Böyle Buyurdu Zerdüşt’te “çöl büyür,” der Nietzsche; “vay hâline içinde çöl saklayanın.” Nietzsche’nin büyüyen çölü, temelde modern insanın içindeki boşluğu sembolize eder. Geleneksel değerlerin ve anlamın yitirilişinden kaynaklanan boşluktur bu. Nietzsche’ye göre, boşluğun yerini yeni değerler ve anlamlarla dolduramayan insan, bir anlam kriziyle karşı karşıya kalır. Çöl, anlamsızlıktır. Aynı zamanda anlam arayışıdır. Boşluktur, yalnızlıktır, ümitsizliktir, yok oluştur. Aynı zamanda yeniden varoluştur. Çölü aşmaya cesareti olanlar için yeni değerlerin ve anlamların kaynağıdır.
Durmadan büyüyen o çöle daha bir yığın anlam yüklemek mümkündür. Verimsiz, çorak topraklardan müteşekkil olan bu yer, size karnınızı doyuracak pek bir şey vermese de taşıdığı sembolik anlamlar bakımından bir hayli zengin ve verimlidir. Belki de Nietzsche gibi pek çok filozofun çöl üzerine düşünüp durmaları bundadır: Çöl, bereketli bir metaforlar diyarıdır. Sinemanın böylesine elverişli toprakları ziyaret etmemesi mümkün mü? Çöl, sinema için hem fiziksel bir mekân hem de güçlü bir simgesel anlatım aracı olarak eşsiz olanaklar sağlar. Bir mekân olarak çöl, rengi, ışığı, göz alıcı ve pürüzsüz kum tepeleri, sıra dışı kaya oluşumları ve alabildiğine geniş, sınırsız gökyüzü sunumuyla büyüleyici manzaralar yaratır. Ayrıca, ışık ve gölge arasındaki keskin kontrast, filmin görsel estetiğini çarpıcı bir biçimde zenginleştirir. Simgesel bir anlatım aracı olaraksa çölün sundukları bundan çok daha derin ve katmanlıdır.

Sinemada çöl, kahramanın ait olduğu topluluktan soyutlanıp yalnız kaldığı, kendisiyle ve anlamsızlıkla yüzleştiği, içsel bir yolculuğa çıktığı, bilinmezleri keşfettiği, yeni anlamlarla birlikte hakikati aradığı, doğanın en sert yüzünü görüp ona karşı hayatta kalma savaşı verdiği, ruhsal bir arınma yaşadığı ve verdiği (içsel ya da dışsal) mücadelelerin sonunda değişip dönüştüğü yerdir. Kahraman bunlardan birini ya da tümünü yaşayabilir. Çöl ise hep aynı kalır; yalnızlığı, anlamsızlığı, nihilizmi, yokluğu, bilinmezliği, yabancılığı, arayışı, mücadeleyi, arınmayı, özgürlüğü ve bazen de yok oluşu sembolize eder. Bütün bunlar, bilimkurgu sinemasının sıklıkla işlediği temalardır. Bu yüzden çölde geçen bir bilimkurgu filmi seyretmek istediğinizde pek çok seçenekle karşılaşırsınız. Zira bilimkurgu yaratıcıları, çölün boşluğunu da en az uzay boşluğu kadar severler. Peki ama neden?
Bilimkurgu sineması için çöller gerek estetik gerekse metaforik anlamda çok kullanışlı mekânlardır. Bilimkurgunun insanlık durumunu sorgulama eğilimi, çöl gibi uçsuz bucaksız, alabildiğine sert ve aynı zamanda düşünmeye sevk eden bir mekânda elbette çok daha yoğun hâle gelecektir. Çöl, geniş kum tepeleri ve çıplak arazileriyle, büyük bir felaketin ardından gelen yıkımı temsil ederek bilimkurgu sinemasına son derece doğal post-apokaliptik manzaralar sağlar. Sert iklim koşulları ve yabancılığıyla, ekseriyetle hayatta kalma mücadelesi vermeye yazgılı olan bilimkurgu kahramanlarına zorlu mücadele alanları sunar. Büyüklüğü, boşluğu ve bilinmezliğiyle, kahramanı yalnızlığa, içsel çatışmalara ve anlam arayışına sürükleyerek sonunda yepyeni anlamlar edinmesini sağlayan keşiflere zorlar. Öyleyse bilimkurgu yaratıcılarının çöle duydukları büyük ilgiyi bu üç unsura bağlayabiliriz: Çölün post-apokaliptik manzaralar sunması, bir mücadele alanı olması ve kahramanı anlam arayışıyla birlikte içsel bir yolculuğa sürüklemesi.

Çölde geçen on beş bilimkurgu filmini inceleyeceğimiz bu yazıda da yukarıda bahsettiğimiz üç unsurdan yola çıktık. Filmde çölün taşıdığı anlama göre üç ana başlık oluşturduk ve her başlık için beş örnek film seçtik. Elbette bu kategorizasyonda kesin ayrımlardan söz etmek mümkün değil. Kategorilerden birine dâhil ettiğimiz bir film pekâlâ diğer bir kategoride de incelenebilir. Söz gelimi, çöl filmi dendiğinde çoğunlukla akla gelen ilk bilimkurgu filmi olan Dune, hem “anlam arayışı” hem de “mücadele alanı” başlığı altında incelenebilir. Kategorizasyon tercihlerimizin göreceli olduğunu en baştan söyleyerek incelememize başlayalım.
“Kıyamet sonrası” anlamına gelen post-apokaliptik terimi, aynı zamanda bilimkurgu edebiyatının bir alt türüdür ve bilimkurgu yapıtlarında kurgusal bir dönemi, kitlesel bir felaketin ardından gelen yıkım zamanını işaret eder. Bu yapıtlarda nükleer, biyolojik, ekolojik, jeolojik ya da kozmolojik felaketlere bağlı olarak yaşanmış bir yıkım ve bu büyük yıkımın ardından verilen hayatta kalma mücadeleleri işlenir. Olaylar Dünya’da ya da başka bir gezegende geçebilir; mühim olan bir felaket sonrasında yaşanılanların aktarılmasıdır. Nüfus çoğunlukla ciddi oranda azalmıştır. İklim koşulları serttir ve buna bağlı olarak kaynaklar son derece kısıtlıdır. Bu koşullar insanları da insan ilişkilerini de bir hayli sertleştirir. Toplum çoğunlukla gücü elinde bulunduran tiranlar ve köleleştirilmiş yığınlar şeklinde ikiye bölünür. Kahramanlarsa genellikle ezilen çoğunluğun içinden çıkar.
Kaosun, çaresizliğin ve yoksulluğun hâkim olduğu bu türden kıyamet sonrası senaryolar için çöller biçilmiş kaftandır. Çöl bu filmlerde medeniyetin çöküşünün ardından geriye kalan sert, acımasız peyzajı tüm açıklığıyla gözler önüne serer. Çölün bitimsiz kum tepeleri ve çorak arazileriyle yarattığı ıssızlık hissi, tüm renklerini yitirip çoraklaşmış bir dünyayı, bu acımasız dünyada verilen hayatta kalma mücadelesini ya da düşman bir gezegende kaybolmuş olma duygusunu güçlü bir biçimde vurgular.
Mad Max: Fury Road (2015)

Mad Max: Fury Road, efsanevi Mad Max serisinin dördüncü filmidir ve bu seriyle post-apokaliptik bilimkurgunun yaratıcısı olarak kabul edilen George Miller tarafından yönetilmiştir. Filmde dünya, bir nükleer savaşın ardından çölleşmiş, susuzluk çok ciddi bir sorun hâline gelmiş, dolayısıyla insan medeniyeti de çöküşe doğru sürüklenmiştir. Zorlu bir geçmişin ardından yalnızlığı seçen Max Rockatansky, bu kez kendisini Furiosa adlı liderleriyle birlikte çorak topraklarda acımasız Tiran Immortan Joe’ya karşı mücadele veren bir grubun içinde bulur.
Mad Max: Fury Road’da çölün hem fiziksel hem de toplumsal bir çöküşün sembolü olarak kullanıldığını görürüz. Kahramanlar yakıt ve su gibi kıt kaynaklar için kıyasıya mücadele ederken çölün haşin doğası onların savaşını daha da güçleştirir. Mad Max: Fury Road, hem çölün bu sert koşullarıyla kıyamet sonrası çöküş atmosferini tam anlamıyla yansıttığı hem de post-apokaliptik bilimkurgunun babasının ellerinden çıktığı için bu başlığın ilk filmi olmayı sonuna kadar hak ediyor.
The Book of Eli (2010)

Post-apokaliptik bilimkurgu denildiğinde Mad Max’ten sonra çoğumuzun aklına The Book of Eli gelir. Yönetmen koltuğunda Albert ve Allen Hughes kardeşlerin oturduğu filmde, güneş patlamasının ardından kavrulup çölleşmiş bir dünya ve bu dünyada sağ kalanların verdikleri yaşam mücadelesi ele alınır.
Kahramanımız Eli adında gizemli bir gezgindir. Eli, insanlığı yok oluştan kurtarabileceğine inanılan kutsal bir kitabı koruma misyonunu üstlenmiştir. The Book of Eli’de çöl, kıyamet sonrasının kurak ve umutsuz atmosferini yansıtarak kahramanın duygusunu destekler. Bu kurak topraklar kahramana hem fiziksel engeller hem de ahlaki çıkmazlar sunar. Filmin hikâyesini şekillendiren şeyin kaynakların kıtlığı, koşulların sertliği ve çaresizlik duygusuyla, tüm renklerini yitirip çölleşmiş kıyamet sonrası dünyanın ta kendisi olduğunu söyleyebiliriz.
A Boy and His Dog (1975)

Harlan Ellison’ın 1969 tarihli aynı adlı novellasından uyarlanan ve L.Q. Jones tarafından senaryolaştırılıp yönetilen filmi bir post-apokaliptik kara komedi olarak tanımlamak mümkün. A Boy and His Dog filminde yine dünyamız çöle dönmüştür ve bu kez nedeni nükleer savaştır. Dünya nüfusunun büyük bir kısmı ortadan kalkmıştır. Çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu hayatta kalanlar ya tek başlarına ya da gruplar hâlinde, çölleşmiş dünyanın sert koşullarında hayatta kalmaya devam etmeye ve seks gibi “önemli” ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmaktadır.
Kahramanımız telepatik yetenekleri olan köpeğiyle birlikte hayatta kalmaya çalışan bir gençtir. Filmde çölün, kaynakların kıtlığını vurgulamanın yanında insanlığın yozlaşmış yanlarını açıkça gösteren bir metafor özelliği taşıdığını da söyleyebiliriz. Ayrıca George Miller’ın Mad Max’i yaratırken bu filmden esinlendiğini ve The Book of Eli’de de (Eli’nin tutulduğu odanın duvarında A Boy and His Dog’un posteri asılıdır) bu filme gönderme yapıldığını ekleyelim.
Oblivion (2013)

Joseph Kosinski tarafından yazılıp yönetilen filmde Jack Harper isminde deneyimli bir asker, insanlığın çok uzun zaman önce terk ettiği çoraklaşmış Dünya’ya keşif için gönderilir. Amacı büyük yok oluştan önceki medeniyete dair izler aramaktır, ancak sonunda bambaşka sürprizlerle karşılaşır. Oblivion’da Dünya’yı çöle çeviren gücün uzaylı işgali olduğu söylenir. Uzaylılar hâlâ insan yaşamına pek de elverişli olmayan bu çorak topraklarda varlıklarını sürdürmektedir.
Filmde çöl, insanlığın terk ettiği, boş bir dünyadan geriye kalanları vurgularken aynı zamanda çöl manzarasıyla birleşen teknolojik çöküşü de anlatır. Kıyamet sonrası bir dünyanın kalıntılarını, yalnızlığı ve umutsuzluğu güçlü bir biçimde resmetmesi sebebiyle filmi bu başlık altında incelemeye uygun bulduk.
Turbo Kid (2015)

Anouk Whissell, François Simard ve Yoann-Karl Whissell tarafından yönetilen filmde çölleşen dünyanın müsebbibi yine nükleer felakettir. Kahramanımız, post-apokaliptik dünyaların olmazsa olmazı hurda toplayıcılığıyla hayatta kalmaya çalışan, hayal dünyasını da çizgi romanlarla besleyen yalnız bir genç olan Kid’dir. Filmde Kid, hayatının aşkının kahramanı olmaya ve adaleti sağlamak adına çorak toprakların lideri Zeus’la mücadele etmeye çalışır.
Turbo Kid’de çöl hem çocukça hem de acımasız bir hayatta kalma savaşının merkezidir. Klişelerden beslense de retro atmosferiyle epey eğlenceli bir seyirlik olan filmde çöl, çizgi roman karakterlerine öykünen kahramanların renklerini ortaya çıkaran mükemmel bir fon işlevi de görür…