In Time: Bir Düzeni Yıkmak

Andrew Niccol ve onun çok kaliteli kalemini sinemanın tozunu az da olsa yutmuş kişiler bilirler. Kariyerine Gattaca gibi çok kült bir bilimkurgu ile başlayıp Peter Weir’in yönettiği The Truman Show’un senaryosunu yazan, Steven Spielberg’ün en samimi ve ender komedi işlerinden olan The Terminal’in öyküsünü oluşturan, Lord of War ile çok nitelikli bir filmden sonra sinemaya ciddi biçimde ara veren, aslında genele yayarsak çok iyi bir kariyere sahip Niccol. Haliyle böylesine bir sinema adamının en son projesi de dört gözle beklenir oluveriyor birden. Üstüne üstlük son dönemin yükselen oyuncularından Justin Timberlake’in ve bir o kadar iyi Amanda Seyfried’ın başrolde olduğu açıklanınca. Tabi eldeki veriler ile beklentiler çoğu zaman tutuşmuyor, özellikle işin içinde bilimkurgu olursa.

maxresdefault

Niccol’un yine hayal gücüne güvenerek yazdığı hikayede, sınıfsal ayrılıkların olduğu ve para yerine zamanın kullanıldığı uzak bir gelecekte, insanlar 25 yaşına kadar yaşlanmakta, kolundaki saatin aktif olmasıyla son 1 yıl daha yaşamaya hak kazanmaktadırlar. Bundan sonra fakir kesim daha çok çalışmak,  zengin kesim de tam aksine daha çok eğlenceye ve saltanata vurmaktadır kendisini. İşyerindeki kahvenin, otobüsteki bilet ücretinin bile zamanla ödendiği bu distopik gelecekte, asıl adamımız Will Salas, nam-ı diğer kast sisteminin en altındaki bir işçi, barda kurtardığı 117 yılı olan adam sayesinde en üst bölgeye gider ve hayatını yaşamak ister. İşlerin sarpa sarması ve zaman polislerinin Will’in kumarhanede kazandığı milenyumu ele geçirmesiyle artık aklında tek bir şey vardır. Düzeni bozup sisteme son vermek.

dsd

Distopik filmler nedense (iyi veya kötü) bana her zaman ilgi çekici gelmiştir. Belki Blade Runner hayranlığımdan da olabilir. In Time’ın böylesine bir gelecekte geçtiğini öğrendiğimde Niccol faktörü sayesinde de beklentilerim tavan yapmıştı. Ama önüme konan film ne Children of Men, ne Equilibrium, ne Blade Runner, ne de Brazil gibi üst düzey distopik filmleri andırıyordu. Kurgusundaki bariz kopukluklar sekansların bir çoğunun ucunu açık bırakıp finalini bağlamada zorluk çekiyor. Senaryo, sanki fazla taslak, fazla geçiştirilmiş gibi duruyor, ne yazık ki belirli bir derinliğe sahip değil, doyurmuyor diyaloglar, bize efsaneleşecek sahneler izletemiyor, içi boş kovan misali tüm şarjörü boşaltıyor adeta. Sadece filmin önemli olaylarına basit kelamlar ile geçiş yapılmaya çalışılıyor. İçindeki aşk hikayesini oldu bittiye getirmesinden tutun, kötü adamını bir türlü parıldatıp ortaya çıkaramıyor, Cillian Murphy gibi bir oyuncunun çırpınışlarına rağmen. Açıkçası çoğu zaman hayal kırıklarında söylendiği gibi “daha iyi yapılabilirmiş” sözü, hele hele Niccol’un kaleminden de bahsediyorsak, kesinlikle söylenmeli.

In Time’ın olacakken olmamış yapısının sorumlularından birisi de sayısız mantık hataları. Hangisinden başlayacağımı bilmediğim için kendimi geri çekiyor ve sineye atıyorum her birini, bilimkurgu filmlerinde olur öyle şeyler demek istiyorum. Tabi bu kadar eksikliğinin yanında görselliğine, müziklerine ve orta düzey de olsa oyuncularına borcu var Niccol’un. Distopik anlatım güçlü olmasa da yaratılan dünya açısından doyurucu vaziyette. Her ne kadar üçüncü paragrafta yerin dibine sokmuş gibi göstersem de filmi, o kadar da abartılacak kadar kötü, rezil bir film değil, tabir-i caizse gideri var. Vasatın bir tırnak üzerinde seyredip puan toplamaya çalışıyor sadece. Justin Timberlake’in başrolünün filmin izlenmesinde negatif etki yaptığı da su götürmez bir gerçek. Ama The Social Network’de zaten biz onun yeteneğini izlemiştik. Filmin kalitesi ayarında bir performansa sahip, Murphy ve Seyfried’ın eh iştelik oyunları da değnek olmuş bir nevi.

2011_in_time_027

 “Yahu kardeşim, eleştireceksen eleştir, öveceksen öv, bir ortan olsun” diyenler haklıdırlar. Çünkü film bazı yerlerde övgüyü hak eden, bazı yerlerde eleştiriyi bile hak etmeyen seviyede olduğundan beni de dengesiz bırakıyor. Belki birkaç yıl sonra seyirlik bilimkurgular listesinde In Time’ı üst sıralarda görebiliriz. Ama ben In Time’ı böyle listelerde görmek yerine, aslında Andrew Niccol’u bir daha bu kadar düşük performansta görmek istemiyorum. Hollywood’un b-filmi yönetmenlerinden birisi yapsa neyse derdim, ama söz konusu bu adam olunca ister istemez ufak bir burukluk oluyor. Pek doyurucu olmasa da bilimkurgu açlığınızı In Time ile bir nebze giderebilirsiniz, en azından şu kısacık hikayesi bile cezbediyor insanı.

Not: Birisi bana anlatabilir mi Amanda Seyfried film boyunca o topuklular ile oradan oraya nasıl koşturdu?

Hazırlayan: Erşah Odabaşıoğlu

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

The-Pod-Generation

Kapsül Nesli: The Pod Generation

Sophie Barthes’ın yönetmenliğini üstlendiği The Pod Generation, yakın gelecekteki insan üremesini merkezine alıyor. Game of …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin