“Unutma ki felaket sadece teoride olan bir şey değildir.”
Dr. Emma Watson, mesleğinde hızla yükselmiş bir araştırmacıdır ve nihayet uzun zamandır düşlediği bir deney üzerinde çalışma fırsatını yakalamıştır. Bu deney için yapacağı uzay yolculuğu artık bitmek üzere olan evliliğinden daha önemlidir. Yerçekimsiz ortamın farklı canlı türleri üzerindeki etkilerini incelemek için Uluslararası Uzay İstasyonu’na gönderilir. Ne var ki birtakım aksaklıklar olur ve işlerin kontrolden çıkmasıyla deney son derece tehlikeli bir biyolojik savaşa dönüşür. Emma’yı hem büyülü uzay yolculuğunda hem de dünyada zorlu bir mücadele beklemektedir.
Yazdığı polisiye-gerilim romanlarla aşina olduğumuz Amerikalı yazar Tess Gerritsen, bu kez Alien filmini anımsatan bir bilimkurgu yapıtıyla karşımızda. Hem de ne yapıt! Bu romanında da bir doktor olmanın nimetlerinden sonuna kadar faydalanan yazar, incelikle topladığı çeşitli verileri ustaca harmanlıyor ve kurguladığı evrenin içine okurunu adım adım çekip olay örgüsünü cerrah titizliğiyle ilmek ilmek örüyor. Bu bakımdan, teknik anlamda çarpıcı olduğunu söylemek gerek. Ele aldığı konuyu, yani salgının seyrini, romanın akışı boyunca oldukça zekice bir yolla anlatıyor ve böylece tempo bir an olsun düşmüyor. Bu da eseri kıymetli kılıyor.
“İyi ama keşfetmenin doğasında yok muydu bu? Hiçbir kriz tahmin edilemez, her yeni sorun kendi çözümünü gerektirirdi. Bütün zaferler fedakarlıklar üzerine kuruluydu.”
Romanın kurgulanış biçimi de üstünde durulması gereken bir başka konu. Zira sinematografik bir romanla karşı karşıyayız. Senaryo taslağına benzeyen roman, olayları aktarma maksatlı kaleme alınan; genellikle kısa ve net cümlelerle uyarlanmaya müsait biçimde sunuluyor. Tess Gerritsen’ın bu doğrultuda edebi estetik ya da cümle güzelliğini ikinci hatta üçüncü plana attığını belirtmek gerek. Onun gayesi yaşanılanları tansiyonu yer yer yükseltecek şekilde aktarmak. Böylece okurun merakını güdüleyerek sonraki sayfaları soluksuz takip etmesini sağlıyor. Çok satan olması da kuşkusuz bu sebepten.
Çok satan romanların bir başka alamet-i farikası ise belirli bir anlatım şeması dahilinde ilerlemeleridir. Bu da bizi yine sinematografik roman meselesine götürür. Romanda Tess Gerritsen en başta bize ipucunu verir ve merak unsurunu yaratır; fakat romanın yaklaşık yüz, yüz elli sayfası öyküyü açarak geçtiğinden bu verilen ipucu elimizden kaçıp gider. Yeniden yakalamak içinse ısrarla takip etmemiz gerekir. Burada dikkat çeken nokta ise öykü nihayete ereceğinde okurun mimesis-katharsis noktasına ulaşmasıdır. Duyguları yansılayan okur bu metin özelinde arınarak hayata döner. Bu da anlatıcının hünerini katlayarak okurda zafer hissini ortaya çıkarır ve bu vesileyle kahramanın başarısı da varlığı da daha kolay benimsenir.
“Bu öyküde kötü adamlar yok, sadece kahramanlar var.”
Romanın içeriğinde dikkat çeken nokta ise alışılageldik biyolojik saldırı senaryolarına bel bağlamaması. Yani izleyicinin/okurun olumsuz duygularını bir kötü adama ya da gruba yönlendirerek kolaycı bir yönteme kaçmıyor. Bunun yerine hatalar zinciriyle aslında gerçekleşmesi mümkün bir başka senaryoyu derinlemesine ve zekice işliyor. Hassaten az evvel de değindiğimiz üzere kahramanın rolünü bu noktada gerekli biçimde kullanıyor ve okurun kendini kaptırmasını sağlıyor.
Bu detayı açmak gerekirse, karakterlerin her birini yerinde tanıtarak motivasyonlarını aktarma hususunda akıllıca bir yol izliyor. Örneğin Jack McCallum ve eşi Emma Watson’ın üzerinden ilerleyen öykü onları gerçek birer insan olarak sunmayı başarırken, yaşamlarından pek çok gerekli detayı aktararak okurun kolaylıkla bütünleşmesini sağlıyor. Ancak öykünün ilerleyişine yardım eden diğer karakterleri de es geçmeyerek hepsini yeterli ölçüde tanıtmayı başarıyor. Böylelikle metin uzun olsa da yersiz hale gelmiyor. Bilakis her adım elzem olarak akış içerisinde yerini alıyor.
“İnsan kendi kendine, bize bizden başka düşman var mı diye sormadan edemiyordu.”
Bilimkurgu öğeleri de güçlü bu eserde. Yazar, bilimkurgusal unsurları yalnızca bilimsel verileri boca etmek olarak görmüyor. Gerilim hat safhadayken bile bilimsel argümanları sıralamaktan geri durmuyor, ancak bu argümanları metnin omurgasına ustalıkla yediriyor ve akışı bozmadan öyküyü anlatmayı beceriyor. Bu da anlatıcı olarak ne denli hünerli olduğunu bir kere daha gösteriyor. Göstergeleri akıllıca yerleştiriyor, bir yazılı metin olmasına karşın üstelik. Dolayısıyla ortaya okuması keyifli ve bir o kadar da sürükleyici bir roman çıkıyor.