asimov

Isaac Asimov’un Kaleminden: Frankenstein Kompleksi

Bir yazarın en büyük kabusunu öğrenmek ister misiniz?

Peki öyleyse, kayda değer şöhret sahibi bir yazar düşünün, kendini Büyük Adam olarak gören birini. Ona bir eş ihsan edin, bir küçük kadın ve onun da içinde bir parça yazarlık olsun. Tabii bu, o büyük, muhteşem kocasınınkinin yanında hiçbir şey sayılmaz; ne kendi gözünde, ne dünyanın gözünde ve (en önemlisi) ne de adamın gözünde. Düşünün ki, bir sohbet sonucunda küçük kadın, sohbet konusu hakkında bir roman yazmayı öneriyor. Ve Büyük Adam iyi huylu bir gülümsemeyle, “Elbette, canım,” diyor. “Hiç durma, yaz bakalım.” Kadın yazıyor, yazdığı yayımlanıyor ve devasa bir yankı uyandırıyor. Ve o günden sonra, Büyük Adam’ın büyüklüğü evrensel olarak kabul görse de, daha iyi tanınan daima küçük kadının romanı oluyor. Öyle ünlü oluyor ki, başlık İngiliz dilinde bir deyim hâline geliyor. Normal ölçülerde egosantrik bir profesyonel yazar için bu kim bilir ne dehşet verici bir durum olurdu.

Üstelik bunu ben uydurmuyorum. Bu gerçek bir öykü. Bunlar gerçekten oldu. Büyük Adam, Percy Bysshe Shelley‘di; yani İngiliz dilinin muhteşem lirik şairlerinden biri. Yirmi iki yaşındayken Mary Wollstonecraft Godwin ile birlikte kaçtı ve olay her ne kadar romantik sayılsa da bir parça düzen dışıydı, zira Shelley o sırada evli bir adamdı. Olayın halka yansıma biçimi yüzünden İngiltere dışına çıkarak daha rahat ettiler ve 1816 yazında İsviçre’deki Geneva Gölü kıyısında, aynı derecede büyük bir şair olan ve aynı kötü üne sahip bir beyefendiyle, yani George Gordon, namı diğer Lord Byron ile birlikte kaldılar.

percy-bysshe-shelley-and-mary-shelley

O sıralarda bilim dünyası yeşermekteydi. 1791’de İtalyan fizikçi Luigi Galvani, kurbağa kaslarının aynı anda iki değişik metalle dokunulduğunda kasıldıklarını keşfetmişti ve ona göre canlı dokular “hayvan elektriği” ile doluydu. Bu teoriye bir başka İtalyan fizikçi, Alessandro Volta tarafından itiraz edilmişti. Volta, canlı ya da bir zamanlar yaşamış doku olmadan da farklı metallerin yan yana gelmesiyle elektrik akımı üretilebileceğini göstermişti. O ilk pili icat etmişti ve İngiliz kimyager, Humphrey Davy, çalışmaya devam ederek 1807 ve 1808’de eşi görülmedik güçte bir pil üretti. Bunun yardımıyla, elektrik çağı öncesi kimyagerleri için imkân dışında kalan çok çeşitli kimyasal reaksiyonları gerçekleştirdi. Elektrik böylece güç ifade eden bir sözcük oldu ve Galvani’nin “hayvan elektriği” Volta’nın araştırmalarıyla çabucak yerle bir edildiği hâlde, halk arasında sihirli bir deyim gibi kalmaya devam etti. Elektriğin yaşamla olan etkileşimine karşı ilgi oldukça yoğundu.

Bir akşam Byron, Shelley ve Mary Godwin’den oluşan küçük bir grup, elektrik yardımıyla yaşam oluşturma olasılığı üzerinde konuştular ve Mary’nin aklına bu konuda fantastik bir öykü yazabileceği fikri geldi. Byron ve Shelley onayladılar; aslında onlar da küçük arkadaş grupları içinde baş başa eğlenmek amacıyla fantastik romanlar yazabileceklerini düşünmüşlerdi. Bunu gerçekleştiren ise yalnızca Mary oldu. O yılın sonunda ilk Mrs. Shelley intihar etti ve böylece Shelley ve Mary evlenip İngiltere’ye dönebildiler. İngiltere’de 1817’de, Mary Shelley’nin romanı bitti ve 1818’de basıldı. Konusu genç bir bilimciyle, bir anatomi öğrencisiyle ilgiliydi. Bu öğrenci laboratuvarında bir beden oluşturmuş ve elektrik yoluyla buna yaşam aşılamayı başarmıştı. Bu varlık (ona isim verilmemişti) iki buçuk metre boyunda, canavarsı bir şeydi ve korkunç yüzü tüm görenlere korku krizleri geçirtiyordu. Canavar, insan toplumunda kendine yer bulamıyor ve üzüntü içinde bilimciye ve onun tüm sevdiklerine saldırıyordu. Bilimcinin tüm akrabaları (eşi dâhil) birer birer yok ediliyor ve sonunda kendisi de ölüyordu. Canavar vahşi dünyaya doğru, olasılıkla pişmanlıktan öl­mek üzere yürüyüp gidiyordu. Roman büyük yankı uyandırdı ve büyük yankı uyandırmaktan asla vazgeçmedi.

shelleysmonster

Genel olarak hangi Shelley’nin insanların üzerinde daha çok etki bıraktığına dair hiçbir kuşku yoktu. Elbette ki edebiyat öğrencileri için asıl Shelley, Percy Bysshe olabilir. Ama sokakta insanları durdurup onlara hayatlannda Adonais’i, Ode to the West Wind‘i ya da The Cenci‘yi duyup duymadıklarını sorun. Belki duymuşlardır, ama büyük olasılıkla tersi çıkacaktır. Sonra onlara hiç Frankenstein‘ı duyup duymadıklarını sorun. Zira Frankenstein, Mrs. Shelley’nin romanının ve canavarı yaratan genç bilimcinin adıydı. O günden beri, yaratıcısını yok eden bir şey yaratan herkesi ve her şeyi tanımlamak için Frankenstein sıfatı kullanılagelmiştir. “Bir Frankenstein canavarı yarattım!” şeklindeki ünlem öylesine klişeleşmiştir ki, günümüzde ancak espri amaçlı kullanılır olmuştur. Frankenstein başarısını, en azından belli ölçüde, insanlığın dinmeyen korkularından birinin yeniden ifadesi olduğu için kazanmıştır; tehlikeli bilgiye karşı olan korkunun.

Frankenstein yeni bir Faust idi, insanlara göre olmayan bilgilerin peşindeydi ve kendi Mefistovari ceza meleğini yaratmıştı. On dokuzuncu yüzyılın başlarında, Frankenstein’ın yasak bilgiyi günahkarca işgalinin doğasında tam olarak ne olduğu açıkça belliydi. İlerleyen insan biliminin ölü maddeye yaşam aşıladığı düşünebilirdi; ama insanın yapabileceği hiçbir şey bir ruh yaratamazdı, zira bu Tanrı’nın kendi özel alanıydı. Bu yüzden Frankenstein en fazla ruhsuz bir zeka yaratabilirdi ve böyle bir heves kötüydü, en kötü cezayı da hak ediyordu. On dokuzuncu yüzyıl ilerlerken, insanın gelişen bilgisi ve yoğunlaşan bilimine karşı duran teolojik “yapmayacaksın” bariyeri zayıfladı. Endüstri devrimi yayılıp derinleşti ve Faust motifi yerini geçici olarak ilerleme konusundaki sarsılmaz inanca ve kaçınılmaz olarak yaklaşan bilim aracılığıyla bir ütopya’ya bıraktı.

1938_bbc_rur_tv_c1

Yazık ki bu rüya, Birinci Dünya Savaşı tarafından yerle bir edildi. O korkunç tahribat, bilimin pekâlâ insanlığın düşmanı olabileceğini açıkça göstermişti. Yeni patlayıcılar bilim sayesinde üretiliyor, uçaklar bilim sayesinde yapılıp o patlayıcıları cephenin arkasındaki, daha önceleri güvenli olabilecek alanlara taşıyordu. Özellikle siperlerin o korkunç dehşetini, zehirli gazı mümkün kılan da bilimdi. (Bilimin Birinci Dünya Savaşı’ndaki Faustvari rolü, ikinci Dünya Savaşı’ndaki ve Soğuk Savaş’taki rolü yanında pek önemsiz kalmıştı. Hidrojen bombası ve bakteriyolojik savaş, zehirli gaz saldırılarını basit birer rahatsızlık durumuna düşürdü.) Sonuç olarak, “kötü bilim insanı” ya da en iyi hâliyle “budala bilim insanı“, Birinci Dünya Savaşı sonrası bilimkurgusunda sabit karakter hâline geldi.

Savaştan hemen sonraki günlerde bu motifin son derece dramatik ve etkili bir örneği ortaya çıktı ve konusu yine sözde yaşamın yaratılması çevresinde dönüyordu. Çekoslovak yazar Karel Capek’in R.U.R. adlı piyesiydi bu. 1921’de yazılmış ve 1923’de İngilizce’ye çevrilmişti. R.U.R. harfleri, Rossum’un Evrensel Robotlan’nı temsil ediyordu. Frankenstein gibi Rossum da yapay adamlar yaratmanın sırrını bulmuştu. Bunlara, “işçi” anlamındaki Çekçe bir kelime olan “robot” adı verilmişti ve sözcük İngiliz diline girerek sıkıca tutundu. Robotlar, adlarından da anlaşıldığı gibi işçi olmak için yaratılmışlardır, ama her şey ters gider. İnsanlık, motivasyonunu kaybederek neslini sürdürmekten vazgeçer. Devlet adamları robotları savaşta kullanmayı öğrenir. Robotlar isyan çıkarır, insanlıktan geri kalanı yok eder ve dünyayı ele geçirir. Bir kere daha bilimsel Faust, yarattığı Mefistovari şey tarafından yok edilmiştir.

kısaoyku

1920’lerde bilimkurgu ilk defa popüler bir sanat biçimi hâline gelmekteydi ve artık Jules Verne veya H.G. Wells gibi nadir ustaların elindeki yaratıcılık şaheserlerinden ibaret değildi. Özellikle bilimkurguya yönelik dergiler çıktı ve “bilimkurgu yazarları” edebi sahnede kendilerini gösterdiler. Bilimkurgunun beylik kurgularından biri de robotun icadıydı; genelde metalik, ruh veya duygu taşımayan bir yaratık olarak tarif ediliyordu. Pek iyi bilinen girişimlerin ve Frankenstein ile Rossum’un uğradıkları sonun etkisi altında, kurgu üzerinde çevrimlenebilecek bir tek gidişat var gibi görünüyordu. Robotlar yaratılıyor ve yaratıcılarını yok ediyordu; robotlar yaratılıyor ve yaratıcılarını yok ediyordu; robotlar yaratılıyor ve yaratıcılarını yok ediyordu…

1930’larda ben bir bilimkurgu okuyucusu hâline geldim ve kısa sürede bu sıkıcı, yüzlerce kere tekrarlanıp eskimiş masaldan bıktım. Bilimle ilgili bir insan olarak, bilimin tamamen Faustvari biçimde değerlendirilmesine pek içerliyordum. Bilginin tehlikesi vardır, evet, ama buna yanıt bilgiden uzaklaşmak mı olmalı? Öyleyse maymunsu yaşama geri dönmeye ve insanlığın asıl özünü gözden çıkarmaya hazır mıyız? Yoksa bilginin kendisi, getirdiği tehlikeye karşı bir bariyer olarak mı kullanılmalı? Diğer bir deyişle, Faust gerçekten de Mefisto’yla yüzleşmeli, ama Faust yenilmek zorunda değil! Bıçaklar güvenli biçimde tutulmaları için saplı üretilir, merdivenlerin tırabzanı vardır, elektrik kabloları yalıtılır, düdüklü tencerelerin güvenlik kapakları bulunur; üretilen her araçta, tehlikeyi en aza indirmek için düşünce seferber edilmiştir.

runaround-05

Bazen elde edilen güvenlik, evrenin ya da insan zihninin doğasındaki sınırlamalar dolayısıyla yetersiz kalır. Ama yine de, gösterilen çaba ortadadır. Öyleyse bir robotu da yalnızca yeni bir araç olarak düşünün. Bu, Her şeye Gücü Yeten’e ait alanın bir başka araçtan daha fazla (ya da daha az) günahkarca işgaline neden olmayacaktır. Bir makine olarak, kuşkusuz ki bir robot, kullanım güvenliği mümkün olduğunca düşünülerek tasarlanacaktır. Eğer robotlar insanların düşünce işlevlerini taklit edebilecek kadar ilerilerse, tabii ki onların bu düşünce işlevlerinin doğası insan mühendisler tarafından tasarımlanacak ve iç yapıya nöbetçiler yerleştirilecektir. Güvenlik kusursuz olmayabilir (kusursuz olan ne var ki?), ancak insanın elinden geldiği ölçüde sağlanmış olacaktır.

Bütün bunları aklımda tutarak 1940’da kendi robot öykülerimi yazmaya başladım ama bunlar yeni bir türde öykülerdi. Benim robotlarımdan biri, sırf Faust’un suçunu ve cezalandırılmasını can sıkıcı şekilde bir defa daha sergilemek için asla, asla öyle budalaca yaratıcısına saldırmayacaktı. Saçma! Benim robotlarım mühendislerce tasarlanmış makinelerdi, kâfirler tarafından yaratılmış sahte-adamlar değil. Benim robotlarım, yapıldıkları andan itibaren “beyinlerinde” var olan rasyonel yollara göre tepkiler verirdi. Yine de kabul etmeliyim ki, ara sıra, ilk denemelerimde, robotu bir eğlence figüründen daha fazlası olarak düşünmüyordum. Onu tamamen zararsız, sadece tasarımlandığı işi yapmaya meraklı bir yaratık olarak canlandırıyordum. İnsanlara zarar verme yeteneği yoktu, ancak sık sık insanların kurbanı durumuna düşüyordu, zira bir tür Frankenstein Kompleksi‘ne (bazı öykülerimde bu eğilimi adlandırdığım isimle) yakalanmış bu kişiler, zavallı makineleri ölümcül ve tehlikeli yaratıklar olarak algılamakta ısrar ediyordu…

Isaac Asimov, 1964 | Çeviri: Özlem Kurdoğlu

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

siyah bilimkurgu temsiliyet

Irksal Temsiliyetin Eksikliği ve Yeni Ufuklar

Bilimkurgu edebiyatı, geleceği hayal ederken toplumsal meseleleri göz ardı edebilir mi? Peki ya ırk ve …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin