Edebiyat tarihine cinsiyet eşitliği bağlamında baktığımızda, söyleyecek kıymetli sözleri olan ve bu sözleri dünyaya iletebilmek adına isimlerinden başlayarak kadınlıklarından vazgeçmek zorunda kalan yüzlerce kadın yazarla karşılaşırız. Bu kadınlar, sözlerinin altına bir erkeğin ismiyle imza atarak yaratma arzularını kendi bireysel varoluşlarının önünde tutmuş ve bu yolla binlerce yıl yazın dünyasına katkıda bulunmuştur. Bu yazarların, eserlerini erkek mahlasıyla yazmalarının pek çok farklı nedeni vardır. Hiç şüphesiz toplumun cinsiyetçi beklentilerinin etrafından dolaşmak bu nedenlerden biridir. Lakin pek çok yazar için erkek mahlası kullanmanın amacı önyargılı cinsiyet normlarından kurtulmaktan ziyade, kendilerini farklı biçimlerde ifade etme arzusudur. Bu yazıda, erkek takma adı kullanma meselesinin şimdiye dek bahsedilmemiş nedenleri üzerinde duracağız.
Kimi yazarlar için erkek mahlası kullanmanın başlıca nedeni, baştan ayağa erkek egemenliğindeki bir sektörde ciddiye alınma arzusudur. Şu an geldiği durum tartışılabilir ancak bir zamanlar bilimkurgu da “sapına kadar” erkek egemen bir sektördü. Yazarlığının yanında ressam, grafik sanatçısı ve aynı zamanda sanat eleştirmeni de olan Alice Bradley Sheldon, bilimkurgunun “erkek” dünyasına adım atabilmek için kendisini James Tiptree Jr olarak tanıtmak zorunda kaldı. Yıllar sonra DC Writers Homes ile yaptığı bir röportajda da bu zorunluluğun sebebini şöyle açıkladı:
“Bir erkek ismi benim için iyi bir kamuflaj gibiydi. Bu kamuflaj sayesinde mercek altına alınmaktan kurtuluyor ve tıpkı bir erkek gibi rahatça hareket edebiliyordum. Buna ihtiyacım vardı çünkü hayatım boyunca lanet bir meslekteki ‘ilk kadın’ olduğum için fazlasıyla kötü deneyim yaşamıştım.”
Cal Leandros serisiyle New York Times’ın çok satanlar listesine giren fantezi ve bilimkurgu yazarı Robyn Thurman da bir erkek ismini kamuflaj olarak kullanan yazarlardan. Thurman, serinin üçüncü kitabı yayımlanıncaya dek gerçek ismini, dolayısıyla da cinsiyetini dünyadan saklamış ve kitabının kapağına eş dost çevresindeki takma adı olan Rob’u yazdırmayı tercih etmiştir. Zira çok satan bu serinin ana karakterleri de erkektir ve Robyn, okuyucunun kitabın kapağında bir kadın ismi görmekten hoşlanmayacağını düşünmüştür. Birleşik Krallık’ın en prestijli edebiyat ödüllerinden olan Women’s Prize for Fiction (Kadın Kurgu Ödülü) kendi isimleri yerine erkek isimleri kullanan bu kadınları dert edindi ve 2020 yılında “Adını Geri Al” isimli bir kampanya düzenleyerek takma isimle yazan kadın yazarlardan 25 kitap seçip onları kendi “kadın” isimleriyle yeniden yayımladı. Kampanyanın web sitesinde şöyle bir açıklama yer alıyor:
“Bugün hâlâ pek çok insan, en büyük edebiyat eserlerinden bazılarının kadınlar tarafından kaleme alındığını bilmiyor. Bir yazarın takma isim kullanmasının ardında tarihsel dönemin gereklilikleri ya da tamamen kişisel nedenler gibi çok farklı etkenler olabilir. Biz bu tarihi dönemlerde veya yaşamları boyunca pek çok zorluk deneyimlemiş olan kadınlara söz hakkı vermek istiyoruz.”
Women’s Prize for Fiction’ın koleksiyonuna dâhil edilen yazarlardan biri Mary Bright’tır. Kadın cinselliğine odaklanan feminist kısa öykülerden mütevvellit bir antoloji olan Keynotes, zamanında Bright tarafından George Egerton takma adıyla yayımlanmıştır. Bright’ın nedeni de Robyn Thurman ile aynıdır. Bright, kitabın yayımlandığı dönemde (1893) cinsiyetinin öykülerinin başarısını engelleyeceğinden endişe etmiştir. “Edebiyat dünyasına baktığımda,” demiştir Mary Bright, “her şeyin bir erkek tarafından, bir kadının taklit etmeyi umabileceğinden daha iyi yapılmış olduğunu fark ettim.” Bright bu sözlerle neden takma isim kullandığını açıklarken aslında yaşadığı dönemde erkeklerin hayatı deneyimlemek konusunda kadınlardan çok daha avantajlı durumda olduklarını da dile getirmektedir.
“Adını Geri Al” koleksiyonuna dâhil edilen bir başka yazar da Ann Petry. Arnold Petri adıyla yazan Ann Petry, yayımlanan ilk kısa öyküsü olan Marie of the Cabin Club’ı 1939 yılında yazdı. 1997 yılında ölen yazarın kızı Liz Petry, kampanyayı desteklemek için The Guardian’la röportaj yaptı ve “Annemin çalışmalarıyla inanılmaz derecede gurur duyuyorum ve yazılarının bu koleksiyon aracılığıyla yeni bir okuyucu kitlesine tanıtılması beni heyecanlandırıyor,” dedi. “Eminim annem de bunun bir parçası olmaktan heyecan duyardı. Çünkü annem her zaman, insanların oldukları kişi gibi görülmeye ve bilinmeye ihtiyaç duyduklarını savunan bir insandı. Bence bu proje de böyle özetlenebilir ve bu muhteşem bir şey.” Bu arada Marie of the Cabin Club’ın başarısından sonra Petry, 1946 yılında yazdığı The Street’i kendi adıyla yayımlamış, kitap büyük bir yankı yaratmış ve Petry, kitabı bir milyondan fazla satan ilk siyah kadın olmuştur.
“Adını Geri Al” kampanyası, Ann Petry ya da Mary Bright gibi yazarlar için bir nevi esaretten kurtuluş olsa da en başta da söylediğimiz gibi kadın yazarlar için erkek ismi kullanımının ardında başka nedenler de vardır. Makale yazarı Catherine Taylor’a göre, “Takma isim kullanımının nedenleri konusunda her şeyi aynı kefeye dolduran anlayış, takma isimlerin her zaman ataerkil standartlara uymakla ilgili olmadığını; nedenlerin kimi zaman yayıncılık sistemindeki karmaşık işleyiş tarzı ya da yazarların kişisel tercihleriyle de ilgili olabileceği gerçeğini gözden kaçırmamıza neden oluyor.”
Örneğin yine bu koleksiyona dâhil edilen, Çinli-İngiliz yazar Edith Maude Eaton, ataerkil standartlara uymak için değil, Kuzey Amerika’da yaşayan Asyalılara yönelik ırk ayrımcılığı konusundaki derdini kendine otosansür uygulamadan anlatabilmek adına Sui Sin Far takma adını kullanmıştır. Yazarın kendi dilinden seçtiği bu takma ad, Çinliler arasında popüler olan nergis çiçeğinin Kantonca adıdır. Bununla birlikte, Women’s Prize for Fiction’ın Edith Maude Eaton adıyla yeniden yayımlamayı seçtiği kısa öykü How White Men Assist in Smuggling’in Eaton tarafından yazılıp yazılmadığı da şüphelidir. The Guardian’da yer alan bir makaleye göre, Columbia Üniversitesi’nde İngilizce profesörü olan Mary Chapman, Eaton’ın bu öyküyü Mahlon T. Wing erkek takma adıyla yazmış olabileceğinden bahsetmektedir. Ancak Chapman bile bu hikâyenin yanlış birine atfedilmiş olabileceğine dair endişelere sahiptir.
Koleksiyona dâhil edilen bir başka klasik eser olan George Eliot imzalı Middlemarch da bu anlamda eleştiri yağmuruna tutulmuştur. Mary Anne Evans adıyla vaftiz edilen ve Viktorya döneminin en ünlü İngiliz yazarlarından olan Eliot, yaşamı boyunca çeşitli aşamalardan geçerken adını birkaç kez değiştirmiş ve adını bir kimlikten çok bir sembol olarak gördüğünü kanıtlamıştır. Boston College’da biyografi yazarı ve profesör olan Rosemarie Bodenheimer, BBC’ye verdiği röportajda Eliot’ın erkek takma adı kullanmasının asıl nedeninin, 1854 yılında evlilik dışı romantik bir ilişki yaşadığı İngiliz filozof ve eleştirmen George Henry Lewes’ten ileri geldiğini söylemiştir. Eliot bu ismi alarak adının bir seks skandalına karışmasına engel olabileceğini düşünmüştür; nitekim bunu başarmıştır.
Eliot, yaşamı boyunca birkaç kez tekrarladığı isim değişikliklerini, kendince ilerlemenin bir sembolü olarak gördüğünden, Bodenheimer’a göre Middlemarch’ı Mary Ann Evans adı altında yeniden yayımlamak yazarın arzulayacağı bir şey değildir; hatta onun hatırasına zarar vermektedir. Bodenheimer, “Aslında Eliot, eserinin Mary Ann adıyla yeniden yayımlandığını bilse dehşete düşerdi bence,” demiştir. “Mary Ann, Eliot için yazar olabileceğine dair en ufak bir fikri bile olmayan genç ve cahil bir kızdı. Bana öyle geliyor ki Eliot’ı yeniden Mary Ann’e dönüştürmek, onun yaşamı boyunca kaydettiği ilerlemeyi de başa sarmak demek olur.”
Bodenheimer gibi düşünen başka akademisyenler, Eliot’ın yaşamının bazı dönemlerinde erkek olarak düşünülmekten zevk aldığını ve insanlar bunun aksini düşündüğünde hayal kırıklığına uğradığını da belirtmişlerdir. Eliot’ın 1957 yılında yayımlanan ilk toplu yayını The Sad Fortunes of the Reverend Amos Barton’a kadar, herkes George Eliot’ın erkek olduğunu düşünüyordu. Eliot’ın aslında bir kadın olduğu, 1958 yılında Charles Dickens tarafından yazılan bir mektupla ortaya çıkarıldı. Dickens büyük bir yankı uyandıran bu mektupta, okuduğu şeyin bir erkek tarafından yazılamayacak kadar kadınsı olduğunu söylüyordu.
Kadın yazarların erkek mahlasıyla yazmayı tercih etmelerinin üzerinde pek durulmayan bir başka nedeni de cinsel yönelimleridir. 1856 yılında Fransa’da doğmuş olan İngiliz yazar Violet Page, takma ad olarak Vernon Lee’yi kullanmış ve A Phantom Lover isimli romanını bu isimle yayımlamıştır. Vernon Lee, Paget’nin kendisine yeni bir kimlik yaratmak için seçtiği ismiydi.
Lee açıkça bir lezbiyendi ve yaşarken bunu açıklamaktan imtina etmemişti. Annesinin ilk evliliğinden olan Eugene Jacob Lee-Hamilton’ın (1845–1907) üvey kız kardeşiydi ve kardeşinin soyadını, kendisine seçtiği Vernon adının yanına eklemişti. Zamanla cinsiyetlerin ve cinsel yönelimlerin (homoseksüel, biseksüel, heteroseksüel vs.) tanımladığı kimliklerin baskıcı olduğunu ve bu kimliklerin sınırlarının söylendiği kadar sabit ve net olamayacağını düşünmeye başlayan Lee, sonunda ikili cinsiyet anlayışını da reddetmiş ve çift cinsiyetli olduğunu iddia etmişti. Oysa “Adını Geri Al” koleksiyonuna dâhil edilip yeniden yayımlanan A Phantom Lover’da Violet Paget adı kullanıldı. Birkbeck’te Viktorya dönemi edebiyatı üzerine çalışan Dr. Ana Parejo Vadillo bu konuda, “Violet Paget ismini kullanmayı, Vernon Lee’nin kuir kimliğini silmek ve bir nevi onu ıslah etmeye çalışmak olarak görüyorum,” diyor.
Sonuç olarak, edebiyat dünyasının bir zamanlar tümüyle erkek egemenliğinde olduğu, pek çok kadın yazarın bu dünyaya girebilmek adına isimlerinden vazgeçmek zorunda kaldıkları bir gerçek. Üstelik bütün bunlara feminist bir perspektiften bakıldığında, bu kadınların sırf dünyaya dertlerinden bahsetmek istedikleri için baş etmek zorunda kaldıkları güçlükleri düşünmek çokça acı verici. Lakin gördüğümüz gibi, bütün kadınların bu erkek isimleri altında ezildiklerini de söyleyemiyoruz; bir kadının yazın dünyasına girmek için erkek takma adı kullanmasını yalnızca eril bir sisteme ayak uydurma çabasıyla gerekçelendiremiyoruz. “Adını Geri Al” ve benzeri kampanyaların iyi niyetle düzenlendiklerine şüphe yok. Ancak şu da bir gerçek ki bu yazıda andığımız bazı kadınlar, bize erkek takma adı/kalem adı kullanma meselesinin ardında, bazen cinsiyetlerden bağımsız, çok daha karmaşık nedenler olabileceğini gösteriyor. Zira insan doğası da çok karmaşık. Nihayetinde en doğrusunun, bu yazarların başarılarını toplumsal cinsiyet gibi siyah-beyaz bir kavrama bağlamadan takdir etmek olduğunu, yazarları kendilerini ifade etmeyi seçtikleri şekilde değerlendirmemiz gerektiğini söyleyebiliriz.
Kaynak: Audrey Vertovec, Bookclub, “The Real Reasons Women Write Under Male Pseudonyms”, Erişim Bağlantısı