekir ki, Carter’ın duman halkalarıyla yaptığı deneyleri baz alan eter teorisi 13 sene önce çürütülmüştü.
Plazma Evren
Standart kozmoloji kütle çekim kuvvetini bir şeylere şekil veren esas güç olarak görürken, plazma kozmolojisi veya elektrik evren teorisi, elektromanyetizmayı odağına alır. Bu teorinin ilk savunucularından biri olan Rus psikiyatrist Immanuel Velikovsky, 1946 yılında yayımladığı “Kütle Çekimsiz Kozmos” adlı çalışmasında, kütle çekiminin atomik yükler, serbest dolaşan elektrik yükleri ve güneşler ile gezegenler arasındaki manyetik alanların bir sonucu olarak ortaya çıktığını öne sürmüştü. 1970’li yıllarda Ralph Juergens de bu teoriyi biraz daha ileri götürerek, yıldızların güçlerini termonükleer işlemlerden değil, elektriksel reaksiyonlardan aldığını iddia etti.
Bu teorinin pek çok farklı varyasyonu bulunsa da, birçok noktada benzerdirler. Plazma evren teorileri Güneş’in ve diğer yıldızların sürüklenme akımları sayesinde elektriksel güçle dolduklarını, bazı gezegen yüzeyi özelliklerinin “süper yıldırımlar” sayesinde oluştuğunu, kuyruklu yıldız kuyruklarının, Mars’taki dalazların ve galaksilerin oluşumlarının hep elektriksel süreçlerle olduğunu öne sürer. Bu teoriler ayrıca uzayın derinliklerinin devasa elektron ve iyon iplikçikleriyle dolu olduğunu, bu akımların uzaydaki elektromanyetik çekim kuvvetleriyle eğilip büküldüğünü ve sonunda galaksiler gibi fiziksel nesneler oluşturduklarını iddia eder. Plazma kozmologları evrenin hem boyut hem de yaş olarak sonsuz olduğuna inanırlar.
Konu hakkındaki en çok ses getiren kitaplardan biri, Eric J. Lerner tarafından 1991 yılında yazılan “Büyük Patlama Hiç Olmadı” adlı kitaptır. Lerner kitabında, büyük patlama teorisinin döteryum, lityum-7 ve helyum-4 gibi bazı hafif elementlerin yoğunluklarını yanlış tahmin ettiğini, galaksiler arasındaki boşlukların büyük patlama sonrası zaman aralıklarıyla açıklanamayacak kadar büyük olduğunu ve uzak galaksilerin yüzey parlaklıklarının sabit olarak gözlemlendiğini, oysa genişleyen bir evrende, kırmızıya kayma etkisi nedeniyle bu parlaklığın azalıyor olarak görülmesi gerektiğini iddia eder. Ayrıca büyük patlama teorisinin şişme, karanlık madde ve karanlık enerji gibi pek çok varsayımsal kavram üzerine kurulduğunu ve evrenin hiç yoktan ortaya çıkmış olması durumunda enerjinin korunumu kanunu ihlal ediyor olduğunu öne sürer.
Bunların aksine, plazma teorisinin ışık elementlerinin bolluğunu, evrenin makroskopik yapısını ve radyo dalgalarının sönümlenmesinin kozmik arka plan radyasyonunun sebebi olduğunu doğru bir şekilde açıkladığını öne sürer. Pek çok kozmolog, Lerner’in büyük patlama teorisine yönelttiği eleştirilerin daha o kitabını yazdığı zamanlarda bile yanlışlığı kanıtlanmış kavramlara dayandığını söyler ve büyük patlamayı destekleyen gözlemlere getirdiği açıklamaların, çözdüğü sorunlardan çok daha fazlasını yarattığı fikrindedir.
Gökkuşağı Kütle Çekimi Teorisi
Gökkuşağı kütleçekimi 2000’li yılların başında çok büyük cisimlerin dünyasını konu edinen genel görelilik ile çok küçük cisimlerin dünyasıyla ilgilenen kuantum mekaniği arasındaki vadiyi doldurmak amacıyla ileri sürüldü. Bu teori, kuantumun kütleçekim üzerindeki etkilerini tam olarak açıklayan bir teori değil ve genel geçer olarak kabul edilmiyor da… Yine de bazı fizikçiler, bunu evrenin nasıl başladığı sorusu üzerine uyguluyor ve “gökkuşağı kütle çekimi” etkisinin doğru olduğunu gösterebiliyorlar. hâliyle bu durum, uzay ve zamanın Büyük Patlama Teorisi’nin çizdiğinden çok daha farklı kökenleri olabileceğini düşündürüyor.
Einstein’ın Genel Görelilik Kuramı’na göre devasa nesneler uzay-zamanı ve ışık da dâhil olmak üzere, onun içerisinde hareket eden her şeyi bükerler ve eğik bir yol izlemelerine neden olurlar. Standart fizik, bu eğik yolun uzay-zamanda hareket eden cisimlerin enerjisinden bağımsız olması gerektiğini söyler. Ancak gökkuşağı kütle çekimine göre enerji yolu etkiler. Mısır’ın Zewail şehrindeki Teorik Fizik Merkezi’nden olan ve Journal of Cosmology and Astroparticle Physics dergisinde konuyla ilgili makalesi yayımlanan Adel Awad şunları söylüyor: “Farklı enerjili parçacıklar, farklı uzay-zaman görürler, dolayısıyla farklı kütle çekim alanlarını deneyimlerler.”
Bir senaryoya göre, eğer ki zamanı geriye doğru takip edecek olursanız, evren giderek yoğunlaşacaktır ve sonunda sonsuz yoğunluğa doğru gidecektir; ancak asla sonsuz değere ulaşamayacaktır. Öteki senaryoya göreyse, yine evrenin çok yüksek bir yoğunluğu vardır; ancak bu defa bu yoğunluk değeri sonsuz değil, sonludur. Yani bu senaryoya göre, çok yüksek bir yoğunluk değerinde, evrenin başlangıç yoğunluğu sabitlenecektir. İki senaryoda da, tekillik (singülarite: noktasal hacimde, sonsuz kütle, yani sonsuz yoğunluk) bulunmamaktadır: yani evren asla sonsuz yoğunluğa ulaşmaz. Ki bu da, Büyük Patlama’nın olmamış olabileceği anlamına gelir.
Bu sonuç, evrenin belki de hiçbir zaman bir başlangıcı olmadığını gösteriyor. Bunun yerine zaman, sonsuza kadar geri takip edilebilir. Ancak tabii ki bu senaryoların gerçeği yansıttığı sonucuna varmak henüz mümkün değil; yine de sonuçlar ilgi çekici. Araştırmada yer almayan ancak kütle çekiminin kuantum teorisi üzerine araştırmalar yapan Amelino-Camelia şunları söylüyor:
“Bu yöndeki çalışmalar, söz konusu fikrin kozmolojide haklı bir yeri olduğunu gösterebilir, bu da beni yüreklendiriyor. Kuantum kütle çekiminde, gökkuşağı kütle çekimi olarak adlandırabileceğiniz özelliğe dair giderek artan örnekler bulmaktayız. Bu durum, giderek dikkat çeken bir hâl alıyor.”
Kaynaklar: